Kitap ve Kütüphane'ye Dair
“Kütüphane nedir? Beşeriyetin hafızasıdır.” (İlber Ortaylı)
”Kitap, ruhun ilacıdır.” (Japon Atasözü)
Ülkemizde 1964 yılından beri Mart ayının son pazartesi günü ile başlayan haftası “Kütüphaneler Haftası” olarak kutlanır. Bu vesileyle kitabın ve kütüphanelerin önemi bir daha vurgulanır.
Hayatımızın her anında olması gereken duygular ya da vakaların benim nazarımda bir güne ya da bir haftaya yani belli bir ana indirilip, sığdırılıp, kategorize edilip kutlanması, anılması aslında toplumun o değerlerden, olgulardan ne kadar uzaklaştığını gösterir. Mesela sevgililer günü, babalar günü, anneler günü gibi… Bizim medeniyetimiz bir nevi aşk medeniyetidir. Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş-ı Velilerin, Hacı Bayramı Velilerin, Mevlanaların harcı vardır aşkımızda. Aşk ister beşeri ister ilahi olsun bizde hayatın merkezidir. Ama modern çağın hastalıklarına kapılan insanımız aşkı bir güne o da kapitalizmin mabetleri olan AVM’ler üzerinden kurgulanan alışveriş sektörüne hapsetmiştir; ya da babalarımız, annelerimiz… Elleri öpülesiler, ayaklarının tozuna yüz süresiler… “Cennet annelerin ayakları altındadır”, “babanın intizarı tutar” gibi öğretilerden bir güne hapsolan plastik duyguların cümlelerini kurduğumuz günlere geldik. Genellemeler elbette bizi doğru sonuca götürmez ama gittikçe bizi hayatta tutan maddi ve manevi değerlerin günlere, haftalara, aylara bölündüğü zamanlar içinde yaşamaktayız.
Bu günlerden bir gün, haftalardan bir hafta da “Kütüphaneler Haftası” olarak kutlanan unuttuğumuz kütüphaneleri, kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitapları bize tekrardan hatırlatan haftadır. Peki, kütüphane nedir diye soracak olursak kelime olarak Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük’te şöyle der: “kütüphane isim (kütüpha:ne) Arapça kutub + Farsça ḫāne” Yani; kısaca kitapların konularına, türlerine, alanlarına göre belli bir alfabetik sırayla dizilip muhafaza altına alınan ve okuyucuların, araştırmacıların istifadesine sunulan mekânlardır diyebiliriz. Bir de Kubbealtı Lugatı sözlüğünde şöyle hoş bir terimle karşılaştım onu da vermeden geçemeyeceğim. Kütüphâne fâresi diye bir ifade anlamı ise:” Ömrünü kütüphânelerde kitaplar arasında araştırma yaparak geçiren kimse”imiş. Ne güze bir ifade değil mi? Çok kitap okuyanlar için “kitap kurdu” diye bir ifade biliyordum ama bu tanımı yeni öğrendim. Bu da bize öğrenmenin yaşı, yeri, zamanı, mekânı yoktur hakikatini hatırlattı. Yeter ki bilgiye, ilme açık ol, onu talep eden ol, o seni eninde sonunda arar bulur. Peki, kütüphanelerin öznesi olan kitap nedir sorusunu soralım ve tabiiki “Kamus (sözlük) namustur” düsturunca sözlüğe bakalım Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğüne yine müracaat etmiş olacağız orada şu ifadeler geçer kitap için: “kitap –bı isim Arapça kitāb 1. isim Ciltli ve ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, basılı veya yazılı kâğıt yaprakların bütünü, 2. Herhangi bir konuda yazılmış eser, 3. Kutsal kitap.
“Söz uçar yazı kalır” ya da “kâğıda dökülmemiş söz suya yazılan yazı gibidir” derler. Yani kıymetli olan sözü, kelamı kelimelere, şekillere döküp gelecek kuşaklara aktaran ve kültürel mirasımızın devamını sağlamak bakımından en mühim rolü oynamada kitaplar vardır. Öyle olmasa Kuranı Kerim ayetleri bir kitap haline getirilip muhafaza altına alınır mıydı? Ya da mesela en mühim sözlü kültür ürünlerimizden olan Dede Korkut Hikâyeleri yazıya aktarılmasaydı zamanın yıkıcılığına ne kadar dayanabilirdi? Örnekleri çoğaltabiliriz: Bir iddianın bir duruşun eserleri olan Dîvânü Lugati't-Türk ve Muhakemetü'l-Lugateyn kitaplarıyla biz tekrardan “BİZ” olduğumuzu bildirmedik mi cümle cihana.
Bazen düşünürüm Moğol yağmasına maruz kalan Bağdat Kütüphanelerindeki eserler yağmalanmasıydı özde İslam dünyası, genelde insanlık hangi noktada olurdu. Derler ki; Bağdat’taki kitaplar yağmalanmasaydı insanlığın getirdiği medeniyet birikimi şuanki halinden 100-200 yıl ilerde olurdu diye dile getiririz. Geçmişi değiştiremiyoruz ama insanoğlu yaşadığı ana, çağa ve zamana karşı sorumluluğu gereği bugününden mesuldür. Bilginin, medeniyetin taşıyıcısı, muhafızları olan kitaplar ve onların ikametgâhları olan kütüphanelere karşı.
Kendimi hep bazı konularda kıyasıya eleştiririm bunlardan birisi de kitaplar konusundadır. Evet! Kitap okumaya çok geç, üniversite sıralarında başladım. O zamana kadar bu hususta gerekli ortamı yakalayamadım. Üniversitede aldığım kitapları da eve getirince çevremden şöyle sözler de duymuşumdur: “…. Çok okuma kafayı kırarsın, yine kitap mı aldın, ne yapacaksın bu kadar kitabı” vb…
Hâlbuki bizler Müslüman değil miydik? İlim Çin’de de olsa gidip almayacak mıydık, İlim Müslümanın yitik malı değil miydi? Kuranı Kerimi bezlere sarıp evin en ulaşılmaz köşesine koyunca günümüzün ilim ve fende en ileri milletleri arasına mı girdik. Hâlbuki her sayfayı, her kitabı didik didik etmemeli miydik? Kitaplar yalnızlıktan bize küskün değil bizlerle haşır neşir ola ola eskimemeli miydi?
Her zaman toplum olarak şöyle yakınmalarımız olur; “biz geride kaldık, çalışmıyoruz, eller aya biz yaya” ama bu yakınmaları giderecek tedbirler üzerinde düşünüp kafa yormayız. Sonra şöyle deriz; “bir tatil beldesinde Türk ile yabancıyı birbirinden ayırmak çok kolaydır. Yabancı denize girdikten sonra gelir kitabını olur, Türk ise denize girer çıkar ve tekrardan girer “diye. Aslında sorunun da çözümün de farkındayız ama kitaba karşı bigâneyiz. Öyle bir bigânelik ki dumana verilen miktarın kitaba verildiği takdirde sorgulandığı bir pespayeliktir. Bugün kaçımızın evinde küçük de olsa kendi ilgi ve alakasına göre bir kütüphanesi bardır. Evi güzel kılan nedir? Daha güzel halılar mı, daha güzel koltuklar mı? Yoksa evi de dünyayı da güzel kılan kitapla kibarlaşmış zekâların oluşturduğu fertler mi?
Bazen büyük Türkçü Atsız’ın Beyazıt Devlet Kütüphanesinde geçirdiği memurluk yılları aklıma gelir ya da kütüphanede yaşayan adam olarak bilinen hayatının önemli bir kısmını İslam Araştırmaları Merkezi kütüphanesinde geçiren Mehmet Niyazi aklıma gelir. Ortaya koydukları eserleri düşünürüm ve tabiiki rivayete göre Çanakkale Cephesinde çadırında Uygur Sözlüğü okuyan Mustafa Kemal. Sahi niçin bir komutan savaşın ortasında sözlük alır eline okur, bir de üstüne Uygur Sözlüğü niçin okur. 1990’lara kadar Türkiye’nin sınırları dışında Tük yaşadığını bilmeyen üstüne üstlük kadim yurdumuz Doğu Türkistan’dan habersiz olan yurdum insanı aklıma geldikçe Atatürk’ün dâhiliği ve ufkunun genişliğiyle bir daha yüz yüze karşılaşırız. Anıtkabir’e gittiğimizde Atatürk’ün okuduğu kitapları görürüz. Öyle bir okumak ki yanlarına notlar alınmış, şerhler düşülmüştür. Atatürk’ü Atatürk yapan bir özelliği de bu okumalardan çıkardığı yeni çözümlemeler değil mi? Yani nereye gidersek gidelim istersek başımızı kuma gömelim hakikat elbette bir tokat gibi yüzümüze şunu çarpacaktır: Kitaba karşı vefasız olanların kitaba karşı vefalı olanlar tarafından yönetileceğidir. Burada yönetilecektir derken elbette dünya ölçeğinde diyoruz ve ilmi, fenni elinde bulunduranların ilme, fenne karşı duyarsız olanları yönettiğini misalleriyle anlatmaya gerek yoktur zannedersem.
Bu Ülke’nin mütefekkiri Cemil Meriç “Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.” der; Türk Edebiyatının kelime hazinesi en güçlü kalemi Peyami Safa da: “Fikir sahibi olmaya mal sahibi olmaktan daha fazla ihtiyaç duyacağımız gün, gerçek zenginliğin sırrını bulacağız.” der. Bu kelamlar bize gösterir ki; öyle değil mi? düşünmeyen, üretmeyen, okumayan kitapla arasına mesafe koyan birisiyle tartışmaya girdiğimizde ne zaman galip geldik ya da sen de haklı olabilirsin cümlesiyle karşılaştık. Tam tersine şu cümleyle karşılaşabilir: “Sen ne biliyorsun” o cümleden sonra yeni bir söz etmeye lüzum kalır mı? Ya da hangi aile evladına mal, mülkten önce güzel bir kütüphane bırakmayı düşünüyor. Sonuçta “Mal da yalan mülk de yalan / Gel biraz da sen oyalan” dan maddenin, eşyanın esiri olmuş bir toplum haline yani ruhsuzlaşmış, kumandayla emirler verilen robotlara dönmüş bir halde değil miyiz? Hangimiz teknolojiye yenilmedik, televizyon beni esir almadı diyebilir. Üretmediğinin esiri olursun. Okumadığın bilginin kölesi olursun. Kaçımız kumandanın düğmesine basıp ailesiyle beraber kitap okuyabiliyor. Yapmadığımız davranışları başkalarından bekleme hakkımız var mı? Elbette yok. Okumayan anne ve babalar çocuklarının okumasını istiyor, okumayan öğretmenler öğrencilerinin okumasını istiyor. Kimse kendinden başlamıyor. Kimse kendi evine dönmüyor.
Önce kendimizden başlamalıyız kitaba dost olmalıyız. Bir hava gibi ekmek gibi bir su gibi ihtiyaç hissetmeliyiz. Sonra çevremize yaymalıyız. Elinden tutup çocuğumuzu AVM’lerin oyun alanları yerine kütüphanelerin bahçelerine oradan kitapların arasına dâhil etmeliyiz. Her kitabın bir kokusu bir tınısı vardır. Çekmeli kitabın kokusuna içine çocuk, duymalı tınısını kitabın, dokunmalı, yırtacak, atacak diye korkmamalıyız. Orda çocuğun kitapla kurduğu iletişimi kesmemeliyiz. Halka halka yayılmalı kitabın kokusu topluma bir köy ekmeğinin kokusu gibi “yabancılar otobüste kitap okuyor, ya adamlar tatilde dahi elinden kitabı düşürmüyor sözlerini bırakıp; okumakla, kitapla, kütüphaneyle tekrardan helalleşip barışmalıyız. Aklın, bilimin, hakikatin yolunu; gönülle kitabı harmanlayarak tekrardan keşfetmeliyiz. Çıkmalıyız bir hafta sonu yolumuz kitapçılara düşmeli onlarla son çıkan kitaplar hakkında bir çayın sıcaklığında muhabbetin demini almalıyız. Hafta içi okula gittiğimizde öğrencilerimizin elinden tutup kütüphaneye götürmeliyiz. Okullarımız ile kütüphanelerin öğrencilerimizin zihnindeki yerini tekrardan inşa etmeliyiz. Devlet büyüklerimizi elinde kitap okurken, kitapçıda kitap alırken, kütüphanede raflara göz atarken görmeliyiz.
Velhasıl sözün, kelamın hikmetin görünür kılındığı, ele avuca sığdığı kitaplarla ve kitapların muhafızları olan kütüphanelerle sadece anma toplantıları çerçevesinde değil sahici bir kavuşmayla birbirimize sarıldığımız gün özlenen günlerimiz gelecektir.
Muhabbetle, sağlıcakla bir de kitapla kalın…
Mustafa ORAL