ŞEHİR VE İNSAN
Sabahın seher vaktiydi, sessizliğin bütün ihtişamıyla kendisini hissettirdiği daracık demlerde, derin mi derin bir nefes çekişiyle bıraktım ayaklarımı, hedefi sonradan belirlenecek bir yürüyüşün kollarına. Her aldığım solukta, şehir beni kendine daha fazla çekerek; yürü yürüyebildiğin kadar sokaklarımda, caddelerimde, meydanlarımda, parklarımda, benden bihaber yaşayan adam fısıltısıyla eşlik ediyordu…
Adımladım parklarını enine boyuna; baştanbaşa yatayına dikeyine girdim sokaklarının; meydanlarını avarece turladım, yakaladığım fırsatı iyi değerlendirmekti muradım. Her zaman kalabalığın baş döndüren kesafetinden göremediğim ayrıntıları fark etmek, yetmez, zihnime kazımak istiyordum bu şehrin…
Baktığım bütün köşeler, koynunda sakladığı hazineleri, gizlice gösteriyordu. Geçmiş tarihin terkinleri bir kolyenin zümrüt taşları gibi teker teker kendilerini ortaya bırakıveriyordu. Yüzyılların ötesinden seslenen sebil çeşmeler, yiğit duruşlarıyla ayakta kalmış hanlar, hamamlar, el atacak ve bahtsızlığımızı giderecek yok mu diyen viraneler…
Boştu tamamı durakların lakin asık ve gergin suratların siluetleri bekliyordu sahiplerinin yerlerini. Bitik yorgun çehreler dizilmişlerdi kaldırım kenarlarına jestsiz ve mimiksiz. Gideyim mi döneyim mi kararını veremeyen mecalsiz ayaklara inat; aceleciliğini, geç kalmışlığını âleme ilan etme telaşıyla koşan topuğu ile ardını döven uyku kaçkını yetişkinler, ardından sökün edip gelirken söylenen geçkinler, kısacası yaşadığımız şehrin insanları…
Sonbahar iyice kışa dönmüştü, eser vardı sertçe havada, incecikten yağmur çiseliyordu, zaman zaman şiddetini arttırarak dağdan aşağılara korku salan seslenişiyle geliyordu dalga dalga. Kaldırımsız yerler yutuyordu suları, kayboluyordu bir kısmı taşların arasında, asfaltla beton birbirleriyle inatlaşarak benden değil ondan geç-git diyerek yol veriyorlardı, dizgin olacakları sabırsız sulara, bu şehirde…
Sessiz çoğunluk mu sessiz yığınlar mı hala ayrımını yapamadığımız kalabalıkların çaresizliği belki de devlet nerede nidalarına verilmeyen cevapların yokluğunun kol gezdiği ümitsiz şehir insanları. Öteki olanların dahi vardır acısı düşüncesine hissedar olan şehir insanları, düşünemediklerinin en az hatıra getirdikleri kadar önemini bilen insanların şehri…
Sıcaklığın kantarının topuzunu kaçırdığı demlerde, kendisini dolandıran akıl terazisinin topuzunun ayarı kaçan bireylerinin çokluğu ve onları kendi haline bırakmayan barınak evi olan şehir. Yüklenilen ağır dünya yükünün geride bıraktığı tonlarca acısı altında hayatı yaşanılır kılmaya çalışan yalnızları yalnız bırakmayan şehir…
Bütün mekanik, durağan, devinimli yerleşkelerin manzaraları birbirini andıran yapılara sahiptir. Aynısının tıpkısı manzaralarla karşılaşmak sıradan olaylardır. Türkü evleri, barlar, kafeler, restoranlar, kahveler, sokaklara taşan dükkânlar, yayalara yapılan kaldırımların işgalleri, yerlere atılan çöpler, izmaritler, rast gele yapılan otomobil parkları, yaya geçitlerini kullanmayan yayalar, çöpe atılan geri dönüşüm atıkları, çeşit çeşit ekmek yığınları, sayılabilecek daha nice emsaller…
Yöneticilerinin keremine, lütfuna bırakılmış, hayatı otomatiğe bağlamış, sıkıntılarını dillendirmeyen ve sinesini acıların döşeği eylemiş şehir insanları. Gittikçe içe kapanan, yalnızlığından yük olmasın diye hiç söz etmeyen, kısır döngülerin oyuncağı olmaktan dolayı sosyal hayata sırt çeviren şehir insanları…
Her dakikasında, saatinde, gününde, birlikte yaşadığımız kentlerin yaşanabilirlik kalitesini arttırmak için seslerin yükselmesi gerektiğinin farkına varmanın vakti geçip gitmektedir. Kırık dökük yapılanlar yeterli olmamaktadır. Hayallerimiz de kirlenmeden davranmalıyız ey şehir…
25.10.2016 Muammer AZMAK