TÜRK MİTOLOJİSİNİN NÜVESİ URAL DAĞLARI ÇEVRESİ Mİ?
Mitolojik anlatılar düş ile gerçeğin eşiği gibidirler. Uykuda gördüğümüz rüyalar gerçek değildirler ama rüyaların arka planında bizlerin yaşadığı, düşündüğü, hissettiği gerçeklikler bulunuyor. Kişinin gördüğü rüya bireyseldir; toplumun gördüğü rüya ise kolektiftir; işte bu kolektif rüyalara mitik anlatılar diyoruz. Roman ya da senaryo bir bütün olarak hayal ürünüdür fakat her romanın ve her senaryonun yaslandığı birtakım hakikatler vardır. Uykuda gördüğümüz rüyalar da insan hayatının gerçeklerinden beslenip şekilleniyor. Ve haliyle mitosların dahi bütün o olağanüstü kurguları gerçeklik zemininden doğuyor. Bir misal olarak Tepegöz gerçek dışı bir varlıktır, yeryüzünde böyle bir mahlûk yoktur, ama yeryüzünde kötülük vardır. İnsanoğlunun kötücül eylemleri insanoğlunun canavarlık tarafıdır. Canavar diye bir şey yoktur fakat canavarlık hep vardır. Tepegöz işte biz insanların o kötülük yönünün destanlarda ve masallarda tecessüm etmiş halidir. Fantastik bakış açısıyla çok eski çağlarda acayip görünümlü ve kötü huylu yaratıkların yaşadığını varsaymamız gerekmiyor. Biz insanlardaki akıl almaz kötülükler zaten başlı başına birer acayipliktir. İşte bu acayipliklerimiz mitlere, destanlara, masallara, fantastik romanlara ve senaryolara daima yansıyor. Bir insan iki gözüne rağmen yalın gerçeği göremiyorsa (veya görmeye yanaşmıyorsa) o insanın körlüğünden dem vuruyoruz. Ve hatta kimilerine gönül gözü, kalp gözü kapalı diyoruz. Akıl körlüğünden söz ediyoruz. Tepegöz de nihayetinde biz insanların akılsızlığının, gönülsüzlüğünün, barbarlığının, yozluğunun, canavarca karakterinin temsilidir. Bir kimse için tilki gibi kurnaz dediğimizde o kişi bedenen tilkileşmiyor, ama zihniyet itibarıyla o kişi bizlerde tilkinin kurnazlığını anıştırıyor. Çakallık da böyledir. Kaba saba kişilere ayı ya da odun diyoruz. Korkak kişileri tavşan yürekli olmakla suçluyoruz. Aç gözlülere maymun iştahlı benzetmesinde bulunuyoruz. Sanat nasıl ki bir yönüyle doğanın taklit edilmesiyse, mitolojik anlatılar da taklittir, temsildir, kurgudur. Doğanın taklidinden kastımız ise çevremizdeki canlı cansız bütün varlıkların özellikleriyle birlikte, insan tabiatının görünüşleridir. Oduna benzettiğimiz insan da canlıdır, bir ağaç olarak odun da canlıdır, oysaki taş yürekli insanı benzer kıldığımız taş cansızdır.
Tez canlı kimselere pire gibi diyoruz. Pire gerçekten de çok hareketlidir. Ağır aksak kimselere tosbağa gibi diyoruz. Şamatacı küçük çocukları sürekli ötüşen kuşlara benzeterek cıvıl cıvıl diyoruz. Örnekleri dilediğimizce çoğaltabiliriz. Bütün bu söylediklerimizden nereye varacağız? Tabii ki eşiğin iki tarafına değineceğiz. Düş ile gerçeğin eşiğindeki mitolojik anlatıların düş tarafı olağanüstüdür ama öbür tarafı insanlık tecrübeleridir. Öbür taraf bizlere yazılı tarihin ya kaydetmediği ya da örtülü bir şekilde aktardığı kadim olayların ipuçlarını veriyor. Mitolojik bir anlatıda yılanbaşlı bir kral karşımıza çıkıyorsa (yılan kötülüğün sembolü olduğuna göre) biz bu kralın, halkına zulmeden kötü bir hükümdar olduğu çıkarımında bulunabiliriz. Yoksa ille de insan-yılan melezi bir mahlûk aramamız lazım gelmiyor. Masallardaki devlerden birtakım güçlü düşmanları anlayabiliriz.
Eski çağların insanları birtakım öfkeli kimseleri ağızlarından alev fışkırtan ejderha olarak tahayyül etmiş olabilirler. Çünkü öfkelenen kişinin suratı ateş gibi kızarır, kan dolaşımı hızlandığı için teninin rengi değişir. Güç büyüklüktür, yani devleşmedir. Kibir büyüklenmedir. Ejderha veya dev sözcüklerinin güncel ya da etimolojik anlamlarına takılıp kalmamalıyız. Her şeyden önce, bunlar birer remizdirler. Kendi aklını yeterince kullanmaya erinen bir kimse nasıl ki başkalarından işitip öğrendiklerini sorgusuz sualsiz papağan gibi tekrarlıyorsa, zalim bir hükümdar da mitolojik tahayyülde sinsi yılana ve oradan da ejderha kılıklı bir olağandışı varlığa dönüştürülebiliyor. Biz insanlardaki bütün o kötü huylar Dede Korkut hikâyelerinde Tepegöz suretinde karşımıza çıkıyor. Şu halde Tepegöz başlı başına bir varlık değil, dolaylı yoldan biz insanlarızdır. Annelerimizi gözümüzde (doğanın üretkenliğiyle beraber) fevkalade yücelttiğimizde bereket tanrıçası fikri zihinlerimizde teşekkül edecektir. Türk mitolojisindeki Umay Ana, Hitit mitolojisindeki ana tanrıça Kibele böyle ortaya çıkmıştır. Dünyanın her yerindeki insanlar, insan olmaları itibarıyla, benzer ve hatta aynı düşünüşlere kapıldıkları içindir ki bütün mitolojiler birbirlerine benziyorlar. İlkel dediğimiz kültürler de benzeşiyor. Türk halılarındaki geometrik motifleri Finlandiya’da ve Amerika yerlilerinde görüyorsak buradan yola çıkarak herkesin Türk kökenli olduğunu körlemesine söyleyemeyiz. Biyolojik veya genetik akrabalık bir yana, hepsinin üzerinde, bütün insanlarda düşünce (tasavvur ve tahayyül) akrabalığı söz konusudur. Herkesin Türk kökenli olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi, hiçbir toplum Türk kökenli değildir de diyemeyiz. Osman Karatay son derece ikna edici verilerden yola çıkarak Türklerin dip atalarından birinin Sümerler olduğu teorisini ortaya atıyor. Karatay, Türklerin köklerini iki katmana bağlıyor: “Muhtemelen iki tabakalı bir etnik yapıdan bahsedeceğiz. Ortadoğu’nun akıllı ve medeni insanları Orta Avrasya bölgesinin güzel ve güçlü insanlarıyla bir araya geldiler ve bu yüksek nitelikli karışımdan Türklüğün yüksek nitelikleri çıktı. Bu aynı atalar muhtemelen Macarlarca da paylaşılmaktadır.”[1]
Bu teoriye göre, Ortadoğu’daki Sümer ülkesi taraflarından göç edenlerin bir kısmı Ural Dağları taraflarına varıyor, oralardaki etnik unsurlarla kaynaşıyor, böylelikle de uzun bir süreç içerisinde Türk kavmi oluşmaya başlıyor. Ural Dağlarını aşarak Orta Asya bozkırlarına ve Sibirya’ya geçişler daha sonradır. İşbu teori uyarınca Türklüğün atalarının iki katmanlı olduğunu düşündüğümüzde, Fin motifleriyle Türk motiflerinin benzerliği anlam kazanır. Tabii haliyle Macarların hem Finlilere hem Türklere hem de Sümerlilere muhtelif kültür unsurları yönünden yakın durmaları da anlam kazanıyor. Ural Dağlarının o gizemli aşılmazlığı ve kuzey coğrafyasının soğukluğu Emre Erzincan’a göre İt-Baraklar efsanesini doğuruyor: “Bu bağlamda Ural Dağları bir ‘eşik’ görevindedir; bu eşik, vahşi ile ehil karşıtlığının bir sembolü olabilir. İkinci önemli unsur ‘İt-il’ nehridir. ‘İt-il’ Türkçe anlamı ile –Köpeklerin yaşadığı yer, Köpeklerin Anayurdu– anlamındadır, bu bölge bize yine Ural Dağları ve etrafını saran kısımları işaret eder.”[2]
Mitik evrendeki düş ile gerçeklik boyutlarını ayırt edebildiğimizde kadim zamanların karanlıkta kalmış tarihsel olaylarına bir nebze vâkıf olabiliyoruz. Düş boyutu daha ziyade psikolojiye giriyor. Psikanaliz yöntemiyle düşler çözümlenebiliyor. Emre Erzincan’ın vurgusuyla Ural Dağlarının ‘eşik’liği kadim Türk kültür kodları hakkında bizlere pek çok fikirler verebiliyor. Kim bilir belki de Oğuz Kağan arketipi çok daha eskilere inerek Sümer ülkesi taraflarından gelen medenilerle Orta Avrasya bölgesinin güzel ve güçlülerinin kaynaştığı atmosferde oluşmaya başlamıştır. İskandinavların efsanevi kurucu kralı Oden ile Oğuz arasında keyfe keder veya ciddi bir ilinti kurmak bile ihtimal dairesindedir. İşte bu coğrafi eşik Türklüğün mitik eşiğini de beslemiş olabilir. Oğuznamelerde karşımıza çıkan İt-Baraklar Ural Dağları yöresindeki hatıraları yansıtıyorsa Oğuz Kağan destanları da yansıtmaktadır diyebiliriz. Yeryüzünde köpek başlı insan yoktur ve olamaz da. Fakat hayallerde olabilir. İnsanlığın metafor kurgulamaya müsait zekâsı mitik anlatıları kolayca üretebilmiştir. Sümer ülkesi yöresinden Ural Dağları yoluyla Sibirya’ya kadar uzanmış bir milletten bahsediyoruz. Türklerin anayurdunu Güney Sibirya’da arayan tarihçilerin teorileri de (bu bağlamda) anlamsız değildir. Ural Dağlarından Sibirya’ya geçilince orada yeni bir anayurt edinilmiş görünüyor. Sibirya’nın güneyinde yeniden türeyip çoğalan bir kısım Türkler göç edip Orta Asya bozkırlarına, Türkistan’a, İran’a, Azerbaycan’a, Anadolu’ya yayılırken Sümer ülkesine de geri dönmüş oluyorlar. Bir kısım Türklerse yine Güney Sibirya’dan yola çıkarak Ural Dağlarını aşıp önceki yurtlarına varmış oluyorlar. Kıpçak ülkesi dediğimiz yer burasıdır. Hareketli bir kavmin bütün bu göçleri başarması olmayacak şey değildir. Zannımca Türk mitolojisindeki arketiplerin pek çoğunun teşekkül yeri Ural Dağları çevresidir. Ural Dağlarının aşılmazlığına ve kuzeyin dondurucu iklimine her yeri aşarak tepki veren biz Türklerin çok eski ataları ocak ve ağaç kültlerini o soğuk ve dağlı iklimde başlatmış olsalar gerektir. Sibirya’nın soğukluğu da elbette ocak ve ağaç kültlerini pekiştirmiştir.
Soğuk iklimdeki ‘ocak’ hiç kuşkusuz ılıman iklimlere kıyasla çok daha önemlidir. Ocağı/ateşi besleyecek olansa ağaç/odun olacaktır. Türkçemizdeki küllerinden yeniden doğmak söyleyişi dayanaksız değildir. Türkler her coğrafyada yeniden dirilmişlerdir. Sümer ülkesi taraflarından ayrılış, Ural Dağları civarında karışma, Sibirya’dan Türkistan’a ve Anadolu’ya geçişler, yine Sibirya’dan Ural Dağlarını aşarak Doğu Avrupa’ya uzanışlar, hem Kıpçak ülkesi üzerinden hem de Anadolu üzerinden Balkanlara yerleşmeler Türk kavminin hareketli yapısının doğal sonuçlarıdır. Bu hareketli yapının Ural Dağları çevresindeki nüvesi Türk mitolojisinin de çekirdeği olmuş gibidir. Ural Dağları civarında bulduğumuz kadim Barakları bugün Anadolu’da da bulabiliyoruz. Sümerleri biz Sümer diye adlandırmaktayız ama onlar kendilerine Kiengirler diyormuş. Osman Karatay’ın belirttiğine göre, Kazak âlimi Amanjolov Orta Kazakistan’daki Kengir ırmağını işaret etmekteymiş. Peçeneklerin sekiz boyundan üçünün ortak adı Kangar imiş. Orhun yazıtlarında ise Kengeras budunundan söz ediliyor. İran ve Azerbaycan’da da karşımıza çıkan bu budunu Kıpçaklarda Kangar veya Kongur söyleyişiyle görmekteyiz.[3] Türkiye’de ise meşhur sosyologumuz Emre Kongar’ın soyadında karşımıza çıkıyor.
Destansı anlatıların düşsel boyutu psikolojik yönden birer malzemedir. Gerçeklik boyutuysa dilbilimden tarih bilimine, antropolojiden etimolojiye nice bilim dalına ipuçları sağlıyor. Bununla birlikte mitlerin eşikte durma özelliklerini asla göz ardı etmemek gerekiyor. Şöyle ki: “Elbette destanların kurgusal dünyasında kati gerçekler aramak yanlış olur, fakat yüzlerce yıldır pek çok milletin ve kültürün ortak mirası olmuş bazı eserlerin ne anlattığı, nasıl anlattığı ve işaret ettiği şeyler önemlidir. Bunlardan yola çıkarak fikir yürütmekte, konuyu değişik yönlerden okumakta ve analitik çerçeve içerisinde bazı önermeler getirmekte fayda olacağını düşünüyoruz.”[4]
Metin Savaş
[1] Osman Karatay, Türklerin Kökeni, sayfa 239, Kripto Yayınları, Ankara 2018
[2] Emre Erzincan, İt-Baraklar (Korkunç Bir Efsane mi yoksa Tarihi Bir Gerçek mi?), sayfa 35, Akçağ Yayınları, Ankara 2018
[3] Türklerin Kökeni, sayfa 213-214
[4] İt-Baraklar (Korkunç Bir Efsane mi yoksa Tarihi Bir Gerçek mi?), sayfa 35