Neden Var Olduk, Neyi Bilmeliyiz?
Başlıktaki “neden var olduk?” sorusu “varlık”, “neyi bilmeliyiz?” sorusu da “bilgi” konusuna dâir târih boyunca sorulmuş en önemli iki sorudur. İnsanoğlu dünden bugüne bu iki temel soruya cevap aramış, cevâbı doğru şekilde bulmuşsa hayâtına bir anlam yüklemiş, değilse anlamsızlık içinde bir ömür sürmüş ve bu yüzden de çok ciddî sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
Bugün de bu iki temel soru, cevâbını doğru bir şekilde vermemiz/bulmamız için karşımızda durmaktadır. Konu ile ilgili kitaplar yazılmakta, konuşmalar yapılmaktadır. Fakat doğru cevâba ulaşabilmek, bizim bu sorulara hangi değerler penceresinden baktığımıza bağlıdır. Meselâ Batı düşüncesi bu konulara rasyonalist, pozitivist ve materyalist bir açıdan baktığı için ne kadar tartışırsa tartışsın doğru cevâbı bulamamaktadır.
Bizim düşünce iklîmimizde ise şâyet Kur’ân ve sünnete bağlı bir anlayışla yola çıkılmışsa bunlar, cevâbı bulunmakta/bilinmekte hiç de zorlanılmayacak sorulardır. Nitekim öyle de olmuş ve felsefe, kelâm, hikmet konulu eserlerde iki temel sorunun cevâbına ilişkin açıklamalar yer almıştır. Ne var ki mesele açıklamaları bilip uygulamakla anlam kazanır. İnsanın “gaflet” hâli ise öğrendiği bu soruların cevaplarını unutturur. İşte büyük bilgeler, böyle durumlarda insanları uyarmak için sordukları sorularla gaflete karşı onları uyanık tutmaya çalışırlar. Konu, çok geniş açıklamalarla ele alınabilecek özelikte olsa da bilgeler için öyle değildir. Bir tek cümleleri, bir tek beyitleri durumu açıklığa kavuşturmada yeterli olmaktadır. İşte bilincimizi uyanık tutmak için bize bu konularda soru soranlardan biri de Yûnus Emre’dir. Dolayısıyla onun sözlerini salt şiir olarak okuyup duygulanmak yetmez. O tek bir mısrâ ile sorulan sorunun arka planındaki derin hikmeti görmek gerekir.
“Sen Bu Dünyâya Niye Geldin?”
Yûnus Emre Dîvân’ında konuya dâir pek çok soru vardır. Biz bu yazıda bunlardan sâdece ikisini ele alacağız. Bunlardan ilki varlık problemine diğeri ise bilgi problemine ilişkindir. Önce varlığa dâir soruya bakalım. Bu soru hepimizin çok sevdiği “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” şiirinin son dörtlüğünün ilk mısrâında yer alır. Soru şöyledir: “Yûnus! Sen bu dünyâya niye geldin?” Yûnus’un önce kendine sorduğu ama aslında hepimiz için de gerekli ve geçerli olan bu sorusunda o, hem kendine hem de bize yaratılış amacımıza dâir bir tefekkür denemesi yaptırmak istemektedir. Çünkü vahiyden kopuk bir algı biçiminde pozitivist bir bakış açısı bize, önemli olan sorunun “niçin” değil “nasıl” olduğunu öne çıkarır. Buna dâir de biyolojik açıklamalar yapar. Ama bunlardan hiçbiri varoluş amacımıza dâir bize bir bilgi kazandırmaz. Aslında ihtiyaç duyulan sâdece bilgi de değildir. İhtiyaç duyulan bilinçtir, anlamdır. Çünkü bir soru bizi anlama götürmüyorsa hakîkate ulaşmak mümkün olmaz.
Tabiî mesele soru sormakla çözüme kavuşmaz. Bunun cevâbı mâhiyetinde açıklamalar da yapmak îcâb eder. Yûnus, muhâtabını bu noktada da yalnız bırakmaz. O açıklamaları da yapar. Bahsi geçen dörtlüğün ikinci mısrâı bu mâhiyettedir. Bu mısrâ “Gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin” şeklindedir. Bir Hadîs-i kudsîde geçen “İnsanları, beni tanımakla şereflenmeleri için yarattım” ifâdesi bu zikir meselesine açıklık getirebilir. Çünkü devamlı olarak zikir yâni Allâh’ı anma hâlinde bulunmak kişiyi dünyâda bilgi, bilinç, şuur ve hareket düzeyinde tutar. Bu hal üzre olunca da Zâriyât sûresi 56. âyetinde geçen “Cin ve insanları ancak, Beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım.” açıklaması, “dünyâya niye geldiğimiz” sorusunun cevâbının “Allâh’a ibâdet” olduğunu gösterir. Burada ibâdet dar mânâsıyla sâdece ibâdetleri şeklen yapmak şeklinde anlaşılmamalıdır. İbâdet yâhud kulluk ifâdesinin içinde, varolmaya dâir anlam ve hayatta bulunduğumuz süre içinde bu anlama ilişkin yaşama konusu da vardır. Buna îmân eden ve gereğini yapan insan hem kendisi hem de dünyâ için sürekli olarak faydalı ve güzel ameller peşinde koşacak yâni hayatta yaratılış gâyesine uygun olarak yaşayacaktır.
İnsanı kandıran, başta şeytan ve nefs olmak üzere yoldan çıkaran pek çok unsur söz konusudur. İşte yaratılış gâyesine uygun yaşama konusunda insanoğlu rehbere de ihtiyaç duyar. Yûnus, adı geçen dörtlüğün üçüncü mısrâında da “Enbiyâya uğramaz ise yolun” diyerek bu konuya temâs eder. Demek bu yolun rehberi Peygamberlerdir. Onların tebliğ ettiği ilkelere uymak “niye geldiğimiz” sorusunun mânâsını bir an için bile unutmamamızı sağlar. Şâyet insan böyle davranmazsa onu bekleyen âkıbeti de söyler Yûnus: “Göçtü kervan kaldık dağlar başında”. Kervandan geriye kalmak; başıboş, çâresiz, şaşkın halde kalmak demektir. Çünkü insan, yol rehberini de yol arkadaşlarını da böyle bir durumda yitirmiş demektir.
“Okumaktan Mânâ Ne?”
Yûnus Emre’nin bilgi konusuna dâir en önemli sorusu ise “İlim ilim bilmektir” mısrâı ile başlayan şiirinin ikinci dörtlüğünün ilk mısrâında yer alan “Okumaktan mânâ ne?” sorusudur. Yûnus Emre, burada da soruyu sorduktan sonra “Kişi Hakk’ı bilmektir.” diyerek cevâbını da verir. Konuya daha kapsamlı bakmak için şiirin diğer mısrâları da bize imkânlar sunar. Yûnus Emre, bu şiirinin başında bize önce “İlim nedir?” sorusunu sorduktan sonra bunun cevâbının “bilmek” olduğunu ama bu bilmenin sâdece bir bilgiyi bilmekle sınırlı olamadığını, devâmında bu bilme fiilinden “kendini bilmek” mânâsı da çıkarmak gerektiğini ifâde eder. Buna göre kendimizi bilmek, “’Nefsini bilen Rabbini bilir’ hadîsinde belirtildiği gibi bizi Allâh’ı bilmek noktasına götürecektir.
Burada nefsden kastedilenin “”benlik” olduğunu hatırlayacak olursak bu bilmenin insanın beden tarafıyla değil ruh tarafıyla ilgili olduğunu da unutmamak gerekir. Yine şiirin devâmında yer alan “Okudum bildim deme/Çok tâat kıldım deme/ Eğer Hak bilmez isen/Abes yere gelmektir” ifâdeleri bilginin kaynağı olarak da Allâh’ı görmek gerektiğine dâir bir îkazdır. Burada “tâat”i kişinin ferdî ve toplumsal her türlü fiili mânâsında düşündüğümüzde yapılacak her işin Allah bilgisi ve bilinciyle yapılması gerektiğini ortaya koyar. Çünkü merkeze Allâh’ı koymazsak bu boşluğu şeytan ve nefs doldurur, o zaman da yapıp edilenler hayırla sonuçlanmaz ve bilgi saâdetin değil felâketin ortaya çıkarıcısı olur. Yine bu şiirde geçen “elif’i” bilmek de bilme konusunda teferruatın değil özün önemli olduğunu bize gösterir. Çünkü teferruat bizi mâlûmâta götürür. Böylece hakîkî ve faydalı bilgiden uzaklaşmış oluruz. Böyle durumlar için Peygamberimiz aleyhisselâm’ın “Faydasız ilimden Allâh’a sığınırım.” duâsını hatırlamak gerekir.
Bugüne Dâir Mesajlar
Bizim varlığımız mutlak mânâda bir varlık değildir. Çünkü dünyâda ne/kim varsa esmâ tecellîsinden ibârettir. Öyle olunca da, gölge aslından ayrı düşünülemeyeceğine göre kalp ülkesinin hükümdârı hep Allah olacaktır. Bu yüzden Yûnus’un bilgi konusundaki sorusu varlık konusundaki soruyla aynı mânâyı ihtivâ eder. Buna göre merkeze Allah konulacak ve her şey ona göre şekillenecek ve mânâ kazanacaktır. Konuya böyle bakıldığında bu açıklamaya bugün için ne kadar ihtiyâcımız olduğu ortaya çıkar. Çünkü yaşadığımız bu yüzyılda varlık ve bilgi konusu metafizik olarak değil fizikî olarak ele alınmakta; yapılan yorumlar, açıklamalar da buna göre seküler ve pozitivist bir anlayışla yapılmaktadır. Bu da bizi bir anlam problemiyle hattâ krizi ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu sebeple modern insan için amaç ve anlama ilişkin “niye (niçin)” sorusu önem taşımamakta, “ne” ve “nasıl” gibi soruların peşine düşülmektedir. Tamam, bu sorular da önemlidir lâkin bunlara “niçin” sorusu eklenmediği sürece ne varoluşun, ne hayâtın, ne ölümün hiçbir şeyin anlamı olmayacak, daha doğrusu var olan anlamları görülemeyecektir.
Bu anlam olmayınca da ortaya çıkacak inanç boşluğu nefsânî ve şeytânî arzularla doldurulacaktır. Bu da örneklerini sıkça gördüğümüz zulümlere, savaşlara, adâletsizliklere yol açmaktadır. Çünkü kalbinde insanı yönlendiren güç nefs olunca o sâdece kendini düşünecek, bencilleşecek; bunu kibir, açgözlülük, paylaşımsızlık, öfke gibi hem kendinin hem de toplumun felâketine sebep olacak kuvvetler tâkip edecektir. Öyleyse varoluşumuza, bilim ve değerler dünyâmıza fıtrata ve İlâhî irâdeye uygun bir anlam yüklemek ve hayâtımızı bu anlama göre yaşamak durumundayız. Bize bu konuda yol gösterecek nice irfan ve ilim büyüklerimiz vardır. İlmin, bilginin, felsefenin merkezini sâdece batıda görmek yanılgısı bizi de onların yaşadıkları sorunların içine çekecektir. İnsanlık yeniden vahiy merkezli bir varlık ve bilgi anlayışına dönmedikçe Yûnus’un dediği gibi bu dünyâ “bir kahır evi” olmaya devâm edecektir.
Yeni Dünya Dergisi Kasım 2020, sayfa no: 50-51-52-53
FACEBOOK YORUMLAR