Türk Dili Karşısında Türk Münevveri (*)
Kubbealtı Lügatinde “Dil” maddesine bakacak olursak ikinci tanım olarak şu ifadeyi kullanır: “Düşünce, duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan faydalanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş sistem, lisan” (İlk tanımda kelimenin temel anlamı olan vücuttaki bir organ olarak dil ifade edilir.) Yine aynı lügatte münevver kelimesine bakacak olursak karşımıza: “1. Aydınlatılmış, aydınlık, ışıklı, nurlu, 2. sıf. ve i. Tahsil, bilgi ve görgü sâhibi olan, fikrî meselelerle uğraşan kültürlü (kimse), aydın, entelektüel. İfadeleri çıkar.”
Dil aynı zamanda bir milletin, bir kültürün oluşmasındaki en belirleyici, birleştirici temel unsur olduğu gibi şayet bir dile dışarıdan müdahalelerle oynanırsa o milletin bütünlüğünün parçalanmasındaki temel etkenlerden biridir ki maalesef bunun yakın tarihte yaşanmış örneği SSCB’in Türk Cumhuriyetleri üzerinde oynadığı dil politikasıdır. Her bir Türk bölgesine farklı bir Kiril alfabesini öngören dil politikası sonucunda zamanla birbirini anlamada güçlük çeken Türk Cumhuriyetleri oluşmuştur.
Bizler dilimize “Ana dili” deriz. O’nu anamızın ak sütü gibi aziz biliriz. İlk mırıldanmalarımızı, ilk kelimelerimizi anadilimizle yaparız. Rüyalarımızı anadilimizde görürüz. Eğitimimizi anadilimizde yaparız. Düşüncelerimizi anadilimizle düşünüp dile dökeriz. İnsan en iyi şekilde kendi anadilinde eğitim alırsa öğrenir, kavrar ve yeni bir sentez ortaya koyar. Şayet yabancı bir dille eğitim alırsa o kavramların derinliğine yeterince nüfuz edemez. Burada tabiiki şu hususu ifade etmek gerekir eğitim ve öğretim farkını bilmek gerekiyor. Tabiiki dünyadaki gelişmeleri takip etmek ve dünyadaki yeni gelişmelerle yarışabilmek için bir değil birkaç dil bilmekte her zaman fayda vardır. Hatta zülkarneyn misali hem doğu hem de batı dillerine hâkim olmak elzemdir.
Türk Dili yüzyıllardır birçok tarihi ve sosyolojik süreçten geçmiş. Alfabe değişikleri, Din değişimi gibi birçok unsurlar karşı karşıya kalmış ama varlığını korumayı, nesillerden nesillere aktarılmayı başarabilmiş dünyanın en köklü dilleri arasındadır.
Tabiiki bu değişim süreçleri kolay olmamıştır. Kimi zaman dış müdahalelere, kimi zaman iç müdahalelere uğramıştır.
Elimde Türk dilinin tarihi merhalelerinde geçirdiği süreçleri ve bu süreçlerde münevver / aydın tavrını ele alan Prof. Dr. Ömer Faruk AKÜN tarafından yazılıp; Kubbealtı neşriyat tarafından 1982 yılında basılan küçük bir kitapçık var.
Türk Dilini geçirdiği sosyolojik süreçler olarak iki önemli hareket noktası var. Birincisi Türklerdeki din değişimi ve ikinci milat olarak Tanzimat’ı esas alırsak Batıya yöneliş diyebiliriz. Tabiiki bir de dünyanın en hareketli bir milleti olarak yaşadığı coğrafya değişiklikleri, göçler ve göçler neticesinde ilişki kurduğu topluluklarla etkileşimlerinin dildeki yansımalarını da görebiliriz.
Bir dilin tabii akışı içinde bir dilden başka bir dile kelime girmesi gayet doğaldır. Burada bir dilin kaderine etki edebilecek husus o dilin gramer yapısının, cümle sentaksının bozulmamasıdır. Dilde kolaylık ilkesi vardır. Zaten bir dilden başka bir dile giren kelimeler aynen girmez o dilin içinde yeni bir hal alır ve o dilin öz malı olur. O kelimeyle türküler söylenir, maniler yakılmaya başlanır. Bir dilden o dilin öz malı olmuş bir kelime atıldığında o kelime etrafında yüzyıllar sürecinde oluşmuş manalar, mefhumlar, halk muhayyilesinde oluşmuş türküler, maniler, bilmeceler, atasözleri, deyimler de gider, unutulmaya yüz tutar.
Tabiiki bir dili işleyecek olan, gelecek kuşaklara taşıyan o milletin okumuş eser üreten kesimidir. Bunlara münevver, aydın, entelektüel gibi isimler verilir. O kişiler dilin muhafızı gibidirler. Tabiiki buradaki kritik nokta o aydın kişiler milletiyle barışık mı, milletinin değerlerini benimsemiş mi yoksa milletinin değerleriyle kavgalı mı? Bunun gibi sorulara verilecek cevaplar bu süreci belirler.
Prof. Dr. Ömer Faruk Akün kitabında bu süreçlerden bahseder. Evvela “Ana dil, günlük hayâtın alelâde münasebetleri içinde ve alışılmış mevzularında kullanılır, konuşulurken husûsi bir mes’ele olarak kendisini hissettirmez.” (s. 7) “Fakat aynı dil, yaşadığını, gördüğünü yazıya dökmek isteyen kalemlerde, bilhassa başlı başına bir ifade malzemesi olarak onu işleyen san’at ve fikir seviyelerinde bir problem olamaya başlar.” (s.7) der. Burada günlük konuşma dili ile yazı dili ya da halk dili ile aydın dili üzerinde durur ve mesuliyetin yazı dilini işleyenin, münevverin tavrında olduğunu belirtir.
Bizler genellikle “Türk Dili” ile ilgi sorunların yakın zamanda oluştuğunu zannederiz ve bunda yanılırız. Her döneme baktığımızda kendine, milletine, diline yabancı Atatürk’ün ifadesiyle: “Aydınlarımız dünyayı tanır ama kendi halkına yabancıdır.” ya da Attila İlhan’ın ifadesiyle: “Türk aydını Batı’nın manevi ajanıydı” sözlerinde kendini bulan problemle karşı karşıya kaydığımız bir aydın problemi vardır.
Akün’de geçmişten bu yana bu süreci ele alır ve 14. – 15 yüzyıllara bakar. Bu yıllara baktığımızda hatta daha gerisine mesela Büyük Selçuklu Devleti dönemine devlet dilinin Arapça, edebi dilin Farsça ve halk dilinin Türkçe olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Mesela Mevlana gibi büyüklerimiz eserlerini Farsça yazmıştır. Sanki Türkçe’nin imkânlarının buna yeterli olamayacağı gibi bir kanaat vardır. Tabiiki her dönemde Türkçe’nin bayraktarlığını yapan milli münevverlerimiz de vardır. Mesela bunlardan birisi;
“Türk diline kimse bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi bu dilleri,
İnce yolu ol ulu menzilleri”
diyen Aşık Paşadır. Yazımızın önceki bölümlerinde de dediğimiz gibi bir dilden başka bir dile kelimenin girmesi gayet doğaldır ama zamanla maalesef bizim dilimize sadece Arapça ve Farsçadan kelime değil gramer yapısı, tamlama yapıları da girmeye başlamıştır. Sıkıntı burada başlamıştır.
Dildeki bir başka süreci millet olarak modernleşme, batıya yönelme sürecinde yaşamışızdır. Batıya karşı yenilgi psikolojisine bürünen aydınlarımızda dilimizin bin yıldır hafızasında olan köken olarak Arapça ve Farsça kelimelere karşı bir ön yargı başlamış öztürkçecilik adı altında dilde bir tasfiye süreci başlamıştır. Tabiiki modernleşme safhamızda milli aydınlarımızda Türkçe’nin asliyetine kavuşması için çaba göstermişler. Burada Genç Kalemlerin dil hakkındaki görüşü olan “Türkçeleşen Türkçedir” sözü önemlidir ki daha sonra Atatürk’ün de dil davasında temel hareket noktası bu söz olacaktır ve dil içinde bulunduğu çıkmazdan bir nebze kurtarılacaktır.
Biz de maalesef dil üzerindeki değişimler neticesinde nesiller arasında büyük kopukluklar oluşmuş. Hatta nesiller bir on yıl önce yazılan kitabı sözlüksüz anlayamaz hale gelmiştir. Bugün bırakın Fuzuli’in şiirlerini, Reşat Nuri Güntekin’in romanlarını anlamaktan aciziz. En vahimi de bugün istiklalimizin destanı olan “İstiklal Marşı”nı lügate bakmadan kaç kişi hakkıyla anlayabilecektir?
Akün bir de aydın kesimin dil meselesinde sahnelediği davranışlara bakar ve şunları belirtir. Evvela aydınların “dil züppeliği” içinde olduğunu belirtir. Yani modern görünmek adına eski kelimelerden uzak kaldığını belirtir. Bir de dil meselesinde bazı aydınların ikili oynadığını belirtir. Maalesef öztürkçecilik, dilde tasfiye, arı Türkçecilik gibi söylemlerle gerçekleştirilen eylemlerin sözde dilimizdeki yabancı kökenli kelimelerin tasfiyesi yerine onların ifadesiyle “öztürkçe” kelimeler konacak denilse de bu çalışma sadece dilimizde Arapça ve Farsça kökenli kelimelere karşı olmuştur. Akün şu ifadeyi kullanır: “Türkiye’de dil mes’elesi, dünyanın her tarafındakinden farklı olarak bir kültür mes’elesi, kendisi içinde bir mevzu olmaktan çıkmış tamamıyla siyasi mahiyet almıştır.” (s. 25) Bu söze dünden bugüne bakıldığında katılmamak mümkün değildir. Türkçe birçok dış müdahale gördüğü gibi bir aydın ihaneti de görmüştür. Ancak “Türkçe konuşan ayınlar” diyebileceğimiz bu tipler “Türkçe bilim dili olamaz” gibi ifadeler kullanmışlardır.
Akün yine kitabında derki: “ Kültür, bir bakıma kelime serveti, mefhumlar ve tek deyişle bir lügat varlığı demektir.” (s. 31) Burada maksat kelimler etrafında örülmüş mana dünyası, mefhumlar, binlerce yılın birikiminin kelimelerle tezahürü olsa gerek.
Kısaca Akün’ün kitabına baktığımızda Türkçenin içinden geçtiği tarihi süreçleri ve süreçlerde Türkçeye karşı aydın bakışını örneklerle ele aldığını görmekteyiz.
Kadim bir mirasın mirasyedileri olarak bizler bugün her şeye karşı bigâne olduğumuz gibi evvela dilimize karşı da bir pespayelik içindeyiz. Bugün mesele bir aydın tavrını da aşarak halk arasına kadar inmiştir. Eğer geleceğe “Biz” olarak kalmak istiyorsak evvela dil şuuruna, dil bilincine sahip olmamız gerektiğini unutmadan hareket etmek lüzumundayız.
Sözlerimi Ziya Gökalp’in şu şiiriyle bitiriyorum:
“Türklüğün vicdanı bir;
Dîni bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir.”
(*) AKÜN Ömer Faruk, Türk Dili Karşısında Türk Münevveri, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1982, s. 32