SONBAHAR
Bir gecenin yarısında, bir kuytulukta ya da bir koyakta dalından koparılmış yüzleri görmek yüreklerimizi ne kadar kederlendirir? Canlılığını yitirmiş bedenler gibi devrilivermiş renk armonisi gövdeler ruhumuzu ne kadar mütehassis kılar? Bu yeşil deryanın içerisinde bir süre daha gönül eğlemek kim istemez? Büyü bozulsun, soğukluk tekrar nüksetsin, en son arzu edilecek bir hal değil midir? Kutsallığını kaybetmiş, ululanmaktan vaz geçilmiş aciz varlıklar gibi çiğnenmekten kim hoşlanır? Reva mıdır kullanılıp atılmak?
Pervazları sökülmüş, boyaları dökülmüş kapı aralığından sabit gözlerle şehrimin değişen çehresine dalmış, dalgın dalgın yeni yüzünü takınmasını izliyorum. Sanki bir yıkım var. Sanki bir yangın var. Sakin, lakin soğukkanlı bir değişimin habercisi çukurların örtüsü, hışırdayarak bir birine şikâyet eyleyen yapraklar ve onları teselli etmeye çalışan yüzü soğuk, gönlü sıcak, gözleri nemli toprak ana. Uzun zaman sonra sardığı sevgilinin kokusunu içine çekercesine bir sarmaşma. Kim demiş ayrılık güzel değil diye?
Sessizlik, derin anlaşılmaz bir sessizlik. Sükût… Bazen çok şeyler anlatır anlayıp dinleyenlere ya da görüp gözetenlere… Zorla hançerlenmiş sevgililerin son bir gayretle birbirine tutunma çabalarının neticesiz uzanışları, gazete parçaları, naylon kalıntıları ve dalından koparılmışlar. Kim bu efkârlarıyla birbirlerine tutunmaya çalışan yarı ıslak, yarı kuru gövdelere parmaklarıyla dokunma cesaretini bulur? Kim bu derin çukurlara yuvarlanmış bedenlerini tutup kaldırır onların? Yürekler bilinçsiz bir taş kesilme örneği sergiler, ezer geçer onları üzerine basa basa, hiç umursamadan. Gülücükler umursamayan çehrelerde donup kalır öylecene.
Umutlar taşınamaz olur yarınlara. Kurban fırtınasına tutulmuş yapraklar Allah der atar kendini yerlere. Acıya duyarsızlaşmış damarlar gibi uzanmış kollar ve dallar kendilerinden koparılarak çok uzaklara götürülenlere el bile sallamaktan acizlenir. Bir ayin güzelliğindeki hayat onları törenin dışına çıkarmak için bayağı bir gayretkeşlik içerisinde. Buna mukabil kurbanlar hiç ağlamazlar. Akan kan, çıkan can sanki onların değilmişçesine. Boyunlar bükük, yürekler daralmış, nefesler tutulmuş, bir verimlik can kalmış elde. Tutunma çabalarının hepsi nafile.
Yerlerdeki, kaldırımlardaki sararmış-solmuş-ölmüş yapraklar biteviye eşlik etmeye devam ediyor bana ama bu yoldaşlıktan habersiz bir halde. Bir yandan bu yangını söndürmeye çalışan yağmur diğer yanda yangından kalan külleri süpürmeye çalışan emektar çöpçümüz eşliğinde yürüyorum. Çöpçümüz kızgınlığını sözlerine devrederken yağmur omuzlarımıza kurulup alaycı bir çocuk muzipliğinde beni ıslatıyor. Yükünden kurtulmuş bir hamal tavrıyla üzerime, inadına üzerime gelmeye devam ediyor.
Neden sonra fark ediyorum üşüdüğümü ve rüzgâr bir tokat gibi yüzüme çarpıyor acımasızca, hoyratça. Takibe uğramışçasına adımlarım sıklaşıyor. İlk saçak altına sığınıyorum evvela, sonra kapıdan içeri giriyorum aklımdakileri geride bırakmadan. Derin bir nefes alıyorum sıcak havadan, çaktırmadan ellerimi ısıtıyorum yanmayan sobadan ve demli bir çay istiyorum bana ısrarla bakan ocakçıdan. Çöküyorum yükünü almış bir gemi misali olduğum yere. Dönüşümlerin, değişimlerin sancısız, acısız olduğu günlerin özlemi hayata tutunma sebebimiz olsun diye diye.
İçimden üzülüyorum kimseye belli etmeden. Aynı daldan aynı yaprak bir daha düşmez deyip seviniyorum. Bastığım yerlerde binlerce sonlanmış hayatlar. Aldırmıyorum herhalde… ‘Ne yapalım mevsim sonbahar’ deyip bir türkü tutturuyorum, mırıldanıyorum ne dediğimi kendimde anlamadan, yürüyorum. Duyarsız davrananların uyarıcıları hiç eksik olmasın, kasıtlar sert rüzgârlar gibi dallarını, kollarını ve yapraklarını hiç kırmaz olsun. Olursa şikâyet çok yaşamaktan olsun. 21.10.2013 MUAMMER AZMAK