MANİSA VE AYN-İ ALİ
Aylardır uzak kaldığım, gitmek için can attığım ancak bir türlü fırsat bulup gidemediğim diyar.
Cümlelerden harman yapıp durmuştum. Kabına sığmayan helecanlarımı da sayarsak musiki tadındaki cümlelerin anlamlarını daha da derinleştiren ufuk ötesi satırların kalbine düşmeye niyetli cümlelerim birikmişti oysa.
Dumanlı Dağ’ın eteklerine tutunmuş, yüzyıllardır mekânların kutsileşmesi ve müdavimlerini doya doya bağrına basmasıyla ünlenmiş mekânların sayısı çok değil bu diyarda.
Dağ deyip de geçemediğim dumanların arasında sarmaş dolaş bir hayatı emrimize sunan karların, rüzgârın harman olduğu; başından aşağıya yağmurların şehre aktığı Dumanlı Dağ şehri adeta kolları arasına alıp kaldırarak haşmetli mazisine götürmek istermişçesine sıkıca tutmaya, yükseklere yeltenmeye devam ediyor.
Birileri Dumanlı Dağ’ın her hareketini izliyor. Her geçen saniyesi belirsiz anlar kadar derin bir geçmişten gelen ve yarına muhtemeldir ki izlenecek gözlenecek olan dağ, şehir ve mekânların çay bardakları arasındaki buhurları…
Bir kenti anlamlı kılan o kentle özdeş mekânlardır. O kentle yaşıt ve o kentin soluduğu havayı soluyan, taşıdığı değerleri birlikte olduğu insanlarla paylaşan ve üstelik değerlerin oluşmasında önemli rolü olduğundan şüphe duyulmayan mekânlar azdır.
Gecenin bir yarısında çalan telefonun tellerine takılıp koyulduğumuz yolun orta yerinde kalan mekânların dünyasında kalan şehir ve mekânları birleştiren cümlelerin kaynaşması adına yürüyoruz Ayn-i Ali’ye doğru.
Her şeyi orta yere bırakmış ve çıktım yola. Azığım yok ancak mekânların albenili davetine kapılmış bir ruh haliyle Ayn-i Ali Kahvesinde buldum kendimi.
Bazı mekânlara kahvehane demek ne derece doğrudur bilemem ama bu mekâna sıradan bir kahvehane deyip geçmek tarihe, sanata ve mekânın ruhuna saygısızlık olur. Bu mekân öyle bir ruh haliyle bekler ki müdavimlerini ve müdavimleri öyle bir koşar ki bu mekânın kollarına bu durum anlatıla gelen kavuşmaların ötesinde mistik bir hal alır ve her hareket bir ayini anlatan ritüeller içerisinde yapılmaktadır.
Ayn-i Ali Kahvehanesini bu hale getiren yalnız sohbetinin sıcaklığı ve Sultan Çayına karışan nağmeler değildir elbette.
Tarihle musikinin buluştuğu, ezan seslerine saygıyla eğilen bir külliyenin devamıdır aynı zamanda Ayn-i Ali.
17. Yüzyıla kadar giden tek kubbeli kübik bir yapıya sahip olan Ayni Ali Camii cemaatinin uğrak yeridir bu gün kullanılan kahvehane.
Camiinin gösterişli olup olmaması, Muradiye ve Sultan camileriyle yarışmaya niyetli olmasa da 15. Yüzyıla kadar giden üç kubbeli sağır kemerli çeşmesi, güney yönünde sivri kemer açıklı kare planlı giriş mekân kırmızı çatı ve alaturka kiremit kaplı Ayn-i Ali Türbesidir. Ki bu aynı zamanda Ayni Ali Kahvesini ortaya çıkaran ruhtur da aynı zamanda.
Son Aralık demeden dondurucu ayaza, kar kış ve Dumanlı Dağ’ın iliklerinize kadar işleyen poyrazına aldırmadan evden çıkıp soluklandığımız kahve ülkesindeyim. Yüzyıllar ötesinden gelen soluklar arkadaşım olmuş ve ney’in sesine takılan sohbetler arasında kalan cümlelerdir sizi buraya bağlanan ruh.
“Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoş bir şekilde çalmaya başladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Şüphesiz, gittikçe göğsümden basan hüzün, bazen ferahlık veren “ah”lar çıkaracak kadar şiddetlenen bu garip zevkte kahvenin de tesiri vardı. Kendimde tuhaf değişiklikler hissediyordum. Güya taşımaya mahkûm olduğum bir büyük yük üzerimden alınmıştı. Kendimde büyük bir hafiflik duyuyordum. Aynalı Baba ney ile taksimini bitirdikten sonra hafif ve davudî bir sesle okumaya ve sonradan ney ile çalmaya başladı.
"Ey can! Yok, olacak olan bu âleme ibretle bak; gafletten kurtul, meydan boş değildir. Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler? Yüz bin senelik ömrü neş’e ile geçirsen de hepsi “bir an”dan ibarettir. Cihan bağı ne güle, ne de bülbüle kalacaktır. A gözüm! Zaten felek, kime muradına göre yâr olmuştur.”
Bu gazelde ne mühim bir tesir vardı! Aynalı Baba bu parçayı bitirip de ney üflemeğe başladığı zaman gözlerinden yaş akıyordu. Bunlar üzüntü ve sızlanma gözyaşları mı idi, zevk ve aşk mı idi, bilemem; lâkin pek duygulanmıştım. O andaki ruhî ve vicdanî durumumu anlatmak mümkün değil.”(Filibeli Ahmet Hilmi, Çev. Serkan Özburun, A’mak-ı Hayal, Kaknüs Yay. İst. 2003
Cümlelerimi yeniden toparlamak, benliğimi yeniden kurmak, şehri yeniden solumak ve Ayn-i Ali’nin dost meclisinde bulunmak adına adımlarımı gecenin karanlığına bırakıyorum. Yahya Kemal’ce söylersek“ Gönül ne Göksu’ya mail ne Sarıyara gider. Sipah-ı gamdan emin olmaya Hisar’a gider.” Gibi Ayni Ali’ye gidiyorum.
Şehirleri ayakta tutan mekânlardır biraz da. Bazı mekânların saltanatı az sürse de bazılarının saltanatı sürmeye ve değer verildikçe artmaya devam eder. Fatihten önce Türkleşmiş mekânların saltanatı Fatihin dünyasına neler katmıştır bilinmez ama Saruhan İlindeki genç Fatihin saltanatı bu tür mekânlarda sürmeye devam ediyor gibidir.
Saruhan ilin işaret taşları sayılan Ayn-ı Ali’nin saltanatı hala sürmektedir. Çınar ağaçlarının gölgesinde soluklanan nefesler eski türküleri söylemektedir mısralarda.
“O deha öyle toplamış ki bizi
Yedi yüzyıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan ”Yahya Kemal
Mekânlar dehaların bıraktığı şehrin nefeslenme yerleridir bir bakıma. Evliya Çelebi Bursa için “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” der. Saruhan İli için söylenecek şey sadece su olmayacaktır kuşkusuz.
‘Saruhan İli laleden, Mesirden, Dumanlı Dağ’dan, Şehzadeler ocağından ve kutsiliği her dem iliklerinde taşıyarak bu güne uzanan insanların kümelendiği mekânlardan ibarettir.’
Ya da Erzurumlu Zihni’nin sözleriyle ifade edersek:
“Ey gönül içmek dilersen cam-ı cem
Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.” Deriz Ayni Ali için.
Doğu kültürü için ölümün sırrına vakıftır derler. Bu ifadenin söylendiği mekânlarda musikinin tatlı nağmelerinde biraz daha vakıf olunur bu sırra. Tanpınar bu mekânı yazsaydı sanırım “ Ölümün sırrına varılan mekân.” derdi. Çünkü mekânlarımız kuru beton yığını değildi. “ Cetlerimiz inşa etmiyor ibadet ediyorlardı mekânları yaparken. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor bir ruh parçası kesiliyordu.”(Tanpınar, Beş Şehir, s.137)
Kahvehanelerle ilgili edebiyat dünyasında Salah Birsel, Haldun Taner, Yakup Kadri ve Sait Faik isimleri ön plana çıkar. Ancak bu tür yazarların kahvehanelerle ilgili değerlendirmeleriyle Ayn-ı Ali arasında çok önemli farklılıkların olduğunu anlamanız için biraz eğleşmeniz ve buranın havasını teneffüs etmeniz gerekir. Öyle ki Ayn-ı Ali Kahvehanesinde 140 yıldır tüten ocağın üstünden eksik olmayan Sultan Çayını içmeden anlayamazsınız. İçerisinde Tarçın kabuğu, zencefil, karanfil, papatya, ıhlamur, adaçayı, karabiber (tane), havlucan, hatme çiçeği, kuşburnu (tane), melisa, yasemin, yenibahar (tane), ısırgan otu ve karabaş otunun harmanlanmasından oluşan “Sultan Çayı” insanları ayrı bir âleme götürür. Çayın dumanları arasından Münir Nurettin, Hacı Arif Bey ve Neyzen Tevfik geçit yapar adeta.
Gecenin bir saatinden sonra bu mekân sessizliğin musikisini söyler. Her cümlenin havada uçuşması, kar nağmelerine karışan sözcükler ve yudumlanan Sultan Çayının genizleri yakan kesif ve albenili kokularının arkasında kalan tadı damağımızdaki zevktir.
İnsanı başka âlemlere götüren mekânların zamanıyla gerçek zaman arasında gidip gelen kimliklerin ortadan kalktığı anların yaşandığı mekânlardan bir mekândır Ayni Ali.