Öğretmen Olmak
Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr muallim ve mürebbilerini sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Öğretmenler! Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Ulusal bir kanalda çarşamba akşamları yayınlanan (Kanalın ismini araştıran herkes öğrenebilir. Maksadımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir bundan dolayı kanalın ismini anmak gereği duyulmamıştır.) ‘’Eyvah Düşüyorum’’ adlı eğlence programında yarışmacılara sorulan bir soru oldu. “Üç ay tatil yapıp bir de üstüne maaş aldıkları için kıskanılan meslek grubu hangisidir?” sorusu yöneltildi ve cevap olarak ÖĞRETMENLER ifadesi ekranlara yansıtıldı. Programdan sonra konunun sosyal medyaya taşınmasıyla gün boyu maarif ordusunun kıymetli neferleri tepkilerini dile getirmişlerdir. Bunun neticesinde yaptığı aymazlığın farkında olan programın sunucusu sosyal medya hesaplarından açıklama yaparak özür dilemiştir. Ama özür dilerken dahi kullandığı bir cümle vardır ki aymazlığını bir daha yüzüne çarpmıştır. Paylaştığı özür metninin bir cümlesi şu şekildedir: “Format gereği sorulan sorularda esprili bir dil kullanılmaktadır.” Evet, okudunuz espri yapmışlar beyefendiler… Öğretmenlik kurumu bayağı bir seviyede ağızlara alınacak sözde espri yapılacak bir meslek midir? Bizler Nasreddin Hoca'nın torunlarıyız. Esprinin, latifenin, şakanın ve tabii ki mizahın zekice yapılanının yanında olup; tebessümle karşılarız. Tabii ki bu mizahta bir zekâ parıltısı varsa... Yoksa düştükleri çukurda debelenmelerini traji-komik bir şekilde seyrederiz.
Şimdi bu program sayesinde ortaya çıkan bir mesele vardır ve aslında bilinçaltında öğretmene karşı bakışta toplumun ne gibi değişikliklere uğradığını da gözler önüne sermektedir. Bugün geldiğimiz noktada toplumumuzda içi boşalmamış kavram kalmamıştır. Bundan maalesef öğretmenlik gibi kutsaliyet atfedilen bir kavram da nasibini almıştır. Toplumsal bir çürümeyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğiyle bir kere daha yaşanan bu örnek göstermiştir.
Evet, hep duyarız şu lafları 3 ay tatiliniz var, yazın da maaş alıyor musunuz? Oh kebap işiniz var vb. gibi mesleğin içinde olmayan, öğretmen-öğrenci, öğretmen-veli, öğretmen-öğrenci-veli ilişkilerinden habersiz, akşam herkesin kendi işine baktığı saatlerde yarınki derste ne işleneceğini düşünen, sözleşmeliyse okul meselelerinden hariç aile bütünlüğünü nasıl koruyacağını, ücretliyse alacağı ders saat ücretiyle ne yapacağını, özel okullarda ise kapitalizmin çarkları içinde nasıl ezilmeyeceğini düşünen, çabalayan, uğraşan, didinen vb. durumlardan habersiz, emeğinin hakkını vermek için gecesini gündüzüne katan öğretmenlerin derdine duyarsız, bigâneler için durum bundan ibarettir.
Burada şu hususu da tabii ki belirtmek gerekir; her öğretmen aynı mı? Mesleğinin hakkını veriyor mu? Bu soru ve sorulara her doktor, her mühendis, her mimar, her … her… her… diye herleri uzatabiliriz ve bunlara vereceğimiz cevapla aynı paraleldedir ilk soruya verilecek cevap. Tabii ki her meslek dalında o mesleğin sorumluluğunda olmayan, suiistimal eden insanlar olabilir, olmuştur ama öğretmenlik gibi bir kurumu zedelemeyi, hor görmeyi, ve kurumsal kimliğe haksızlık etmeyi gerektirmez çünkü toplumun hangi katmanında olursak olalım hepimiz vakti zamanında bir öğretmenin elinden, tezgâhından geçtik. Bu soruyu soran kişide zamanında ilkokula başladığında bir öğretmenin elinden okuma-yazmayı öğrendi ve daha sonra bulunduğu konuma gelesiye kadar nice fedakâr öğretmenlerin emeği oldu. Bu şahıs sadece genel olarak öğretmenlerden özür dilemekle kalmamalı gidip ilkokul öğretmeninin ayağına kapanın özür dilemelidir diye düşünüyorum.
Peki şimdi toplum olarak aynayı alıp kendimize tutalım. Geçmişte öğretmene verilen saygıyı, sevgiyi düşünelim ve şimdiki hali aklımıza getirelim. Ailelerin öğretmene evlatlarını gönderirken “eti de, kemiği de senin” denilen öğretmenin öneminin yadsınmadığı zamanlardan en küçük bir olayda adeta öğretmenin yalnız bırakıldığı zamanlara geldik.
Bizler; “İlim Çin’de de olsa gidip alın”, “İlim Müslümanın yitik malıdır.” Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” vb. hadis veya özdeyişlerle medeniyetimizi inşa etmişizdir. Atalarımız ilme ve ilmi taşıyan hocalara değer verdikleri zaman devletlerimiz büyümüş, cihanşümul bir hâl almıştır. Ne zaman ilim ikinci, üçüncü planda kalmış hatta hiç görülmez hâllere gelmiş o zaman çöküş mukadderat halini almıştır. Nizamülmülk olmasaydı Büyük Selçuklu Devleti ne kadar büyük olabilirdi? Ya da Şeyh Edebali, Akşemsettin, olmasaydı? Osman Gaziler, Fatihler yine olur muydu? Veya Mustafa’ya “Senin adın Mustafa, benim adım Mustafa bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun diyen Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün matematik öğretmeni ve Atatürk’e milli bir ruh kazandıran öğretmenler olmasaydı “Türkiye” nasıl Türkiye olurdu? Hepimiz ilk harfi, ilk yazıyı, ilk okumayı bir öğretmene borçluyuzdur. Bugün bir mevkie geldiysek ardımızda nice öğretmenin izi vardır.
Geçmişten bu yana hoca-talebe, öğretmen-öğrenci ilişkisi de toplumun değişmesi, dönüşmesi neticesinde değişmiştir. Artık talep eden talebe kalmamış öğrenmek zorunda olan ya da bırakılan öğrenciler olmuştur. Bu değişimden hoca-öğretmen değişimi de haliyle nasibini almıştır. Ama düne kadar hala toplumda en saygın meslek grupları arasında yerini de almıştır.
Direk mesleği gereği insan malzemesini yoğurmak, değiştirmek, düzenlemek, dönüştürmek, eğitmek ve öğretmeye çalışmak olan başka bir meslek grubu yoktur. Malzemesi ham insan olan ve o insanın çocukluk ve gençlik yıllarını şekillendiren, biçimlendirendir öğretmen… Onlar yanlış yola girmesin, kötü alışkanlıklar edinmesin diye kendini paralayan öğretmendir... Ahlâklı birer birey olsunlar diye dilinde tüy bitercesine bıkmadan, usanmadan anlatan ve tekrardan anlatandır öğretmen…
Aşağıda ifadelerini bulan “Öğretmen Andı”nda kendini bulur öğretmen…
"Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, Atatürk inkılâp ve ilkelerine, anayasada ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine sadakatle bağlı kalacağıma;
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını tarafsız ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak uygulayacağıma;
Türk milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup, bunları geliştirmek için çalışacağıma;
İnsan haklarına ve anayasanın temel ilkelerine dayanan millî, demokratik, lâik bir hukuk devleti olan
Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı görev ve sorumluluklarımı bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim."
İsmail Hikmet ERTAYLAN’ın yazığı ÖĞRETMEN MARŞI’ndan ışığını alır ÖĞRETMEN…
“Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk;
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.
Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.”
Öğretmenin toplum içindeki öneminin farkında olan birçok aydının önemli sözleri vardır. Düşünene ışık olan mesela o sözlerden bazılarına kulak değil gönül vererek dinleyelim: “Öğretmenliğin en iyi tarafı ne biliyor musunuz? Bir çocuğun yeteneğini keşfettiği ana şahit olmak. Dünyada bununla karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktur.” (Osho), “Vardığım kanaat odur ki büyük bir öğretmen büyük bir sanatkârdır ve diğer büyük sanatkârlar gibi onlardan da az sayıda vardır. Hatta çalışma sahası insan aklı ve ruhu olduğu için öğretmenlik sanatların en büyüğü bile olabilir.” (Jean-Jacques Rousseau), “Öğretmen ihmal edildiğinde o ülke intihar ediyor demektir.” (John Steinbeck), “İyi öğretmen sadece öğretmez, sevdirir, bilgiyi kullanmayı kolaylaştırır.” (Albert Einstein), “Bir topluluk ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere muhtaçtır. Onlardır ki, toplumun gerçek bir ulus haline getirirler.” (Anonim) vb. bu sözleri çoğaltabiliriz. Bugün aynı zamanda bir eğitimci-öğretmen olan değerli Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk Beyin sözleri tekrardan öğretmenin itibarının kazanılması, toplum içindeki değerinin tesis edilmesi için bir umut ışığı olmaktadır.
Evet, bugün öğretmenin birçok sorunu vardır. Bunların üzerinde ileride yine tek tek durmak, ayrı ayrı ele almak bir öğretmen olarak boynumuzun borcudur. Ama kanaatimce en hassas nokta itibarsızlaştırmadır. Bu anlayış toplumda yaygınlaşırsa gönüllerde geri dönülmez yaralar açılmış olur.
Bugün bir öğretmen olarak dün bir öğrenciydim. İlkokul öğretmenimden, üniversiteye kadar üzerimde emeği olan bütün öğretmenlerime şükranlarımı sunuyor, ellerinden öpüyorum. Varsa hakkın rahmetine kavuşmuş olanlara Allah’tan mağfiret diliyorum. Tekrardan öğretmenin hakkının verildiği günlerin gelmesi dileğiyle sözlerimi Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN Bursa ve Kütahya’da maarif ordusuna dair konuşmalarını vererek bitiriyorum.
Atatürk'ün Bursa Şark Tiyatrosunda Öğretmenlere Yaptığı Konuşma:
“Bayanlar, Baylar!
İstanbul’dan geliyorsunuz. Hoş geldiniz. İstanbul’un ışık ocaklarını temsil eden yüce topluluğunuz karşısında duyduğum zevk sonsuzdur. Yüreklerinizdeki duyguları, kafalarınızdaki düşünceleri doğrudan doğruya gözlerinizde ve alınlarınızda okumak benim için olağanüstü bir sevinç kaynağı oluyor.
Şimdi karşınızda içime dolan en içten duyguyu, izninizi alarak, açıklayayım: İsterdim ki çocuk olayım ve sizin ders vermekle ışık saçan çevrenizde bulunayım, sizden feyiz alayım, siz beni yetiştiresiniz. O zaman ulusum için, daha faydalı olurdum. Ama ne yazık ki artık elde edilemeyecek bir isteğin karşısındayım. Bu isteğin yerine başka bir dilekte bulunacağım: Bugünün çocuklarını yetiştiriniz. Onları ülkeye, ulusa yararlı insanlar yapınız. Bunu sizden bekliyorum, istiyorum.
Bayan öğretmenler, Bay öğretmenler!
Belki de eski deyimle ‘muallime’ demediğim için, beni ayıplıyorsunuzdur. Ben dilimizde ille dişiliği belirten yabancı ekler kullanmanın gerekli olmadığını sanıyorum. Evet, erkek, kadın öğretmenler: Bilirsiniz ki ulusumuz büyük bir yıkım geçirdi. Devletimiz bir çöküntüye uğradı. Varlığımızı yeryüzünden silme yolunda birçok suçlar işlendi. Çok çalıştık, bugünkü başarıya ulaştık.
Bayanlar, Baylar!
Bir ulusu, uğradığı herhangi bir yıkımdan kurtarmakta, bir ulusu uyandırmakta, aydınların ne önemli bir ödevi olduğu gözden kaçamaz. Diyebiliriz ki bugüne ulus aydınlarının, doğruluğu, namusu, ulusu ve yurdu sevip kollayan çabaları ve hele günlük çıkarları hiçe sayan yüce duyguları ile kavuşabilmişizdir. Ama bugün ulaştığımız nokta, gerçek kurtuluş noktası değildir. Bu düşüncemi açıklayayım: Bir ulusun yıkımlara uğraması demek, o ulusun güçsüz, bakımsız, hasta olması demektir. Bunun için, asıl kurtuluş, sosyal yapıdaki hastalığı bulmak ve iyileştirme yollarını aramakla elde edilir. Ve ancak bilimsel yol tutulmuş olursa sağlık gerçekleşebilir. Yoksa derme çatma önlemlerle hastalık hiç iyi edilemez bir hale gelir. Bir sosyal toplumun eksikliği ne olabilir? Ulusu ulus yapan, ilerleten ve geliştiren güçler vardır: Düşünce güçleri, sosyal güçler…
Düşünceler, anlamsız faydasız, akla sığmaz saçmalarla dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Bir de sosyal yaşayış, akıldan mantıktan uzak, faydasız, zararlı birtakım görenek ve geleneklerle dopdolu olursa yaşama sayılamaz. İlerleyemez, gelişemez, inmeliler gibi olduğu yerde bocalar kalır. Ulusu ve ülkeyi kurtarmak isteyenler için coşkun sevgi, iyi niyet, günlük çıkarları hiçe sayma, evet, çok gereklidir ama toplumdaki hastalığı görmek, onu iyileştirmek ve toplumu çağımızın gereklerine göre ilerletip yetiştirmek için, bunlar yetmez; bunların yanında bilgi gerekir, teknik gerekir. Bilginin, tekniğin çalışma ve oluşma çevresi okuldur. Bunun için okulları açmak ve artırmak gerektir. ‘Okul’ adını hep birlikte saygı duyarak kutlayarak ayakta analım… Okul, genç kafalara, insanlığı saymayı, ulusu ve ülkeyi sevmeyi, bağımsız yaşamayı öğretir; bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için tutulması gereken en doğru yolu belleten okuldur.
Yurdu ve ulusu kurtarmaya çalışanların, seçtiği yolda ve yürüyüşte birer namuslu uzman, birer onurlu bilgin olmaları gerekir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak böylelikle her türlü girişimi güzel sonuçlara ulaştırmak elimizde olabilir.
Bayanlar, Baylar
Ülkemizin en bayındır, en alımlı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı yenip atan zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Orduların yönetiminde çağdaş bilgi kuruluşlarını kılavuz yapmaktadır.
Ulusumuzu yetiştirmek için asıl olan okullarımızın, üniversitemizin kurulmasında hep bu yolu tutacağız. Evet, ulusumuzun, siyasal, sosyal yaşamında da, ulusumuzun düşünce eğitiminde de yol göstericimiz bilgi ve teknik olacaktır. Okulla, okulun verdiği bilgi ile Türk ulusu, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün ince güzellikleriyle belirip gelişecektir.
Bayanlar, Baylar!
Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ilericiliklerin, vakit yitirilmeksizin, yayılması ve gelişmesi gereklidir. Bunun için bütün bilgi ve teknik insanları, bu uğurda çalışmayı bir namus borcu bilmelidirler. Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, yazarlarımız, ulusa, geçen yıkılış günlerini, bu yıkılışların gerçek nedenlerini anlatacaklar, söyleyecekler, bu kara günlerin geri dönmemesi için, yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır.
Bayanlar, Baylar!
Görülüyor ki en önemli ve verimli ödevlerimiz öğretim ve eğitim işleridir. Bu işlerde ne yapıp edip başarıya ulaşmamız gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yoldadır. Bu zaferin sağlanması için hepimizin tek can, tek düşünce olarak belirli bir program üzerinde çalışmamız gerekir. Bence bu programdan istenen ve beklenen iki şey vardır:
1- Toplum yaşayışımızın ihtiyaçlarına uygun düşmesi.
2- Çağımızın getirdiği ve gerektirdiği gerçeklere uygun düşmesi.
Gözlerimizi kapayıp herkesten ayrı ve dünyadan uzak yaşadığımızı düşünemeyiz. Ülkemizi bir sınır içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız. İleri ve uygar bir ulus olarak çağdaş uygarlık alanı ortasında yaşayacağız. Bu yaşama da ancak bilgi ile, teknikle olur. Bilgi ve teknik nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bir insanının kafasına koyacağız. Bilgi ve teknik için başka bağ, başka koşul yoktur.
Akla uygun hiç bir nedene dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında direnip duran ulusların ilerlemesi çok güç olur, belki hiç olmaz. İlerlemek yolunda bağları ve koşulları aşamayan uluslar çağa uygun, akla uygun bir yaşama içinde olamazlar; genel yaşamada görüşü geniş olan ulusların ellerine düşüp onlara tutsak olmaktan kurtulamazlar!
Bütün bu gerçeklerin ulusça iyice anlaşılması ve içe sindirilebilmesi için her şeyden önce bilgisizliği gidermek gerektir. Bunun için öğretim programımızın, eğitim davranışımızın temel taşı, bilgisizliği gidermek olmalıdır. Bu bilgisizlik giderilmedikçe yerimizde sayacağız. Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir. Bir yandan genel bilgisizliği gidermeye çalışmakla birlikte; öte yandan, toplum yaşayışında herkese örnek olacak, verimli ve etkili olacak kimseler yetiştirmek gerektir. Bu da ilk ve orta öğretimin günlük yaşamaya uygun olmasıyla gerçekleşebilir. Toplumlar ancak bu yoldan iş adamlarına, sanat adamlarına kavuşabilirler. Ulusal yeteneklerimizi geliştirecek, duygularımızı yükseltecek üstün insanları yetiştirmeyi de unutmayacağız. Çocuklarımızı bu öğretim aşamalarından geçirerek yetiştireceğiz. Kesin olarak bilmeliyiz ki iki ayrı parça halinde yaşayan uluslar zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize uygulayacağımız öğretimin sırrı ne olursa olsun, onları:
1- Ulusuna,
2- Türkiye devletine,
3- Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla savaşabilecek bilgiler ve araçlarla silahlandıracağız.
Özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak yolunda savaş vermeyi bilmeyen uluslar için yaşama hakkı yoktur. Bu uğurda savaş gereklidir.
Bayanlar, Baylar!
Açıkça söyleyeyim ki biz üç buçuk yıl öncesine değin cemaat halinde (ulusal bağları olmayan, rasgele, başka eğreti bağlarla bir araya gelivermiş olan bir topluluk halinde) yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya bizi, temsilcimiz ve yöneticimiz olanlara göre tanıyor ve değerlendiriyordu. Üç buçuk yıldır, ulus olarak yaşıyoruz. Bunun elle tutulur, gözle görülür tanığı yönetimimizin biçimidir ki bunu yasalar ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ diye adlandırmıştır.
Bütün dünya bir gün bile unutmasın ki Türkiye devletinin biricik ve gerçek temsilcisi, yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Aşağılık çıkarları için, kendi kişiliklerini korumak için ülkenin bağımsızlığını ve ulusun özgürlüğünü düşmana peşkeş çekmekte sakınca görmeyen, bağımsızlığı yok edecek hükümlerle dolu Sevr anlaşmasını onaylamaktan çekinmeyen sultanların bu davranışlarını Türk ulusu artık bir daha görmeyecek, ancak tarihte okuyup ibret alacaktır.
Bayanlar, Baylar!
Ordularımızın kazandığı zafer, sizin eğitim ordularınızın zaferi için yer açtı, yol hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak, siz koruyup sürdüreceksiniz, bunu başaracağınızdan kuşkum yok. Sarsılmaz bir inançla ben ve bütün arkadaşlarım, sizi gözeteceğiz, sizin karşılaşacağınız bütün engelleri kıracağız. Son bir söz: Sizin değerli bir toplum olarak Bursa’ya gelmeniz, yalnız Bursa’yı değil, bütün Anadolu’daki kardeşlerinizi sevindirdi. İstanbul’dan getirdiğiniz selamları bütün ulusa ulaştıracağız. Ben de sizden dileyeceğim ki oradaki kardeşlerimize selamlarımızı götürünüz. İstanbul’un talihi, İstanbul’da yaşayan öz Türklerin gönlündeki, vicdanındaki isteklere denk olarak belirip parlayacaktır.”
Atatürk’ün Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere Yaptığı Konuşma
Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkâr edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz. Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.”