Güneş elini ayağını çekiyordu usulca üzerimizden ve yaşadığımız bu coğrafyadan ve güzel bir rüya gibi koynuna alıyordu bizi Sonbahar. Hayat denen bu yolda yürüyoruz, adım adım
Yol alıyoruz. Bazen acelemiz varcasına koştuğumuz zamanlarda olmuyor değil. Yolların kaldırımlarını süsleyen bazen de yol vermez olan ağaçlar, sessizce adeta gözyaşı damlaları gibi birer birer döküyor, rengini ve canlılığını kaybetmiş, kaybetmeye yüz tutmuş yapraklarını.
Parklardaki çeşit çeşit, bir o kadar da güzel ağaçlarda dökülecek yaprak kalmadı desek yeridir. Yapraklarını ısrarla muhafaza etme mücadelesi verenleri de kutlamak gerekiyor, verdiği mücadele ve yaşama arzusu sebebiyle. Karakışa doğru yolu koşar adım geçmeye çabalıyoruz. Kara bulutlar gökyüzünü kaplarken kara haber tez duyuluyor sessiz çığlıklarıyla. Yaşadığımız sürece ritmini kulaklarımızda devreden zaman ile birlikte duyduğumuz yağmur birden sökün ediveriyor ak, gri, gümüşi, kara bulutların ardından; hırsını alamamış bir delikanlı hoyratlığıyla, önüne çıkan her şeye hafif, ağır darbeler vurarak. İnce bir sızı gibi başlayıp dayanılmaz acı halini alan gürlek sesiyle bazen korkutuyor, bazen de canlarımızı yakıp dövündürüyor.
Ardından o soğuk, o dondurucu soğuk, bizi davetkâr bir eda ile içine, en derine doğru çekiyor. Sıcak günlerin rehavetini üzerimizden elbiselerimizi çıkarırcasına çıkarıp yakıcı soğuğun içine doğru çekiyor ha çekiyor. Hala farkında olmayanlarımız var. Yemyeşil ama boy boy yapraklar o dinlendirici, rahatlatıcı yeşilliklerinden kurtulup sarının bütün tonlarını, koyu kahverengine varana dek bize göstermekte birbiriyle yarışırken tam bir şölen havası veriyor.Oysa bundan bir adım ötesi hali terk etmektir. Ölüme doğru yönelmiş yeşil sineler kol kola girmiş halay çeken insanlar gibi mutlu gözüküyorlar. Şölen havası bütün ağaçları sarhoş etmiş kendinden geçercesine sallandırıyor. Yapraklarını teker teker bırakıyorlar toprağın kara bağrına. Acaba farkındalar mı başka bir baharda tekrar doğacak olanlara can olacaklarının?
Mazide mi kaldı o ılık, o serin sonbaharın başlangıcı. Artık şen şakrak düşecek binlerce yaprağın hiçbiri yok. Rüzgâr esince engelsiz, manisiz yalıyor hatta yakıyor ağaçların örtüsüz kalmış bedenlerini. Ritmine alışkın olduğumuz yağmur her yerini ıslatıyor örtüsünü yitirmiş ağaçların. ‘Acaba açıkta kalırsa insanoğlu ne olur hali’ düşüncesi bir kurt gibi kemiriyor beynimizi. Çaresizliğimiz örtüyor gözlerimizi, görmüyoruz olup biteni ve yok sayıyoruz acıyı.
Sonrasında soğuk gelecek… İliklere kadar işleyen kanımızı donduracak soğuk. İşte bu belki hiç bilmediğimiz acıların en acısı. Parmak uçlarının parmağa battığı, tırnak uçlarının sızım sızım sızladığı soğuk gelecek. Sırt verdiğimiz devrilmez dediğimiz ağaçlar son baharın ayrılığından dövünüp yolunurken, kahrından kupkuru dal olurken, düşkünlerin evsizlerin barksızların hali nice olacak. Yağan her yağmur damlası ardından gelecek felaketin haberini mi getiriyor? Bütün varlığıyla bir anda hiç olmanın acı muştusunu mu?
Bir ömürlük dünya saltanatının sona erdiğini sonbaharda öğrenen insan, yeterince geç kaldığını fark edecek mi? Yoksa umursamaz bir halde yoluna devam mı edecek?
Artık sonbaharlar da bitiyor. Kışın gelmesi çok yakın. Yaşadıkça bir ağacın dalında bağlılığını sonuna kadar muhafaza eden yapraklar, toprağın üstünde ve altında kaybolurken, halden hale girerken ne elemlerle karşılaşıyor. Sırtında yüküyle toprağın üstünden altına doğru yol alan insan, sırtına aldığı yük ile ne yapacak. Son baharlar bitiyor. Kış geldi gelecek. Ömür bitti bitecek. Zaten sonbahar ölümden önceki durak değil miydi? Sonbahar ölüme bir kapı değil miydi?
Daha fazla örselenmeden, daha fazla sararıp solmadan yapmamız gereken bağlılığımızı sıkılaştırmak sadakatimizi belli etmektir. Kuruyan bir yaprak değil ebedi yeşerecek bir ağaç olmaktır. Gayretlerimiz karşılık bulsun, sonumuz hayırlı olsun…12/10/2011 Muammer Azmak