Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en fazla üzerinde durulan ve ne yazık ki giderek popülerleşen eseri Huzur, daha ziyade, toplumumuzdaki mecburi kültür değişmelerinin doğurduğu kimlik buhranlarının yansıtıldığı bir roman olarak dikkatlerimizi çekmiştir. Bu yöneliş bizim açımızdan kaçınılmaz olmakla birlikte, daima gözümüzün önünde duran sorunlarımızın ağırlığıyla, Huzur’da çok önemli bir yer işgal eden ebedî saadeti arayış ve fizikötesi yaşam boyutuna yönelme gayretine ilişkin mistik çırpınışları ihmal etmemize sebebiyet vermiş gibidir.
Tanpınar’ın bütün eserlerinde sonsuzluğu idrak ana meseledir. Üstat, sonsuzluğu kanıtlamak peşinde koşmaz; böyle bir endişesi yoktur; sezgileriyle ve birtakım şahsî tecrübelerinin verdiği ilhamlarla sonsuzluğun inkâr edilemez bir gerçek olduğunun bilincindedir. Belki sadece idrakini zenginleştirecek ayrıntıların izini sürer. Maddenin ıstırabı onu böylesi bir arayışa yöneltmiştir. Bu arayışta, dış duyularımızın algıladığı dünyadan, muhayyilemizin kırık dökük de olsa sezinleyebildiği fizikötesi âlemlere açılan pencereye sızmanın imkânlarını yakalama peşindedir. Nelerdir söz konusu imkânlar? Rüya, hayal ve tasavvur. Sezgi dediğimiz içgörü, ıstıraplarımızın derinleştirdiği gönül gözü, kalplerimizdeki atılım yeteneği. Kafamızın içindeki vehimler ve kurgular. Muhayyilemizdeki büyük meydanda kavuşan bir yığın ara sokak. İşte bu imkânlardan biri de, yansıtma hareketini ifa eden “ayna”dır. Keza, Gazali’ye göre, kalp de insan vücuduna yerleştirilmiş bir yansıtıcı, bir nevi aynadır.
Tanpınar, bilindiği üzere, Mevlânâ’nın ney aracılığıyla ayrılıklardan yakınması gibi, zamanın parçalanmışlığından şikâyet eder. Maddedeki ıstırabı yaratan da bu parçalanmışlık olgusudur. Sonsuzluğu idrak edebilmek içinse, dış duyularımızla algıladığımız engin kâinatı dahi aşan bir bütünlüğe iman etmemiz gerekir. Fakat bu körü körüne ve durağan bir iman değil, hamleden hamleye koşan ve benliğimizi bir dereceye kadar tatmin edecek olan hareket dolu imandır. Maddenin ıstırabından daha yakıcı, ama bu yakıcılığıyla ruhu vecde ulaştıran, hiç olmazsa sırlar ikliminin hududuna kadar getiren sonsuz iman. Bütünü keşfetmenin yolculuğu.
Tanpınar, söz konusu keşif yolculuğuna hasrettiği eserlerinde, kendisini birtakım sembollerle okurun karşısına çıkarır. Huzur’daki Tanpınar, şüphesiz ki diğer bütün karakterlerden önce Mümtaz’dır. Ne kendisinin kuşkucu yönünü temsil eden Suad, ne hayat tecrübesiyle bilgeleşmiş İhsan ve ne de kadınlı-erkekli kahramanlar kadrosunun öteki bireyleri Tanpınar’a Mümtaz kadar yakın değildirler. Denebilir ki, Mümtaz, yazarı eserinde yansıtan aynadır. Bu muhayyel genç karakter, mitolojik dehanın ürünü olan masallardan modern romanlara dek, bütün anlatı türlerinde gördüğümüz biçimiyle, sonsuzluğu idrak etmeye yönelik zaman yolculuğunda kendisine bir yol arkadaşı arar ve bulur. Onun yoldaşı Nuran’dır. Kişi, insanlık camiası içindeki yalnızlığına rağmen, kendi dramını tek başına yaşayamaz. Bu bir kuraldır. Bu kural, Havva’nın Âdem’e yoldaş olarak gönderilmesiyle konmuştur. Kadın ve erkek ikiliği, parçalanmışlığın bir diğer boyutudur. Kadın ve erkek, klasik ifadeyle, bir elmanın iki yarısıdır. Dolayısıyla kadın ve erkek, bütünlüğe ulaşma yolunda birbirine muhtaçtır.
Huzur’un sayfalarını çevirdikçe şunu görüyoruz: Mümtaz’ın da, Nuran’ın da hayatları paramparçadır. Mümtaz, yaşanmış geçmişten belirsiz geleceğe uzanan hâl içinde bütünüyle huzursuzdur. Yedi asrın ölüsüyle meşguldür. Onun bu buhranını kadın sezgisiyle kavrayan sevgilisi şöyle sorar: “Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.” Hâlin içindeki konumunu inkâra niyetli olmayan Mümtaz bu soru karşısında susmayı tercih eder. Anlaşılıyor olmak onun için yeterlidir. Keza Nuran’ın da kendine özgü sorunları vardır. Hayatı eski kocası, kızı ve ailesinin diğer fertleri arasında bölük pörçüktür. Fakat her ikisi de bilmektedir ki, bir ömrü dolduran bütün bu sorunlar parçalanmışlık hadisesinin figürlerinden başka bir şey değildir.
Romanda şöyle bir cümleye tesadüf ederiz: “Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmak.” Bu ifadeyi kimin sarf ettiği önemli değildir. Eserin bütün kahramanları aynı özlemin peşindedir. Mümtaz ile Nuran söz konusu aynaya ayrı ayrı vücutlarıyla girip de orada birleşmenin sırrına erebilseler sorunları büyük ölçüde çözülecektir. Şöyle de düşünebiliriz: Onların asıl dramı, aynanın bu tarafındaki talihleridir. Nuran, zaman yolculuğunda kendisine yanlış bir yoldaş seçmiştir, çocuğunun babası olan bu yoldaştan birtakım zaruretler sebebiyle kopamamaktadır. Mekanik zaman boyutunda Mümtaz ile Nuran’ın yekvücut olmaları mümkün değildir ve aynanın bu tarafında ayrılığa mahkûmdurlar. Hayatlarını idare eden binbir teferruat, mizaçlarındaki derece farklılığı onların birleşmelerine imkân vermez. İnci Engünün Romancılarımız ve Mevlânâ adlı makalesinde bu iki sevgilinin mizaç ayrılığını şöyle vurgular. “Eserde iki sevgilinin Mümtaz ile Nuran’ın ayrılmalarının sebebi de Mümtaz’ın sanatı ve tarihi âdeta hayatına taşımak istemesi, Nuran’ın ise çok daha derinden tanıdığı mevlevî kültürüne rağmen, geçmiş zamanla yaşanan ânı ve gerçekleri birbirinden ayırabilmesidir.”
İçine girmeyi arzuladıkları ayna öyle bir mistik penceredir, öyle bir geçiş kapısıdır ki, burada geçmişle gelecek, berzah âlemiyle fâni dünya, vaat edilen ilâhî saadetle dış duyuların algıladığı şimdiki hâl iç içedir. Orası sonsuzluk değildir ama sonsuzluğa en yakın iklimdir. Belki cennet dediğimiz bütüncül yaşam formunun mekânıyla, parçalanmışlığın en ağır şartlarda hüküm sürdüğü fâni dünya arasındaki köprüdür. Yazarın ifadesiyle, “İnsanın dışında denebilecek bir zamanla, insan ömrünün zamanı arasında bir zaman”dır. Bu ayna, kendine has bir bilince de sahiptir. Nuran bir gün Mümtaz’ın evine konuk olur, “bütün aynalar” der romancımız, “Nuran’ın çıplaklığiyle Mümtaz gibi çıldırmışlardı.” İki sevgili arasındaki mukaddes ruh birliğini aynaların şuurundan daha iyi hangi nesne idrak edebilirdi? Keza Mümtaz, aynaların insan talihinin remzi, zihnin gaibe doğru uzatılmış bir imkânı olduğu düşüncesiyle Nuran’a ne kadar bağlı bulunduğunu kendisine telkin ederek, aynanın bu tarafındaki mukadder ayrılığın geçici olduğuna hükmeder. Tanpınar bir şirinde şöyle der:
Aynalar kırıldı mevsimlerle, biz
Sırrın gecesinde rüyaya daldık
Burada şair, daha gerçekçi mekânla geçici mekân arasında irtibatı sağlayan aynaların kırılmasıyla parçalanmışlığa bir gönderme yapar gibidir. Bu dünyadaki ıstırap dolu hayatımız karanlık bir geceden farksızdır ve idrak ettiğimiz zaman dilimi de bir rüyadan ibarettir.
Mümtaz, aynanın bu tarafındaki hayatın oyundan başka bir şey olmadığının farkındadır. Hayat aslında bir düştür; ölümse bu düşten uyanış. Fakat aynanın içindeki –ya da ötesindeki– yaşam boyutu da bir başka rüyadır. Bu böyle sürüp gider. Bergson’un ifadesiyle, zaman sürekli bir akış halindedir; bu gerçek zamandır; bu dünyadaki kurgularımızın ürünü olan mekanik zaman değildir. Saf süre, geleceği kemiren ve ilerledikçe büyüyen geçmişin daimî ilerlemesidir. Şu halde, aynanın öte tarafında bizi bekleyen bir başka oyundur. Fakat daha talihli bir oyun. Yine Tanpınar’ı dinleyelim:
Ey eşiğinde bir ânın
Durmadan değişen şeyler
Başucunda bir rüyanın
Bu aydınlık oyun bekler
Gerçek yaşamın eşiğinde sürekli bir hareketlilik. İdeal iklime doğru bir akış. Gördüğümüz her düş, bir sonraki düşe hazırlık. Ruhlarımızın insan-ı kâmil olma yolundaki tekâmülü. Sahnesinde yer alacağımız her oyun, bir önceki oyundan daha aydınlıktır. Darvin’in yanıldığı nokta: Onun ileri sürdüğü gibi biyolojik yahut dünyevî evrim değil, her atılışta daha parlak bir iklime geçilen ruhî evrim. Hint düşüncesinin de burada aldandığını söyleyebiliriz: Ruhgöçü esprisi semavî dinlerin müjdelediği mistik tekâmülün tahrif edilmiş bir yorumu olsa gerektir. Sürekli hareketliliğin bizi her geçen gün biraz daha olgunlaştırdığını ve parçalanmışlıktan bir o kadar uzaklaştırarak yekpare zamana yaklaştırdığı gerçeğini şairimizin şu dörtlüğünde de görebiliriz:
Bilirim kimse içemez
Üst üste aynı pınardan
Bir veda gibi her nefes
Alışılmış kıyılardan
Ve bir soru: Dışımızdaki dünyanın parçalanmışlıktan doğan ıstıraplarına rağmen, Mümtaz iç dünyasında mutlu mudur? Cevabı yine Tanpınar’dan alalım:
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş
Her insanın içinde bir derviş yatar. Eşyadan bağımsız, umut dolu ve bize vaat edilen ebedî saadeti bölük pörçük de olsa sezinleyen eşikteki müjdeci. Söz konusu eşiği aşmak nesnelerle kuşatılmış yaşantımızda sıradan fertler için imkânsızdır. Ne Mümtaz, ne de Nuran; bunu ancak büyük mistikler başarabilir. Son söz Yahya Kemal’den:
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmıyan büyük kapıda
Geçince başlıyacak bitmiyen sükûnlu gece
Not: Yazarımızın yazısı ilk olarak Dergâh Dergisi, sayı 149, Temmuz 2002 tarihinde yayınlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR