BUGÜNÜN ÇOCUKLARI YARININ BÜYÜKLERİ
Saflığın, masumiyetin, berraklığın ifadesi olan çocuklar… Toplum olarak en az yatırım yaptığımız, belediyelerin -nihayetinde oy kullanma hakları olmadığı için- yeterince nefes alabilmeleri için alan açmadığı, büyükleri tarafından “Ne anlar” ithamıyla karşılaşıp; fikri sorulmadığı, yaramazlık yaptığı için dünün küçükleri, bugünün büyükleri tarafından camilerden kovulan, şehirlerin soğuk betonları içinde boğulan, apartmanların içinde hapsolan geleceğimizin teminatı, yarınlarımızı emanet edeceğimiz çocuklar…
Hani bir atasözümüz vardır: “Ağaç yaşken eğilir” diye bu atasözünü dillendirenler hiç düşünmüşler midir? Acep ne demek istiyor atalarımız diye. Nihayetin bu sözlerde yüzyılların birikimi, tecrübesi vardır.
Kendi köyümdeki çocuklar aklıma gelir ve çocukluk dönemlerimiz… Eve akşam ezanında gelinen, seksekten, yakar topa, beş taştan, kovalambaç, saklambaç gibi birçok oyunlarla arkadaşlık ilişkilerimizin ilk nüvelerinin atıldığı oyunlarla hemhal olurduk. Bir de şehirde yetişen çocuklar vardır. Dört duvar arasında ellerinden tablet, akıllı telefonlar ailelerin bedenen yanımızda diye huzurlu hissettikleri ama ruhen nerede olduğunu bilemeyecekleri çocuklar gelir aklıma.
Edebiyatımıza baktığımızda da çocuk edebiyatının yeterince gelişmediği aşikârdır. Ama çocuk edebiyatı deyince muhtemelen ilk akla Kemalettin Tuğçu, Mustafa Ruhi Şirin gibi yazarlar akla gelir. Başka Denizli’de ikamet eden ve Türk Destanlarını masallaştıran, hikayeleştiren Hasan Kallimci, Saihli’de ikamet eden edebiyatçı Gündüz Aydın, Manisa’da ikamet eden Alper Tunga Kumtepe gibi yazarlar ilk aklıma gelenlerdir. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah” diye 12 bölümden oluşan bir şiir kitabı vardır. “Bu Eller Miydi?” şiiriyle başlar; “Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi.
Arzu dolu, yaşamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.”
Diye başlar şiir ve devam eder. Küçüklerden çok büyüklerin bir zamanlar küçük olduklarını unutmamaları için okuması elzem bir kitaptır. Ziya Gökalp’in Çocuk Duası adlı şiiri hatrıma düşer. Duanın en saf, en temiz, en içten halini de O’nlar söylemez mi? Çocuk Duasının son dörtlüğüne kulak verelim: “Her sabah erken
Düdük etmeden
Sınıftayım ben
Elhamdülillâh”
Okula giden bir çocuğun nasıl bir heyecan duyduğunu anlatmaya gerek yok zannedersem.
Nazım Hikmet; “Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar” diye seslenir. Sahi bir günlüğüne versek ne kaybederiz ya da ne kazanırız. Sadece 23 Nisan’da protokol icabı bir dakikalığına kameralara görüntü vermek için değil de sahiden bir 24 saati onlara versek çok güzel olmaz mı dünya? Belki de bu sayede çocuk tecavüzlerinin önü kesilmiş olur. Savaşlardan dolayı artık çocuk ölümleri son bulmaz mı? Gerçi hiç çocuğun olduğu yerde savaş olur mu en fazla su tabancasıyla birbirlerine muzırlık yaparlar. Hele çocukların olduğu yerde açlıktan ölen çocuk olur mu? Büyüklerin aç gözlüğüne, bitmek bilmeyen hırslarına karşı çare belki de dünyayı çocuklara emanet etmektir.
Bizde belki de çocukları en iyi Barış Manço anlamıştır. “Barış MANÇO İle ADAM OLACAK ÇOCUK” programı ile sahiden çocukların dinlenmediği bir yerde onları dinlemiş, fikirlerinin alınmadığı bir yerde fikirlerini almıştır. Kaç nesil, bu programları zevkle seyrederek büyümüştür.
Çocukların yetişmesinde en önemli hususlardan birisi de muhakkak rol modellerdir. Günümüzün şartlarında bu husus gerçek âlemden ziyade sanal âlemde üretilen, televizyonlar tarafından sunulan karakterler çok daha önemli olmaya başlamıştır. Her insanın içinde bulunduğu bir kültür, bir medeniyet dairesi vardır. Ve bu daireden hareketle ruh dünyası, anlam dünyası, hayal dünyası teşekkül eder; gelişir. Çocukluğuma doğru bir yolculuk yaptığımda “Gölgelerin gücü adına” diyen HE MAN, VOLTRAN, RED KİT, MÜFETTİŞ GADGET, KAPTAN TSUBASA gibi çizgi filmleri büyük bir zevkle seyrettiğim hatrıma düşer. Ama baktığımız o çizgi filmlerin alt metinleri bize ait değildir. Çıktığı ait olduğun yerin izlerini taşır. Yine o dönemlere baktığımda bugün güldüğümüz ama o günkü çocuk hâletiruhiseyinde bizlere derinden tesir eden Kartal Tibet’in Tarkan, Cüneyt Arkın’ın, Battalgazi, Malkoçoğlu filmleri hatrıma düşer. Ve derim iyiki o filmler çekilmiş ve bizler seyretmişiz diye yoksa hepimiz o yaşlarda birer Battal, birer Malkoçoğlu olmaya nasıl kalkacaktık.
“Ne ekersen onu biçersin” diye bir atasözümüz vardır. Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklara ne gibi imkanlar, olanaklar sunarsak ilerde de onu alacağımız muhakkak. Hele ki Türk toplumu gibi genç nüfusu ile övünen bir toplumda hangi düşünceye, hangi fikre mensup olursan ol evvela bir “çocuk davası”nı hareket noktası haline getirmen elzemdir.
Elbette bir yazıyla bu meseleyi halledemeyiz; sadece yazıyı okuyanlar için suya atılan ilk taşın zamanla çevresinde yeni halkalar oluşturup genişleyeceği gibi biz de bir derecelik farkındalık oluşturmayı başarırsak bahtiyar oluruz.
İçinizdeki çocuğu kaybetmemeniz ve kulak vermeniz dileğiyle…
(Ayrıca; bu yazımı dün mandıracıdan evin ihtiyaçlarını alıp geri eve dönerken koşup yanıma gelen elimdeki poşetleri “Hocam siz durun” deyip alan ve bana bu yazıyı yazdıran mahallemin delikanlılarına ithaf ediyorum. Var olsunlar…)