Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

Türkiye ve Batı Türklüğü (1)

20 Aralık 2019 - 12:29 - Güncelleme: 29 Mart 2020 - 22:51

Türkiye ve Batı Türklüğü (1)

DÜNYACA ünlü Kırgız asıllı Türk edebiyatçısı Cengiz Aytmatov "Gün Olur Asra Bedel" adlı romanında ütopik bir gezegenden bahseder. Kendilerine Orman Göğüslüler adını yakıştırmış olan ve biyolojik olarak da insan ırkına benzeyen akıl sahibi bir türün yaşadığı bu gezegen, dünyamızdan hayli uzakta, ayrı bir galakside bulunmaktadır. Uzak geçmişlerinde pek çok sıkıntılar yaşamış bulunan söz konusu türün medeniyet seviyesi dünya medeniyetlerine göre oldukça gelişmiş bir düzeydedir. Aytmatov bahsi geçen kurmaca medeniyetin yaşam tarzını romanında ayrıntısıyla ele almış değildir, ama ana hatlarıyla birtakım izahlarda bulunur. Orman Göğüslülerin en bâriz özelliği, barışçıl bir toplum olmalarıdır. Savaş ve devlet gibi kavramlardan arınmış bir toplum manzarası çizen Aytmatov’un sosyalist bir ütopyanın arayışına giriştiğinden şüphe edilemez; yazarın iyi niyetinden de kuşkumuz yoktur; fakat böylesi bir toplum önermesinin insanlığın hayrına sonuçlar verip vermeyeceği tartışmaya açıktır. Gerçi Orman Göğüslülerin uygarlığı yekpârelik esprisi üzerine inşâ edilmiştir; ama oradaki yaşam formunu kendi dünyamıza ithâl etmekle (yahut uyarlamakla) aynı yekpâreliği geliştirip muhafaza edebileceğimiz ihtimali son derece zayıftır. Zayıftır çünkü, insanoğlu kâinatta sorumluluk payı en yüksek varlıktır. Şayet evrende üçüncü tür yada muhtelif zeki türler varsa, bu türün yada türlerin sorumluluk payı insanlık derecesinde olamaz. Zira âdemoğlu eşrefi mahlûkattır. Aynı sorumluluk payıyla birlikte, kendisine en fazla hürriyet hakkı tanınmış ve ruhsal tezatlar içerisinde en fazla çırpınan varlık yine insanoğludur. Kaldı ki sorumluluk-hürriyet-tezat unsurları birbirlerinden bağımsız düşünülemez.

Doğruyla yanlışı seçme özgürlüğüne gerek evrende, gerekse diğer âlemlerde, âdemoğlu derecesinde malik olan bir başka varlık (Kutsal Kitabımızdan anlaşıldığı üzere) mevcut değildir. Onu eşrefi mahlûkat yapan da bu ayrıcalıklı konumudur. Keza insanoğlu -kâinattaki tezatlar ilkesine paralel olarak- çift kutuplu bir canlı türüdür. Onun bir tarafı aydınlık (cemâl), diğer tarafıysa karanlıktır (celâl). Bir yönüyle melek kadar saf ve bir yönüyle de şeytan kadar isyankârdır. Dolayısıyla insan fıtratının bu temel özelliğini gözardı eden Aytmatov yanlış bir önermede bulunmuş, Orman Göğüslülerin ulaştığı kurmaca yekpârelik esprisine dayalı medeniyet hamlesinin dünya hayatında gerçek yeknesaklığa dönüşeceğini düşünememiştir. Yeknesaklıktan kasdımız tek kelimeyle mekanizmdir; çağımızdaki ifâdesiyle Yeni Dünya Düzeni! Esasen kapitalizmden komünizme dek, siyonist/evanjelik zekânın dayattığı bütün izmlerin hedefi aynıdır: İnsanlığı Kabil fırkasının tasallutu altına almak suretiyle robotlaşmış bir toplum yaratmak. Tek dilli, tek dinli, tek kültürlü ve tek devletli durağan bir dünya. Hümanist İngiliz düşünürü Thomas More da Utopia adlı meşhur yapıtında böyle bir yeknesak dünya tasarlamıştır. Kurmaca Utopia adasının insanları, aslında bir yanlarıyla robotlaşmış ve bir yanlarıyla kendilerinden olmayanları insan bile kabul etmeyen tehlikeli varlıklardır, ki böylesi bir toplum tasarımı Batı düşüncesinin ürettiği üstün ırk vehminin bir yansımasıdır. Oysa ki böyle bir hayat nizamı İslâmî öğretilere, öğütlere, telkinlere, tekliflere ve buyruklara aykırıdır. İnsanoğlunun bâriz özelliklerinden biri farklılıktır. Keza kutsal kitabımız Kuran da bu farklılığı ısrarla vurgular. Farklılığın tasfiye edilmesiyle, insandaki evrensel ve metafizik sorumluluk bilincinin zayıflayacağı, seyr ü sülûk ülküsünün yozlaşacağı, hayatın gayesi ve itici gücü olan hareket yeteneğinin dumura uğrayacağı muhakkaktır. Kaldı ki, insanın varlık nedeni ve onu diğer bütün mahlûkattan üstün kılan temel yeteneği harekettir. Yaratılışın başından beri âdemoğluna muhalefet eden iblisin hedefi de işte bu yeteneği zayıflatarak intikam almaktır. Beşeriyet serüveninin derin geçmişine yeterince nüfuz edemediğini düşündüğümüz Aytmatov’un önerisi bu itibarla muallakta kalmakta ve hattâ Yeni Dünya Düzeninin söylemleriyle örtüşen tarafları bulunduğu için tehlike teşkil etmektedir diyebiliriz.

Türk edebiyatında karşımıza çıkan ütopya tekliflerinden bir diğeriyse Simeranya’dır. Peyami Safa’nın Yalnızız adlı romanında geliştirdiği Simeranya adlı düş-ülkesi Aytmatov’un yüzeysel ütopyasına kıyasla oldukça olgundur. Buradaki başarı, insanoğlunun iç ve dış çatışmalarla örülü ruhsal gerçekliğinin daima göz önünde tutulmasından kaynaklanmaktadır. Peyami Safa tezatlar yasasının şuurundadır ve Dip Zıtlık adını verdiği ilkeden yola çıkarak yekpare toplum özlemi arayışına girişmiştir. Burada insanoğluna özgü sefil zaafların ve yüksek değerlerin inkârına gidilmez. İnsanlık olduğu gibi benimsenir ve bireysel ihtiyaçlarıyla toplumsal zorunlulukları arasındaki sıkışmışlığına terkip yoluyla çözümler aranır. Orman Göğüslüler uygarlığının insanlığı yeknesaklığa sürüklemesi kaçınılmaz olan tekliflerine karşılık, Simeranya’da yekparelik özleminin ipuçları yakalanmıştır.

•••

Yirmibirinci yüzyılın bu ilk çeyreğinde hız kazanan tehditlerin başında Yeni Dünya Düzeni teşebbüsü gelmektedir. Bu öyle bir kara-ütopya düzenidir ki, boyun eğildiği takdirde, insanoğlu muvakkaten (uzun bir süre) istikbalini yitirecek ve karanlığa gömülecektir. Her ne kadar, insanlık için her zaman bir umut ışığı varsa da, hattâ söz konusu karanlık düzen er geç yıkılacaksa da, bu yıkım vuku bulduğunda dünya sahnesinde Türk adında bir toplum kalacak mıdır? İfade etmeye çalışt ğımız husus, Yeni Dünya Düzeninin hâkim olacağı süreçte en büyük darbeyi hangi kavmin alacağı sorunudur? Elbette geleceğe yönelik tehlike yalnızca Türklükle sınırlı değildir. Söz konusu süreç dahilinde, pek çok toplum yaşama kabiliyetini yitirecek, daha güçlü toplumlar tarafından temsil edilmekten kurtulamayacak, nice yüksek kültürler ve işlenmiş diller tarih mezarlığına hunharca defnedilecektir. Vaat edilmiş topraklar vehminin peşinde koşan siyonizmin ve siyonizmle işbirliği içerisindeki mekanizmin muhtemel zaferi ne denli sert olursa olsun, bu dört dörtlük bir zafer olmayacak ve her zaman direnişle karşılaşacaktır. Dolayısıyla, kimi toplumlarla o toplumların dayandığı kültürler -karanlık dönem içinde ve sonrasında- hayatiyetlerini her şeye rağmen sürdürmeyi başaracaklardır. Medeniyetler son bulacak, yeryüzüne tek medeniyet hükümran olacak, fakat içten içe tekâmülünü sürdürmeye çalışan kültür kırıntıları -uygun ortamı bulduklarında- sahnedeki yerlerini tekrar alarak yeni medeniyet vahaları kuracaklardır. Belki şu anda mevcut olan kültür daireleri tasfiye edilecek, karanlık çağın gücünü tüketmesiyle yepyeni kültür formları oluşacak, fakat her yeni kültür formu kendinden önceki talihsiz bir kültür dairesinin direniş hamlesinden hayat bulacaktır. Çünkü, sonsuzluğa uzanan hareketi durdurmak mümkün değildir. Yavaşlatılabilir, zaman zaman çığırından saptırılabilir, ama bütünüyle son verilemez.

İnsanlık yirmibirinci yüzyılda Yeni Dünya Düzenine tümüyle boyun eğerek karanlık bir çağa giriş yapar mı, henüz belli değil. Hattâ karanlık çağ yürüyüşünün önderliğini üstlenmiş bulunan ABD’nin bu üstünlüğünü muhafaza edebileceğinin garantisi de yoktur. Onun yerini ileride Çin ve Hint imparatorlukları, yada sürpriz bir toplum da alabilir. Fakat zâhirî önder hangi güç olursa olsun, onun ardında daima bir başka içsel~temel kudret bulunacaktır. Beşeriyetin karanlık enerjisini bünyesinde yoğunlaştırmış bulunan söz konusu temel kudret, Kuran-ı Kerim’in ifâdesiyle, lânetlenmiş kavimdir. Fakat bizim muhalefetimiz ırkçılık da değildir. Değildir çünkü, lânetlenmiş kavim başlı başına bir ırk yada cemiyet olmaktan ziyade, yeryüzündeki her toplumun haremine çöreklenmiş karanlık temayüllerin birikimidir. Dolayısıyla, insanlıktaki olumsuzlukların bir terkibi ve özetidir. Ona toplumsal Deccal adını da pekâlâ takabiliriz. Yahut dünyevî iblis.

Bu girişten sonra, bizim kimliğimiz olan Türkiye Türklüğü’nü doğrudan ilgilendiren bir soruna değinmek zorunda kalıyoruz: Karanlık çağın gadrine uğraması muhtemel kültür daireleri arasında Türk kültür dairesinin konumu ve talihi ne olacaktır? Hemen şunu vurgulayalım ki, mekanizmin geçici -belki uzun, belki kısa süreli- istibdadı esnasında semâvî ve putperest inanç sistemlerinin bir kısmı yok olacak, belki Hıristiyanlığa ve Müslümanlığa ait birtakım mezhepler de bu inkırazdan nasibini alacaktır. Fakat son ve ekmel din olan İslâmiyet aleyhinde herhangi bir tükeniş ihtimali düşünülemez. Kuran’ın mesajı ebedîdir ve bizim gezegenimizle de sınırlı değildir. Şu halde, İlâyı Kelimetullah ülküsü pâyidar kalacaktır; bu bayrağı taşıyacak bir toplum her dönemde zuhur edecektir. İşte mesele de buradadır. Türkiye Türklüğü ilâhî sancağı bir başka ıslah edilmiş topluma devretmek mecburiyetinde kalarak tükenmeye razı mıdır? Bu noktada şöyle bir itiraz mümkündür: Bayrağı teslim etmekle tükenmek niçin aynı kefeye konuyor? Kendi hâlimizde, etliye sütlüye karışmaksızın, iddiasız bir biçimde hayatiyetimizi sürdürmek de mümkün değil midir? Coğrafî konumuna ve tarihî macerasına bakacak olursak, lokomotiflik görevini kaptırmış bir Türkiye’nin istiklâli ve istikbalinden bahsedilemez. İslâmiyetten arınmayı kabul etmiş veya arındırılmaya sürüklenmiş bir Türkiye için -ki iç ve dış mihraklar dediğimiz karanlık güçlerin hedefi budur- her halükârda ölüm fermanı imzalanmış olacaktır. Keza büyük hedef, Türkiye Türklüğünün şahsında, bütün Batı Türklüğünü Anadolu’da ve çevresinde imha etmek yoluyla, Müslüman toplumları felce uğratarak mekanizmin önünü ardına kadar açmaktır.

Söz konusu imha harekâtının elbette ki muhtelif yöntemleri uygulanmakta ve uygulanabilecek zeminler hazırlanmaktadır. Şimdiki hâlde Batı Türklüğüne yönelik açık bir soykırım mevzubahis değildir. Dünya kamuoyu böylesi bir girişime herhalde izin vermez. Kaldı ki, çizmeyi aşmış bir tehdit karşısında, Türk Milleti derhal silkinir ve direniş (Kuvayı Milliye) safhasına yek hamlede sıçrar. Marifet, Türk Milletini yavaş yavaş zehirleyerek, uyutmaya devam ederek imha tasarılarını yürütebilmektedir. Bunun en sağlam yoluysa, bir toplumun varlık sebebi olan dört ana unsuru (din ü devlet ve mülk ü millet asabiyetlerini) tasfiye etmekten geçer. Haddizatında bu uğurda hayli mesafe de alınmıştır. Dinî hayatımız zayıflatılmış; devlete yönelik güvenimiz sarsıntıya uğratılmış; devleti oluşturan kurumlar kuşatılmış; mülkümüz (bağımsızlık hassasiyetimiz, yerüstü ve yeraltı kaynaklarımız, kültürümüz, dilimiz, tarih şuurumuz, özgüvenimiz ve benzerleri) yağmalanmış; milliyetimizi oluşturan uzlaşma zeminleri etnik-mezhepsel-siyasî cephelerden zaafa uğratılmış; köklü milletlerde görülen farklılıkların ve çatışmaların doğallığı bizde çözümsüz sorunlar hâline dönüştürülmeye sürüklenmiştir.

Mikro-milliyetçilikten yan kültür adacıklarına kadar her ayrıntı, Türkiye’nin başını ağrıtmak konusunda bilinçli yada bilinçsiz ittifak hâlindedir. İrili ufaklı etnik grupların ateşli gençleri ve güya aydınları uluslararası odaklarca teşvik ve tahrik edilmektedirler. Bu bağlamda, Osmanlı birliğinin tasfiye sürecinin halihazırda tamamlanmadığı, Anadolu coğrafyasının Türkiye Devleti için fazla büyük olduğu düşüncesi, dışımızda tabiatıyla yaygındır ve maalesef içimizde de destek bulmaktadır. İlk aşamada Türkiye Devletinin bölünmez bütünlüğü inancı yıkılamasa dahi, Türkçenin standart dil olma özelliği yıpratılarak, Anadolu topraklarında yeni fakat yapay milletlerin oluşumunu sağlamak, bu yolla Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısını federasyona dönüştürmek tasarısı yürürlüktedir. Orta Anadolu’ya hapsedilecek küçük Türkiye’nin yanı sıra: Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Süryanî muhtariyeti, Akdeniz Latin hükümeti, büyük Yunanistan, Fener semtinde ikinci Vatikan, belki Alevistan, Çerkezistan, Karaman, Yörükistan ve Manavistan gibi -bize göre trajikomik- özerk bölgeler oluşturmak azmi ihtimal dâhilindedir. Sonuç itibariyle, Türkiye toprakları, Yağma Hasan nâmıyla meşhur zatın kalaylı tepsisine oturtulmuş devâsâ bir börek durumuna sürüklenmiş durumdadır.

Çanakkale’den Hatay’a dek uzanan Akdeniz sahil şeridi daha şimdiden kozmopolit (milliyetsiz, aşırı laik, mânevî değerlerden arınmış) toplum önermesinin laboratuarı hâline gelmiştir. Çeşme ve Bodrum gibi kasabalara yerleşen İngiliz ve Alman göçmenler -ülkemizin tanıtımına katkıda bulundukları saf inancıyla- baş tacı ve hattâ teşvik edilmektedirler. Dört bin kadar İngiliz vatandaşının Didim’den ev satın aldığı, bu beldenin bir İngiliz kasabasına dönüşme yoluna girdiği, ileride belediye başkanlığı seçimini bir İngiliz’in kazanabileceği haberi basına kısmen yansımıştır. Denizli’nin Honaz ilçesindeki bir cami uygarlık gösterisi adı altında kiliseye çevrilmiştir. Gidişat göstermektedir ki, belki yüzyıl kadar sonra, Akdeniz sâhil şeridinde bir milyon nüfusa malik Alman ve İngiliz azınlığın oluşması ihtimali mevcuttur. Böyle bir durumda, Avrupalı göçmenlerin “anadilde eğitim ve kültürel özerklik” talebinde bulunmaları keyfiyeti kuvvetle muhtemeldir. Keza bu içten pazarlıklı -fakat görünüşte insancıl- göç akımının ardında Alman hükûmetinin uzak görüşlülüğü yatmaktadır. Türkiye’nin belirli bir yöresinde konuşlandırılacak Alman etnik grubu, Almanya’daki Türklerin ileriye dönük taleplerini dengelemenin bir sigortasıdır. Bu son derece tehlikeli sorunu çözmenin pratik yoluysa, ilgili devletlerin işbirliğiyle, Almanya’nın Almanlara ve Türkiye’nin de Türklere terk edilmesidir. Keza taş yerinde ağırdır.

Yeryüzünde halen mevcut bulunan milletlerin tâlihlerini karartmaya kararlı olan Yeni Dünya Düzeni kara-ütopyasına direnmenin yolu kuşkusuz ki milliyetçilik ve milletler arası işbirliğidir. Bunun ölçüsü ise açıktır: a.) Site devletlerine dayalı yeknesak dünya toplumu tasarımını reddetmek, b.) Mikro-milliyetçilik çalışmalarından hız alan aşiretler karmaşasına engel olmak! Ne Tanrısız bir düzen, ne de sahte inanç akımlarının ifsat ettiği bir Sodom-Gomore! Dinsel asabiyette “ümmet” ve toplumsal asabiyette “millet” aşamaları insanlığın yegâne kurtuluşu olacaktır. İslâmiyetin nihaî hedefi olan “yekpare beşeriyet nizamı” ise apayrı bir dâvâdır ve bu da sorunlarını büyük oranda çözmüş milletlerin kâh şahsî gayretleriyle ve kâh karşılıklı dayanışma içerisinde kat edecekleri tekâmül sonucunda gerçekleşecektir. Biz Türkler meselâ Rusya’yı harple ve dolayısıyla cebren İslâmlaştıracak değiliz. Savaş son çaredir. Bu bağlamda, entelektüel seviyesi çok fazla gelişmiş olan Fransız milletinin rasyonalist itiyatlarla ihtida etmesi dinimiz için büyük bir kazanç olabilecektir. Daha önce de vurguladığımız üzere, farklılık insanlığın fıtratında vardır, bu aynı zamanda Tanrı öğüdüdür. Elbette ki, tarihsel süreç içerisinde, birtakım kavimlerin yok olması mukadderdi: Sodom-Gomore, Sümerler, Hititler gibi... Gelecekte de kimi kavimler herhalde silinecektir. Fakat onbinlerce yıllık beşerî tekâmülün sonucunda öyle milletler oluşmuştur ki, bunların tasfiye edilmesi kesinlikle düşünülemez; zira bu insanlığın aleyhinedir; onların hayatiyetlerini muhafaza etmek yine insanlık görevidir. Türk, Fars, Arap, Çin, Hint, Frank, Alman gibi toplumlar bu gruba girerler. Hattâ Habeş, Leh, Pencabî gibi adlarını rasgele zikrettiğim kavimlerin yok edilmeleri de beşeriyete hiçbir şey kazandırmaz. Fakat asabiyetlerini millet bilincine değil de, düpedüz aşiret bağnazlığına dayandıran öyle gruplar vardır ki, bunlar her halükârda insanlık câmiasının zararına çalışmaktadırlar; bu türden etnik grupların birtakım toplumlarca temsil edilmeleri insanlık adına gerekebilir.

Küresel barış, dünya vatandaşlığı, kozmopolitlik, hümanizm, feminizm, insan hakları, güdümlü demokrasi, dinler arası diyalog, eşitlik, çevrecilik ve silâhsızlanma türünden -parlak ama içleri boş- küresel söylemlerle insanlık câmiasını aldatmaya gayret eden cihanşümûl odakların iki büyük hasmı vardır: a) İslâm medeniyeti, b) Bu medeniyetin her olumsuzluğa karşın yegâne zinde gücü olan Batı Türklüğü! Dolayısıyla üzerine en fazla gelinen, her cephede kuşatılmaya çalışılan devlet de Türkiye Devleti'dir. Basınımızdan tutun da bürokratik kadrolarımıza varıncaya dek, her kurumumuza sızmayı başarmış olan, bizden görünerek yine bizi küresel sistemin kölesi yapmayı gaye edinen sahte vatandaşlarımız karşısında, direnme kudretimiz son yirmi yıllık süreçte hayli zayıflamış durumdadır. Türkiye Devleti'nin 1075 yılında kurulduğu andan itibaren milletimizin yakasına sülük gibi yapışmış olan bu sahte vatandaşlar güruhu, yirmi-birinci yüzyılın bu ilk çeyreğinde enikonu azıtmış durumdadır. Daha doğrusu, saf Türk Milleti aldanmaya her zaman hazır karakteriyle (bakınız Orhun Yazıtları) sanatından basınına her alanda sahte vatandaşların tasarruflarına teslim olmuştur; (şu hâlde Cumhuriyet nesilleri olarak devşirmeci Osmanlı’ya niçin kızıyoruz ki?). Yakın kökeni “Lâle Devri'ndeki yozlaşma ile silkinmenin” birlikte boy verdiği değişim hamlelerine kadar inen bu teslimiyetçi tavrın gerisinde kendi kültürümüze, devletimize, irademize, yaşam tarzımıza ve kısaca irademize yönelik güven kaybı (Çin’in yumuşak ipeğine aldanış eğilimi) yatmaktadır. Söz konusu güven kırılması o derece ileri boyutlara ulaşmıştır ki, Türk’e özgü her şey neredeyse çağdışı ve itici damgasını yemiştir. Artık Türkiye yaşanamaz bir ülke, Türk devleti baskıcı ve hantal bir kurum, Türk ümranı bireysel ve toplumsal ihtiyaçlara cevap veremez bir kültür, Türk bilimi ve düşüncesi verimsiz bir tarla damgasını yemiştir. Bu iddia ve saplantılarda -geri kalmışlığımız nedeniyle- bir dereceye kadar doğruluk payı bulunsa da, gerçek sorun Türkiye’nin geri kalmışlığıyla sınırlı değildir. Kaldı ki, özelde Türkiye’nin ve genelde İslâm dünyasının geri kalmışlığı söyleminin doğruluğu da tartışmalıdır. Çağdaş düşünürlerimizden Yılmaz Özakpınar’ın İnsan Düşüncesinin Boyutları adlı çalışmasında belirttiği üzere: “Türkiye’nin Batı karşısındaki mağlûp konumu göreceli bir geriliktir. Özakpınar’a göre, Türk toplumu on altıncı yüzyıla değin geri değildi ve daha sonra da gerilememiştir. Burada söz konusu olan, kendi medeniyet düzeyimize aşırı güvenden kaynaklanan bir durağanlık, çevremizdeki değişimleri takip etmekteki kayıtsızlığımızdır.” “İslâm medeniyeti bir bakıma kendi evrenindeki üstünlüğünün -narsizm olgusunun- kurbanı olmuştur” diyen sosyolog Mehmet Akgül de Türkiye’de Din ve Değişim isimli çözümlemesinde benzer saptamalarda bulunur. Sanırım burada ironik bir durumla karşılaşıyoruz. Türkiye’nin birikmiş sorunlarını karmaşıklaştıran, içinden çıkılamazmış izlenimi uyandıran etken, kendimize ya aşırı güven, yada aşırı güvensizlik oluyor demektir.

 

Şu hâlde yapmamız gereken, özgün kimliğimize ve olaylar karşısındaki tutumumuza sinmiş olan güven bunalımını bertaraf etmekten ibarettir. Bunu başardığımız takdirde, Türk insanı bireysel ve toplumsal inancına tekrar kavuşacak, ayaklarını hayata sağlam basmasını yeni baştan öğrenecektir. Kanımca bizim asıl problemimiz estetik yetersizliğimizdir. Türkiye’nin bugünkü manzarası gerçekten de nâhoş bir görünüm arzetmektedir. Yüzyıllara yayılan ihmalkârlığın, Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerindeki yanlış Batılılaşmanın doğurduğu budalaca yıkımın ardından, şehirlerimiz geleneksel kimliğini yitirmekle kalmamış, çağdaş ihtiyaçları tatmin edecek düzeyi de yakalayamamıştır. Çarpık kentleşme olgusu insanımızın ruhsal sağlığını altüst ettiği gibi, estetik algılayışını da tehlikeli boyutlarda yıpratmıştır. Osmanlı mimarîsini yalan yanlış taklide dayalı derme çatma mabetler, çocukların ve gençlerin göz zevklerine hitap etmeyen soğuk okul binaları, hasta psikolojisini gözetmeyen hastahane yapıları, mahalle esprisini perişan eden gecekondu ve apartman semtleri, halkın devletiyle daha fazla bütünleşmesine engel teşkil eden zevk fakiri resmî binalar vb. estetik gerilemenin ilk bakışta göze çarpan taraflarıdır. Oysa ki, ileri addettiğimiz ülkelerde, bayındırlık faaliyetlerinin tezyinatına son derece dikkat edilir, kültürel estetiğin özgünlüğü yeni arayışlarla birlikte daima ön plânda tutulur. En basit tespitle, harap görünümlü bir gecekonduda, yahut tuğla yığını bir apartmanda gençliğini yaşayan mimar adayından çağdaş bir Sinan olmasını beklememiz düşünülemez. Bu, insan tabiatına aykırıdır ve her meslek için geçerli bir kuraldır. Aynı şekilde, asırlar boyu cihana hükmetmeye alışmış bir devletin bugünkü ürkekliği ve ezikliği sebebiyle, herhangi bir siyaset adamımızın uluslararası arenada başını dik tutması hayli güçtür. Bu türden misâllerin sonu gelmez. Mevcut estetik yozlaşma o denli barizdir ki, motorlu araçlarımızın plakalarındaki renksizlik ve düğün salonlarımızdaki kuru gürültü dahi bu durumu kanıtlamaya müsaittir. Acı bir gerçektir ki, nice vatandaşımız, yabancı filmlerde gördüğü kiliseli düğün sahnelerinin romantizmine iç geçirmektedir.

Türk Milleti geçmiş zamanlardaki parlak çağlarına dönmekle yetinmeyerek o çağları aşmak istiyorsa, iradesine sahip çıkmak zorundadır. Bu iradenin yoğunlaşması ise, Türkiye’nin en kuytudaki komundan en büyük şehrine, en yüksekteki yaylasından en küçük ovasına varıncaya dek, tepeden tırnağa ıslah edilmesiyle mümkündür. Fakat aynı zamanda, bu ıslah hummasına girişecek ruhların onarılması da elzemdir. Maddî tedavi mânevî iyileşmeye, mânevî sağaltım ise maddî onarıma sebebiyet verecektir. Dolayısıyla, diriliş ve direniş hareketi her iki cephede aynı anda yürütülmelidir. Aksi hâlde arzulanan sonuca ulaşılamayacağı açıktır. İç sorunlarını çözememiş bir Türkiye’nin dışarıya güvenle açılması, hattâ buhranlar çağını idrak etmekte olan insanlığa alternatif bir medeniyet sunması imkânsızdır. Halbuki, yazıya aktarılmış anlatımını Orhun Yazıtları'nda bulduğumuz “âdemoğluna hizmet tutkusu” Türklüğün en kadim ülküsü ve varlık sebebidir. Bitmez tükenmez sorunlar çıkmazına sürüklenmiş bir Türklük câmiası, varlık sebebini yitirmiş olacağı için, direnme gücünü tüketmeye ve maazallah sahneden çekilmeye mahkûm kalacaktır.

Metin SAVAŞ

Alıntı: https://www.kavgamiz.com/orkun/turkiye-ve-bati-turklugu-1-y1250.html

 

Reklam