BİR NAA’T ŞAİRİ OLARAK ARİF NİHAT ASYA
İslâmî Türk edebiyatının bilinen ilk eseri Kutadgu-Bilig, bir münacaat ve naatla başlar. Yusuf Has Hacib’in işte bu şiirleri, edebiyatımızda bir geleneğin de başlamasına sebep olur. Ondan itibaren Divan ve Tasavvufî Türk şiirinde hemen her şairin divanında mutlaka münacat ve naatlar yer alır. Fakat bu durum, bir geleneksel tutum olmanın ötesinde de anlamlar taşır. Şiiri, “hikmet” ifadeli sözler olarak gören şairlerimiz, estetik hazla birlikte okuyucusuna inanç, kültür, medeniyet değerleri bağlamında bir değer de aşılamanın gayreti içindedirler. Zira, söz söylemek de bir kulluk eylemidir ve bir bilinç, bir sorumluluk gerektirir.
Münacat, bilindiği üzere edebiyatımızda “dua” muhtevalı şiirlerin adıdır. Naatlar ise Hz. Peygamber’i övmek maksadıyla yazılan şiirlerdir. Demek ki birinde Cenab-ı Hak, diğerinde Hz. Peygamber, bu tür şiirlerin ana temasıdır. Durum böyle olunca münacatı şairin “dua”sı, naat’ı ise “salâvat”ı olarak görmek gerekir. Farklı bir yorumlamayla münacat ve naatları “kelime-i tevhit”in şair dilindeki şekli, ifadesi, yorumu olarak düşünmek bu bakımdan yanlış olmayacaktır. Bu durumu bir “besmele” olarak da anlayabiliriz aslında… Böyle olduğunu Süleyman Çelebi’den örneklendirelim. Onun şaheseri olan Mevlid’i:
Allah adın zikridelim evvela
Vacip oldur cümle işde her kula
beytiyle başlar. Buna göre şair, Çelebi’nin ifadesiyle “Başlanılan her işte besmele çekmek, Allah’ın adını anmak” bir gereklilik olduğu için şiirine münacatla başlarken bir bakıma “besmele” çekmekte, naatla da Hz. Peygambere “salât ve selâm” getirmektedir.
Klasik edebiyatımızı, tasavvuf edebiyatımızı hatta halk edebiyatımızı -zira onlar da şiirlerinde münacat ve naatlara yer vermişlerdir- “bereketli” kılan asıl özellik işte budur. Fuzûlî, Şeyh Galip, Yunus Emre, Eşrefoğlu, Âşık Ruhsatî, Erzurumlu Emrah… bunun için büyük şairlerdir. Bu yüzden sedaları gök kubbede hâlâ çınlamaya devam etmektedir. Onların bu tutumu kendileri için bir “değer” ifade ederken bu tür şiirlerin toplumsal yansımalarına da bakmak lazımdır. Denilebilir ki, bu millette çok samimi bir Allah ve Peygamber sevgisi varsa ve insanlar bu sevgiyle hayatlarını tanzim etmişlerse işte bu tür şiirler sayesinde olmuştur. Zira; şiir, insan ruhuna tesir etmede imkanları çok geniş olan bir türdür. Mesele Karacaoğlan’ın şu mısralarında olduğu gibi hiçbir söz, insana bu ölçüde dini duyarlık kazandıramaz.
Kadir Mevlâm aslâ geçmez kulundan
Deli gönül âh çekip de ağlama
Örnekler çoğaltılabilir ama biz, meselenin sonraki zamanlarına dönelim. Bilindiği üzere Tanzimat, edebiyatımızda da bir “kırılma” noktasıdır. Elbette Tanzimat’ta ve sonrasında da münacat ve naatlar yazılmış fakat Avrupaî tarzdaki edebiyatın gelişmesiyle birlikte daha önceki münacatların ve naatların havasından sapmalar olmuştur. Tanzimat sonrasında münacat yazan şairlerde teslimiyetin ve tevekkülün yerini şahsî şüpheler, naat yazanlarda da şahsi övgüler yer almış, bu tür şiirler, yavaş yavaş unutulmaya, yazılmamaya başlanmıştır. Bu da edebiyatımızda bir anlamda “köksüzlüğün” ve “öksüzlüğün” başlangıcını oluşturmuştur. Ama bilmekteyiz ki, Tanpınar’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “mazi hep devam eder.” Değişiklikler elbette kaçınılmazdır fakat kayaların üstünde bir yol bulup açan çiçekler gibi tarih içinde et tırnak misali kaynaştığımız değerler de bütün imkânsızlıklara rağmen, bir yolunu bulup kendilerini yeniden ifade ederler.
Nitekim öyle olmuştur. Birleri unutsa bile birileri hatırlamış ve hatırlatmış, münacat ve naat türü eserler, kimi şairlerimizin eserlerinde yer alır olmuştur. Burada bu anlamda, Tanzimat sonrası şairlerden pek çok isim sayabiliriz. Muallim Naci, Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Orhan Seyfi Orhon,, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl gibi isimler Tanzimat’tan Cumhuriyete uzanan süreçte yeni yeni münacat ve naat örnekleriyle klasik edebiyatımızın bu geleneğini devam ettirmişlerdir.
Sözün burasında bir şaire daha özel bir yer ayırmak gerekiyor. Bu şairimiz, Arif Nihat Asya’dır. Onun “Dualar ve Âminler” kitabı bu tür şiirler açısından tam bir zenginlik örneğidir. Bu kitabı önemli kılan husus, şüphesiz isminden başlamaktadır. “Dua” ve “âmin” kavramlarının yeni Türk şiirinde kullanılması, oldukça yeni ve önemli bir tavırdır. Böylece dini duyarlık, şiirimizde hem de bir kitap bütünlüğünde yeniden yerini almış ve bu kitapla şiirimizin önünde geleneğin sürdürülmesi yahut gelenekle bağ kurma anlamında bize çok önemli bir imkân sunmuştur. Kitabın yazımızın konusu bağlamındaki en önemli iki şiiri elbette “Dua” ve “Naat” başlıklı şiirleridir. İlkini çağdaş bir münacat diğerini de adından da anlaşılacağı üzere çağdaş bir naat örneği olarak görmek lazımdır. Tabi burada önemli olan bir husus da şudur. Şair, bu şiirleriyle gelenekle bağ kurarken geleneği tekrara düşmemiş, onu yeni bir formla ihya etmiştir. Bu bakımdan bu şiirler “çağdaş” şiirlerdir ama; geleneğin ruhunu da bugüne taşıyarak millet hayatındaki devamlılığın şiir anlamında da söz konusu olması gerektiğini bize göstermiştir.
Haklı olarak bu iki şiir, yazıldığı günden bu yana çok ilgi görmüş ve hâlâ da görmeye devam etmektedir. Demek ki, şairin tutumu bir beklentiye, bir ihtiyaca da cevap vermiştir. Fakat Arif Nihat Asya’nın şiirimize getirdiği bu zenginliğin önemini bu iki şiirle sınırlandırmak doğru olmayacaktır. O, bu kitabında yine klasik şiirin dünyasında da yer alan pek çok dinî-islâmî kavramı da çağdaş şiir dünyasına kazandırmıştır. Bunlar arasında camii, mabed, miraç, kubbe, yatır, ezan, berat gecesi, hatim, melek, cennet, cehennem… gibi kavramlar, akla ilk gelenlerdir. Kitapta camii şiirleri daha bir ağırlıktadır. Edirne’deki Larii, Muradiye ve Selimiye camileri birer müstakil şiirle kitapta yer almıştır. Yine adı “Dua” olmamakla birlikte birden fazla şiir, dua kavramını, aynı şekilde yine birden çok şiir Hz. Peygamber’i konu olarak işleyen şiirlerdir.
Arif Nihat Asya, bu tutumuyla, şiirimizde bir kilometre taşıdır. Bir gelenek ihyacısı olarak kendi döneminde ve daha sonraki dönemde eser veren şairlere örnek olmuş ve şiirimiz onun açtığı bu yolda yazılan yeni münacat ve naatlarla oldukça zenginleşmiştir. Arif Nihat’ın çağdaşı olan Necip Fazıl da bilhassa hayatının son dönemlerindeki şiirleriyle bu yolda eserler vermiştir. Bu anlamda Seazi Karakoç da çok önemli bir isimdir. O, Arif Nihat’ın ve Necip Fazıl’ın tutumunu daha zengin bir muhteva ve daha geniş bir bakış açısı ile devam ettirmiştir. Bilhassa “Hızırla Kırk Saat” isimli şiir kitabı, bu anlamda çok önemli bir eserdir. Yine diğer şiir kitaplarında da benzer bir durum görülür.
Açılan bu yolda daha pek çok isimden söz edebiliriz: Yavuz Bülent Bakiler, Bahattin Karakoç, Cahit Zarifoğlu, M. Atilla Maraş, Cumali Ünaldı Hasannebioğlu, Nurullah Genç ve daha pek çok isim… Fakat, bu yolun başında çağdaş şiirimizde bu yola kapı açan şair Arif Nihat Asya olmuştur. Ortaya bu zaman diliminde çok sayıda eser çıkmış ve bu eserlerin etkisiyle günümüz şiiri dini dayarlılık bakımından oldukça zenginleşmiş ve çok ileri bir noktaya gelmiştir. Bu gelişmenin, klasik edebiyatın mevlit, miraciye, hilye, şemail… gibi dinî muhtevalı diğer türleriyle devam etmesi dini duyarlığın hem edebiyat eserlerinde hem de toplum hayatında zenginleştirici bir temel unsur olarak işlevsel olması açısından çok önem taşımaktadır.
Mustafa Özçelik