Türkiye ve Batı Türklüğü (3)
BÜYÜK Türkiye’nin toparlanması ne imkânsızdır, ne bir ütopyadır, ne de gayrımeşrû bir ülküdür. Sovyet Bloğunun çökmesinin hemen ardından Doğu ve Batı Almanyaların bütünleşmesi ne denli doğal ve kaçınılmaz bir olay idiyse, dil-kültür ve etnik köken itibariyle bağdaşıklık arzeden üç Oğuz cumhuriyetinin (Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan) birleşmesi de o derece doğaldır. Daha da ötesinde, Batı Türklüğünün istikbali ve istiklâli için bu kaçınılmaz bir görevdir. Elbette muhtemel genişlemenin demokratik yolları tercih edilmelidir. Misâl olarak, Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan cumhuriyetleri halkoylaması yoluyla “tek devlet–tek meclis–tek alfabe” çatısı altında bütünleşebilir. Söz konusu birleşmeden kasıt bir federasyon yahut konfederasyon değil, “tek toplumlu” üniter bir yapılaşmadır. Böylelikle, onbirinci asrın başlarında dağılmış olan Yabgulu Oğuz Devleti bir anlamda tekrar diriltilmiş ve geliştirilmiş olacaktır. Bu tasarı hayâlden gerçeğe dönüştüğünde ise her üç vatanın halkları kısa zamanda karışıp kaynaşabilir. Bunun içinse karşılıklı göç hareketlerini teşvik ve tanzim etmek gerekmektedir. Elbette -üçlü birleşmeyle- yüzölçümü bir buçuk milyon kilometre kareye uzanacak olan yekpâre Oğuz vatanını il sistemiyle yönetmek mümkün olmayabilir. Fakat eyalet sistemi de mahzurludur. Şu hâlde Osmanlı deneyiminden yararlanarak, il ile eyalet sistemleri arasında bir yerde bulunduğunu düşündüğümüz Tanzimat sonrası vilâyet sistemine sıcak bakabiliriz. Yine de, Türkiye ile Azerbaycan’ın birleşmesinde il sistemi özenle muhafaza edilmelidir. Üçlü birleşme hâlinde ise, özellikle Türkmenistan’ın seyrek nüfusunu perçinlemek icap edecektir. Bu amaçla Anadolu’dan dört milyon ve Azerbaycan’dan bir milyon insanımızı Hazar-ötesine yerleştirmeyi düşünebiliriz. Hedef toplumsal bütünlüğü pekiştirmek, çağdaş ve ileriye yönelik ihtiyaçları karşılayacak standart kültürü maziye dayanarak yeniden oluşturmaktır. Söz konusu üç cumhuriyetin Müslümanlık-Türklük-Oğuzluk asabiyetlerine dayanan birlikteliğini takiben Musul, Halep, Rumeli, Kırım, Dağıstan, Horasan ve Mangışlak gibi yörelerin peyderpey ilhakı da gündeme girecektir. Daha ötesi şimdilik kızılelmadır.
Daha önce de vurguladığımız üzere, Türk Birliği hâlihazırda mümkün değildir ve hattâ sakıncalıdır. Zira Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri buna hazır olmadıkları gibi, karmaşık nedenlerle istekli de değildirler. Kaldı ki Türkiye’nin de hazır olduğu söylenemez. Özbekistan’ın Aksak Timur’un şahsında ifadesini bulan önderlik hülyası, Kazakistan’ın Slav ağırlıklı nüfus yapısı, Doğu Türkistan’ın meçhul istikbâli, Çin-Rusya-ABD-AB gibi güçlerin muhalefetleri ve entrikaları Türk Birliğinin önündeki engeller arasındadır. Söz konusu engellerin aşılabilmesi için zamana ihtiyaç vardır. Bin yılın deneyimine sahip Türkiye Devleti düşlerle oyalanmak yerine, vakit yitirmeksizin Oğuz Birliği ülküsünü kâh açıktan açığa ve kâh kapalı kapılar ardında gündeme getirmeli, gerek demokratik yöntemlerle, gerekse ileri batı devletlerinin çıkarları gereği uyguladıkları antidemokratik yöntemlerle Batı Türklüğü câmiasına mal etmelidir. Şunu unutmamalıyız ki, Yeni Dünya Düzenine Don Kişot dürüstlüğüyle yahut tek başımıza barışçıl enayiliklerle direnemeyiz. Yeni Dünyacıların itiraf ettikleri üzere: Tek dünya devleti propaganda ile, para harcayarak, kan dökerek kurulacaktır!
Yukarıdaki paragrafta Türk Birliğinin kurulmasının şimdilik mümkün olmadığını açık yüreklilikle vurgulamıştık. Fakat bu imkân kısırlığı kuşkusuz ki müzmin değildir. Türk Birliği er-geç dünya sahnesindeki yerini alacaktır. Daha doğrusu, insanlığın huzuru için almak zorundadır. G ezegenimiz yakın gelecekte değil şimdiden ABD, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu, Hindistan ve Çin’den ibaret beş süper yahut süperimsi kutup marifetiyle kuşatılmış durumdadır. Böylesi bir ortamda, geride kalan devletlerin tam bağımsızlıklarını korumaları ve geliştirmeleri mümkün olamaz. Özellikle Türk-İslâm dünyası büyük tehdit altındadır. Söz konusu beş büyük gücün hükümranlık sahaları arasında sıkışıp kalmış olan Türk cumhuriyetleri varlıklarını nasıl sürdüreceklerdir? Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti hariç, öteki Türk cumhuriyetlerinin orduları bile yoktur. Bu konuda yalnızca Azerbaycan Cumhuriyeti ciddî adımlar atmaya çalışmakta, Türkiyeli subayların yardımlarıyla millî ordusunu kurmaya gayret sarf etmektedir. Diğerleriyse -göstermelik bağımsızlık düşleriyle- yöresel kimliklerini Türk kimliğinin yerine ikame etmek arzusuna kapılmışlardır. İnsanlığın huzuru bir yana, her şeyden önce Türk dünyasının en azından birkaç yüzyıllık bekasını garanti altına alabilmek kaygısıyla, Türk cumhuriyetlerinin birleşmesi olmazsa olmaz bir şarttır. Ne var ki, sıcak Rus işgali döneminde Türk kimliğinden ciddî derecede soyutlanmış olan soydaşlarımızın ikna edilmeleri ve bilinçlendirilmeleri sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Onlar, hâlihazırda, ateşle oynadıklarının farkında bile değildirler. Bu nedenle Türkiye siyasetçileri, aydınları, işadamları, resmî kurumları ve sivil toplum örgütleri soydaşlarımızı kutsal dâvâya kazanmak yolunda bütün imkânlarını seferber etmek mecburiyetindedirler. Bu uğurda gerekirse -ki gerekecektir- zora başvurmak dahi ciddî ve kararlı siyasetin ilkesidir. Ayrıntılara dikkat edildiğinde görülecektir ki, Avrupa Birliği anti-demokratik icraatlarla kurulabilmiştir.
Bin yıllık uzun tarihinde iki kez cihan gücü olmayı başarmış ebed-müddet Türkiye Devleti, soydaşlarını tek bayrak altında toplamaya muktedir yegâne kurumdur. Bunu ne pamuk ve altın ülkesi Özbekistan başarabilir, ne de Baykonur uzay üssüyle övünen Kazakistan. Fakat şu da bir gerçektir ki, Türkiye Devleti’nin mevcut nüfusuyla ve toprağıyla süper güce dönüşmesi düşünülemez. Ne ABD gibi dokuz küsur milyon kilometrekarelik araziye malikiz, ne de Çin gibi milyarlık bir nüfusa. Kuşkusuz ki, toprağın ve nüfusun rakamsal keyfiyeti tek başına fazla bir anlam ifade etmez. Meselâ Avustralya yüzölçümü itibariyle Çin’e yakındır; Bangladeş neredeyse Rusya kadar kalabalıktır; ama bu devletler dünya üzerinde herhangi bir yaptırım imkânına ve büyük ülkülere sahip değildirler. Yine de, bayındırlık görmüş toprak genişliği ve nitelikli nüfus yoğunluğu bir arada değerlendirildiğinde, süper güç olmanın koşulları arasında yer alırlar. Demek oluyor ki, Türkiye Cumhuriyeti, bölgesinin başat devleti olmanın ötesine sıçrayabilmek istiyorsa (ki bu istekten ziyade Tanrısal bir görevdir) bir biçimde genişlemek zorundadır. Fakat nasıl bir genişleme? Osmanlı’nın yaptığı gibi Arabistan ve Kuzey Afrika mı fethedilecektir? Tabiî ki hayır. Türkiye’yi cihan devletine dönüştürebilecek tek alternatif vardır, o da Türkçe konuşan ülkelerin birlikteliğidir. Ancak, sağlam temeller üzerinde inşa edilmemiş birlikteliğin uzun ömürlü olacağını varsaymak da safdilliktir. Dünkü Sovyetlerin ve Yugoslavya’nın dağıldığını gördük. Rusya Federasyonu da şöyle ya da böyle dağılacaktır. Keza Amerikan emperyalizminin dayatmaya çalıştığı federatif Irak’ın dahi akıbeti şimdiden meydandadır. Hattâ yapay Avrupa Birliği’nin istikbali de dikenli tellerle doludur. Aynı tehlike -konfederasyon yada federasyon sistemiyle bütünleşmesi durumunda- Türk Birliği için de geçerlidir. İstikrarlı bir dayanışma için Türk dilli toplulukların kaynaşması elzemdir. Kısacası, tek yol yeşil veya kızıl devrim değil, bir millet hâline gelmektir.
Türkiye öncelikle Azerbaycan, Türkmenistan ve Kırım ile buluşmaya yönelmeli; ortak Türkçe, ortak parlamento, ortak kültür ve müşterek hayat tarzına hayatiyet kazandırmalı; özetle Oğuz Birliğini sağlamalıdır. Hedefe adım adım, tabiri câizse sindire sindire gitmek en akıllıca yol olacaktır. Bu uğurda sportif etkinliklerden bile yararlanarak liglerimizi birleştirebilir, yahut Avrupa kupalarından ilhamla Türk Dünyası kupaları organizasyonları düzenleyebiliriz. Aynı amaçla, edebiyat-tarih-sosyoloji başta olmak üzere, muhtelif sanat ve bilim dallarında Türk dünyası ödülleri ihdas edilmelidir; (keza ulu önderimizin Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesini kurdurması pek anlamlıdır). Meselâ bir Bozkurt Akademisi kurularak sosyal bilimler alanında müşterek çalışmalarda bulunulabilir. Savunma sanayiinde de ortak projelere girişmek mümkündür. Bilhassa Türk ordularını yabancı teknolojilere bağımlı kalmaktan kurtarmak hedefiyle Türk savaş uçakları, denizaltıları, tankları, füzeleri ve bir uçak gemisi üretilebilir. Bu arada uzay çalışmaları da ivedilikle başlatılmalıdır; çünkü istikbal göklerdedir. Muhkem bir tarzda Oğuz Birliğinin sağlanmasının ardından sıra Özbekistan’a gelecektir. Mâveraünnehirli soydaşlarımız her ne kadar Kıpçak grubuna giren bir şiveyle konuşuyor olsalar da, sonuç itibariyle onlardaki Oğuzluk kanı küçümsenmeyecek derecede mevcuttur. Herhalde Özbekleri Kıpçak-Oğuz melezi olarak algılayabiliriz. Aynı şekilde, Özbekistan hudutları dahilinde son derece anlamsız bir özerkliğe sahip olan Karakalpaklar da Peçeneklik yoluyla Oğuzluğa yakındırlar. İşbu karabetten yararlanarak Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan ve Kırım bütünleşmesinin sonucunda, iki nehir arası Türklüğünü kazanmak ihtimali artacaktır.
Şimdi bu noktada, Türkiye önderliğindeki muhtemel oluşumun hudutlarını biraz daha farklı bir tarzda tayin etme tecrübesine girişelim: Varsayalım ki, Türk azınlığın yaşadığı komşularımızdan yeterli toprak alamadık, ya da çıkarlarımız gereği almaktan kaçındık; fakat görece bağımsız Türk cumhuriyetlerinden dördünü bünyemize ilhak ettik. Bu durumda ortaya şöyle bir tablo çıkacaktır: Türkiye 815 bin km2 + Azerbaycan 85 bin km2 + Türkmenistan 500 bin km2 + Kırım 25 bin km2 + Özbekistan 450 bin km2. Toplam: 1 milyon 875 bin km2. Bu toplama 110 bin km2’lik Güney Azerbaycan’ı da ekleyebilirsek, yaklaşık olarak 2 milyon km2’lik bir rakama ulaşırız; (15 bin km2’lik açık Batum ve Ahıska illeriyle ve Kıbrıs adasıyla kapatılabilir). Aynı sahanın nüfus dağılımı ise 2004 yılı itibariyle şöyledir: Türkiye 72 milyon + Kuzey Azerbaycan 7.5 milyon + Güney Azerbaycan 12 milyon + Türkmenistan 4.5 milyon + Kırım 3 milyon + Özbekistan 26 milyon. Toplam: 125 milyon.
İki milyon kilometrekareye yayılmış ve Fransa ile İngiltere’nin toplamına eşdeğer nüfusa malik bir Türkiye hiç de yabana atılamaz. Burada Türkiye ifadesini kullanmamız fantezi olarak yada mesnetsiz bir gurur sıfatıyla değerlendirilmemelidir. Zira Türkiye Devleti salt Osmanlı torunlarının değil, bütün Türklüğün devletidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin adında da (Atatürk’ün uzak görüşlülüğü ile) bu anlam saklıdır. Niçin Türkiye Millet Meclisi değil? Daha önce de altını çizdiğimiz üzere, konfederal ve federal birleşmeler her zaman için dağılma tehlikesini bünyelerinde doğal olarak barındırırlar. Kaba hatlarını tayin etmeye çalıştığımız iki milyon kilometrekarelik Türkiye’ye, Hazar Denizini merkeze alarak, şu açıdan da bakabiliriz: Hazar batısı toprakları (Türkiye, Kuzey ve Güney Azerbaycan, Kırım) 1 milyon 050 bin km2; Hazar doğusu toprakları (Türkmenistan ve Özbekistan) 950 bin km2. Görüldüğü gibi batıyla doğu arasında coğrafî açıdan tam bir denge mevcuttur. Ne var ki nüfus zaviyesinden durum oldukça farklıdır: Hazar batısı yaklaşık 95 milyon; Hazar doğusu takriben 30 milyon; (elbette Orta Doğu’ya ve Orta Asya’ya özgü farklı seyirler takip eden nüfus artışı hâdisesi dikkate alınmamıştır). Toplamda 125 milyonu yakalayan (ve 2010 yılında 150 milyona sıçrayacak olan) bu nüfusun ezici çoğunluğu Türk’tür. Toplam içerisindeki en büyük azınlık Ortodoks Slav halkıdır. Asyatik kökenden inen Mezopotamya aşiretlerini ise ayrı bir toplum saymamız mümkün olamaz. Aksi hâlde bırakın Özbekleri ve diğerlerini, Anadolu’da meskûn her etnik gruba farklı bir kimlik tanımamız icap ederdi. Yörükler, Türkmenler, Çerkezler vs. ne kadar bizdense, Zazalar, Kırmançiler vs. de o kadar bizdendir. Türkiye ve Türk Dünyası aşiretlere ayrıştırılamaz. ABD ile Rusya ve Çin müstesna, herhangi bir devletin bu şekilde çözülmesi insanlığa yarar getirmez; (fakat Çin’in önüne bir Türk bloğu dikilmediği müddetçe Rusya’nın parçalanması aleyhimizedir). Kabileler hâlinde örgütlenmiş olan Afrika devletlerinin içler acısı durumları ortadadır. Türkiye Devleti pâyidar kalmak azmine sahip ise, mikro-milliyetçiliğe set çekmeli, hattâ Türk milliyetçiliğinin etkinlik sahasını Asya’nın içlerine doğru genişletmelidir.
Rumeli’den Mâveraünnehir’e dek uzanan vatan sathında meskûn Türklüğü maddeten ve ruhen bütünleştirmek olmayacak şey değildir. Kuşkusuz, ülkülerine inanmayan ve özüne güvenmeyen bir toplumun başarısından da söz edilemez. Şu hâlde inancımızla güvencimizi sağlama almalıyız. Kaldı ki derin ve yakın tarihimiz bütünleşmenin örnekleriyle doludur. Türkiye’nin çağdaş toplumunu Anadolu, Rumeli, Kırım ve Kafkas Türkleri elbirliğiyle şekillendirmişlerdir. İmparatorluğumuzun çekildiği her yöreden göçmenler anavatana akmışlar, Anadolu’daki nüfus erimesini tersine çevirmişlerdir. Bu karışımda çok uzaklardaki Özbeklerin bile katkısı vardır. Buhara ve Hive hanlıklarının tasfiyesiyle Türkistan’dan Türkiye’ye hayli nüfus akmış, bunlar kısa zamanda Anadolu Türk kimliğini benimsemişlerdir. Kaldı ki, 93 Harbi ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde vuku bulan talihsizliklerden uzak durabilse idik, muhtemelen Türk dünyası bir asır öncesinden bütünleşme sürecine girmiş olacaktı. Söz konusu dönemde bir Osmanlı rüzgârının estiği, İstanbul’daki Hakanı bütün Türk toplumlarının devlet-baba kabul ettiği mâlûmdur. Doğu Türkistan’a kadar her yerde Türk okullarının açıldığını, İstanbul Türkçesinin rakipsiz kaldığını, milliyetçilik duygularının ağır bastığını, Türkiyeli subaylarla aydınların ve din adamlarının baş tacı edildiklerini hatırlatmaya gerek yoktur sanırım. İşte istikbalin Büyük Türk Devleti bu temel üzerinde yükselecektir. 18. ve 19. yüzyıllarda Anadolu’yu daha bir Türkleştiren soydaşlarımıza hizmet sırası yeniden bizdedir. Bu bağlamda, Slavlaşan Kırım’ı tekrardan Türklüğe kazandırmak boynumuzun borcu olmalıdır. Sabık Sovyet topraklarında dağınık hâlde bulunan Tatarları ve Anadolu’dan birkaç milyon nüfusu buluşturarak Kırım’ı geri almamız işten bile değildir. Tersine göçe atalar yurdu Türkmenistan’ın da ihtiyacı vardır. Fakat insanları bilinçsizce bir bölgede yığmak hiçbir sonuç vermez. Önemli olan onlara kimlik kazandırabilmek, yaşayacakları kentlerle köylere standart kültürümüzün damgasını vurabilmektir. Mânevî sahada Edirneli, İstanbullu, Ankaralı, Erzurumlu ve Diyarbakırlı ne hissediyorsa, Bahçesaraylı, Bakılı, Tebrizli, Aşkabatlı ve Buharalı da aynı hislerle hareket edebilmelidir. Bütün bunlar tatlı bir hayâl bile olsa, düş görmesini bilen, iş görmesini de bilir.
Metin SAVAŞ