“Neden Klasiklerimiz Yok?”
“Bir dil basit tesadüflerinden değil, mufassal ve gelişmiş eserlerinden öğrenilir.”
A. Hamdi TANPINAR
Klasikler meselesine nasıl bakılmalı?
Osmanlı’nın yıkılış sürecinden bu yana içinde bulunduğumuz hal ile ilgili devamlı olarak sorular soruyoruz. Neden bu coğrafyada Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük devlet ve medeniyet kurmamıza rağmen iki asırdır Batı uygarlığa eklenmek için yönümüzü oraya çevirdik? Neden dünya çapında bir yazarımız, sanatkârımız, ilim insanımız yok? Neden her şeyimiz dışa bağımlı? Neden eğitim sitemimiz sıkıntılı? Bu minvalde yüzlerce soruya cevap aramakla geçti ömrümüz. Oysa her şeyin başı dil ve din konusu olduğu için sorulması gereken asıl soru şuydu: “Neden klasiklerimiz yok?”
Bu soru, meselenin tarihi süreci dikkate alınmaz ve cevabı mevcut sorunların görüntüsüne göre aranır ve işin faturası yönetime geçen iktidarlara kesilirse doğru bir sonuca ulaşmak elbette mümkün olmayacaktır. Ama şükür ki konuyu tarihi perspektif içinde ele zihniyet değişimi olarak alan/gören yazarlarımız var. İşte onlar sayesinde daha doğru bir düşünme imkânı bulabilmekteyiz. Bu tür yazarlardan biri de yazarlık hayatı boyunca bu meseleleri dert edinerek kitaplar yazan D. Mehmet Doğan’dır. Doğan, bize “neden klasiklerimiz yok?” şeklindeki hayati soruyu bu adı taşıyan kitabında soruyor, eleştiriler yapıyor ve olup biteni ciddi manada mercek altına alarak cevaplar arıyor, bizi de bu arayışa davet ediyor.
Kitabın ana konusu
D. Mehmet Doğan’ın bu kitabı beş bölümden oluşuyor. Bunlardan sadece ikincisi “kitaba da ad olan “Neden klasiklerimiz yok?” başlığını taşıyor. Diğer bölümlere baktığımızda ise mesele daha çok dil üzerinden ele alındığını görüyoruz. İkinci bölümde klasikler bağlamında temel metinler üzerinde durulan eserde üçüncü bölüm ise musiki ile ilgili. Son iki bölüm ise klasikler konusundaki yakın dönem uygulamaları etrafındaki yazılardan oluşuyor. Bu durum yazar, ana konudan uzaklaşıyormuş gibi bir soruyu aklımıza getirmemelidir. Zira klasik kavramı bütün bu konularla birlikte anlaşılabilecek bir konudur. Hatta yazar bundan olmalı ki bir bölümde de Endülüs üzerinde durmuş ve dünyanın görüp göreceği en büyük medeniyetin nasıl yıkıldığına da değinerek bizdeki uygulamalarla orada olanları karşılaştırıp daha geniş açılı bir bakış ortaya koymuş. Bizde ve batıda klasiklere bakış ve bu konudaki uygulamalar bahsi ise meselenin özünü anlamda okura daha müşahhas imkânlar sunuyor.
Klasiklerin önemi
Meselenin özüne gelelim şimdi. Bunun için neler oldu sorusuna cevap arayalım. Yazarın sorguladığı ilk konu kitaplar meselesi. Her medeniyet bir kitaba dayanır. Sonra insanlar o kitabın inşa ettiği zihin dünyası ile sözlü yahut yazılı dil ürünler ortaya koyarlar. İşte klasik dediğimiz metinler böyle oluşur. İnsanlar o metinler sayesinde ortak duyuş ve düşüncelere bağlı hale gelip millet olurlar. Bu anlamda her klasik metin, birleştirici bir role sahiptir. Siz eğer klasiklerin açtığı yolda yeni eserler ortaya koyarsanız varlığınız da devletinizi de medeniyetinizi de geliştirerek devam ettirirsiniz. Bunların dünyasından kopup beslenme kaynaklarınızı başka milletlerin klasiklerinde ararsanız özünüzden koparak başka bir millete, devlete dönüşürsünüz. Bu da köklerden kopmak, kimlik krizi ve buna bağlı diğer sorunların ortaya çıkması demektir.
İşte son iki yüz yılda biz de olan da budur. Yönümüzü batıya çevirdiğimiz andan itibaren tercihlerimiz değişmeye başladı ve ilk iş olarak önce ana kitaptan Kur’an-ı Kerim’den sonra buna bağlı olarak yazılan ve kök metinler de dediğimiz klasiklerden koptuk. Toplumu asırlar boyunca inşa eden masallar, türküler, Kitab-ı Dede Korkut, Mesnevi, Yunus Emre Divanı, Fuzuli Divanı, Muhammediye gibi eserler terk edilerek yerlerini batı klasikleri aldı. Değişimin başlangıç noktası bu oldu.
Yazar, bu belirlemeden sonra bu meselenin zihniyet değişimi anlamında olumsuz etkilerini sıralayıp ardından meseleyi dile, dil değişimine getiriyor. Zira hem köklerden kopuşun hem de dayatılan kültür iklimine girişin özünde dil meselesi yatmaktadır. Yine konuyu bu noktada yazılı eserlerle de sınırlandırılmıyor, musiki eserleri ve geleneksel sanatlar üzerinden de ele alınıyor. Zira bunların hepsi bir bütünün parçalarıdır ama tekrar belirtmek gerekirse işin esasını dildeki dayatmacı değişim meselesi oluşturuyor.
Ötekileştirilen dilimiz: Osmanlı Türkçesi
Klasikler özelinde ama medeniyet değişimi genelinde yakın dönemde gerçekleştirilenler aslında Osmanlı dönemi batılılaşmasının günümüzde bizi nerelere getirdiği konusunu daha açık biçimde gözler önüne seriyor. Bunun temelini inkâr psikolojisi oluşturduğu için önce Osmanlı medeniyetinde kopuşu gerçekleştirmek için adına Osmanlı Türkçesi dediğimiz ve kelime haznesini Arapça ve Farsça kelimelerle daha da zenginleştirerek bir edebiyat ve medeniyet dili olan Osmanlı Türkçesinden kopuş oluşturuyor. Ortaya çıkan dil fukaralığı karşısında bu defa uydurma Türkçelik ve batı dillerinden kelime ithali yoluna gidiliyor. Böylece dil bozuluyor, dil bozulunca da Konfiçyus’un dediği gibi her şey bozulmaya başlıyor. Ama ne yapılırsa yapılsın boşluk doldurulamıyor. Durum böyle olunca da sorunlar birbirimi takip ediyor ve katlanarak çoğalıyor.
Yüz temel eser meselesi
Klasiklerden kopuş meselesi eğitimde, edebiyatta içinden çıkılmaz bir hale bürününce iki binli yılların başında okullarda temel eserler okutulmasının gündem geldiğini ve okunacak kitaplar listesi hazırlandığını hepimiz hatırlıyor olmalıyız. O dönem umutlandığımızı bu konu da ne yazık ki ciddi bir hazırlıktan önce ciddi bir niyet taşınmadığı için fiyasko ile sonuçlandı. Yazar, kitabın dördüncü bölümünde bu konuyu da enine boyuna ele almış. 100 Temel eser adı verilen bu seri için ciddi eleştiriliyor getiriyor ama bununla da kalmayarak çözüm teklifleri de sıralıyor. Ne var ki, işin başındakileri ideolojik, kör bakışla anlayamadıkları/anlamak istemedikleri teklifler bunlar. Yazarın “temeli çürük” dediği bu durum, ne yazık ki beklenen sonucu vermemiş ve öğrenciler hem biçim hem muhteva bakımından niteliksiz eserlere karşı karşıya gelmek durumunda kalmışlardır. Bunları okumak bir yana okumaktan adeta nefret eder hale geldikleri de bir vakıadır. Zira eser seçimindeki sıkıntılar bir yana iş yine dil meselesinde probleme dönüştü. Bu eserlerin dili öztürkçecilik adına adeta tanımaz hale getirildi. Böylece yazarın da dediği gibi “Çocuklarımızı Türkçenin klasikleri ile değil, onların adıyla üretilmiş taklitleriyle, özetleriyle, arılaştırılmış sahteleriyle meşgul edildiler.”
Hesaplaşmanın gerekliliği
Kitabın son bölümü “Muhasebe yahut hesaplaşma” adını taşıyor. Bu adlandırma klasikler konusunda bu kitapta söylenen son sözler manası da taşıyor elbette. Bu bakımdan önemle üzerinde durulması gereken fikirler ihtiva ediyor. En çok üzerinde durulan konu da yine aynı bağlamda “zihnimiz onarma, hafızamızı tazeleme” anlamında okunması gereken kitapları belirlemek meselesi olmuş. Bunun için şiir, oyun, hikâye ve roman ve fikir türlerinde 99’ar eser adı listelenmiş. Kitap adlarına baktığımızda bu seçimde yazarların Türkçe hassasiyetlerinin öne alındığı görülüyor. Yine yazar belirlemesinde yanlı bir bakış söz konusu değil. Her görüşten yazarın eserleri var listede. Tek hassasiyet söylediğimiz gibi dil hassasiyeti.
Doğan’ın bu eseri 2016’da yayımlandı. Biz Şiraze’nin bu sayısı “Klasikler” konusunu ele aldığı için bu eseri tekrar gündeme getirmek istedik. Bunun için de tekrar okuduk. Sonuç olarak söyleyeceklerimiz ise şunlardır. Problem, doğru tespit edilmezse asla çözülmez; aksine daha da derinleşir. Bir de problemin sadece bugüne bakan yüzüyle değil tarihi temellerine göre ele alınması gerekmektedir. Bu da bizi Osmanlı’nın son yüz-iki yüz yılını ideolojik olarak değil nesnel okumalarla doğru bir şekilde anlamayı gerektiriyor. Bir de meselenin mühim-ehem tarafı var. Biz ehem tarafına odaklandığımızda problemin esasının klasikler konusu olduğunu bu kitap vesilesiyle bir kez daha görmüş olmaktayız. Bu bağlamda klasikler konusunun temelini ise ister sözlü ister yazılı metininler olsun dil meselesinin teşkil ettiğini tekrar belirtmek gerekir. Bu da yakın dönemdeki dil, kültür, eğitim vb. alanlardaki uygulamaları sorgulamayı, eleştirmeyi, hesaplaşmayı ardından da bu halin çözümü için sağduyulu bir şekilde tarihi gerçeklerimize uygun çözüm teklifleri getirmeyi gerektiriyor. Kitabın asıl tezi bu fikir üzerine bina edilmiş: Ortak metinleri olmayanların ortak düşünceleri de olamaz. Doğan’ın bu kitabı işte bu anlamda önemli bir kaynak özelliği taşıyor. Hatta şu da söylenmelidir. Bu kitap da bu konularla ilgilenenler için adı gibi “klasik” yani “temel” bir kaynak niteliği taşıyor.
FACEBOOK YORUMLAR