Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

SELİM PUSAT VE CARL GUSTAV JUNG

31 Ocak 2021 - 11:53

Hüseyin Nihal Atsız’ın eserlerine dair yapmakta olduğumuz çözümleme çalışmalarımızın bu bölümünde analitik psikolojinin kurucularından İsviçreli ruhbilimci Carl Gustav Jung’un “Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi[1] adlı temel yapıtıyla Selim Pusat’ın hikâyesinin anlatıldığı Ruh Adam romanını metinlerarasılık yöntemiyle kıyaslamaya teşebbüs edeceğiz. İlk başta böylesi bir metinlerarasılık yadırgatıcı görünse bile Jung’un kuramlarının Selim Pusat’ın ruh haliyle nasıl birebir örtüştüğü ve Nihal Atsız’ın Jung’un çalışmalarına kayıtsız kalmadığı hakikati aşağıda peyderpey izah edilecektir. Öncelikle şunu hatırlatmalıyız ki, psikanalizde bilinçdışı terimi kullanılmaktadır fakat galat-ı meşhur kabilinden bilinçaltı kavramı çok daha yaygın olduğu için biz de burada bu kavramı tercih edeceğiz.

Jung’a göre bilinçaltının yoğun bir içeriği vardır. “Bu içerik,” diyor Jung, “bilince çıkarılabilse, engin bir bilgi artışı elde edilir (sayfa 29).” Jung, bilinçaltı ile bilincin algılarının aynı olduğunu belirterek şöyle der: “Ruhun bilinçli işlemesi ile bilinçdışı işlemesi arasında yalnızca bir tek fark vardır: bilinç, yoğunluğuna ve merkezleşmesine karşın, bir anlıktır… Yapısı nedeniyle, bireysel deneyim araçlarından başka bir şey içermez. Geçmişe dönüş gücü ise birkaç on yılı geçmez… Bilinçaltının ise yoğunluğu ve merkezileşmesi yoktur. İç karanlıklara derece derece ulaşır ve sonsuz bir genişlik elde eder… Ataların yaşamı boyunca oluşmuş katmanlaşmaların olağanüstü gömüsü bilinçaltındadır (sayfa 30).” “Bilinçaltı kişileşebilseydi,” diyor Jung, “doğumla ölümün sınırında yaşayan bütünsel bir canlının çizgilerini taşır, hemen hemen ölümsüzlüğe yakın bir biçimde, bir iki milyon yıllık insan deneyimleriyle dopdolu olurdu. Zamanın akıcılığı üstünde, hiçbir şeye karşı çıkmadan gezinir dururdu… Yüzyıllık düşleri görür, ölçüsüz deneyiminin yardımıyla tartışılmaz sonuçlara ulaşan tanrısal yanıtlar verirdi. Çünkü, bireyin, ailesinin, oymağının, halklarının yaşamlarını defalarca yaşamış olacak ve kuruluşun, oluşumun, çöküşün ritmini –canlı bir duygu gibi– bilebilecekti (sayfa 30).”

Yukarıdaki paragrafı adım adım izlediğimizde ilkin şunu fark ediyoruz: “Bilinçaltı iç karanlıklara derece derece ulaşır ve sonsuz bir genişlik elde eder… Ataların yaşamı boyunca oluşmuş katmanlaşmaların olağanüstü gömüsü bilinçaltındadır.” Selim Pusat iç dünyasının karanlıklarında aydınlığı ararken iki bin yıllık genişliğe ulaşıyor. Mete Han zamanının Yüzbaşı Burkay’ından yirminci yüzyıla uzanan bir katmanlaşma ve keşfedilmeyi bekleyen bir gömü söz konusudur. Özetleyerek izlemeye devam edelim: “Bilinçaltı kişileşebilseydi ölümsüzlüğe yakın bir biçimde milyon yıllık insan deneyimleriyle zamanın akıcılığı üstünde yüzyıllık düşler görerek bireyin, ailesinin, oymağının, halklarının yaşamlarını defalarca yaşamış olacaktı.”

Ruh Adam’ın 13. bölümünde Selim Pusat ile Güntülü arasında şöyle bir diyalog geçmektedir:

- Siz de iki bin yıldan beri yaşıyor musunuz?

- Niçin olmasın?

- İki bin yıl önce acaba ben neydim?

- Herhalde Mete’nin ordusunda bir subaydınız.

- İkimiz de iki bin yıl önce yaşadığımıza göre o zaman da tanışıyor muyduk?

- Elbette tanışıyorduk.

Evdeşini Açığma-Kün uğrunda ejderler kağanı Naranta’ya kurban eden Yüzbaşı Burkay’ı evdeşi ölürken Uygur masalında şöyle lânetliyor: “Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkansın!” Evdeşi tarafından lânetlendiği için ıstıraptan kurtulamayan Burkay’a etrafındakiler şöyle akıl verir: “Seni ancak ölüm kurtarır.” Uygur masalının bitimindeyse şu cümle dikkati çekiyor: “Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmuş olmadı.”

Burada söz konusu olan “Ruh Adam Romanında Arketipler ve Metinlerarasılık” başlıklı bir başka makalemizde[2] belirttiğimiz üzere tenasüh değildir. Burada söz konusu olan şey, bilinçaltının kişileşerek zamanın akıcılığı üstünde yüzyıllık düşler görmesidir. Kolombiyalı romancı Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanı da büyülü gerçekçilik kapsamında böyle bir şeydir. Marquez’in bu büyük anlatısında yüzyıllık düşler gören kişi onun büyükannesidir. Marquez şöyle diyor: “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana.”[3] Benzer bir yaklaşım Kırgız romancı Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel veya Gün Uzar Yüzyıl Olur adlarıyla Türkiye Türkçesine aktarılmış olan romanında da görülmektedir. Roman kahramanı Yedigey, bir arkadaşının cenazesini mezarlığa götürürken, kendisinin ve milletinin geçmişini, acı-tatlı, düşündürücü yanlarıyla bir bir gözlerinin önünden geçirir. O gün ‘asra bedel bir gün’ olur Yedigey için.[4]

Parçalanmış zaman ile yekpare zaman arasında bir başka zamansal boyut söz konusudur ki biz buna içsel zaman diyebiliriz. Nitekim iki bin yıl öncesinde kız meselesi yüzünden Yüzbaşı Burkay’ın yaşadığı tecrübeyi iki bin yıl sonrasında Yüzbaşı Selim Pusat da benzer bir şekilde yaşayacaktır ki ölümsüzlüğe yakın bir biçimde yüzyıllık düşler görerek bireyin, oymağın ve halkın hayat tecrübeleri defalarca tekrarlanmaktadır böylelikle. “Bilinçaltı,” diyor Jung, “kuşaktan kuşağa kalıt gibi geçen işlevsel bir düzen olduğundan her zaman var oldu (sayfa 31).” Açıkça anlaşıldığı üzere, tenasüh (ruh göçü – bireysel ruhun bir bedenden bir başka bedene geçmesi) değil de içtimai ruhun ölümsüzlüğü, kısacası müşterek bilinçaltının kuşaktan kuşağa sürekliliği söz konusudur.

Selim Pusat’ın iç dünyasında parçalanmış bir kimse olduğunu, bir yarım adam olduğunu ve Araf’ta sıkışıp kalmışlığını önceki makalelerimizde tekrarlayıp durmuştuk. Parçalanmış zaman ile yekpare zaman arasındaki içsel zaman esasen Araf’takilerin zamanıdır. İç dünyasının karanlıklarında keşif yolculuğuna çıkan Selim Pusat kendi parçalanmışlığını bertaraf ederek yine kendi bütünlüğünü edinmenin peşindedir. Jung şöyle diyor: “Ruh, en yüksek gerçek bütünlüktür (sayfa 33).” Selim Pusat da zaten ruh adamdır. Jung bu keşif yolculuğuna bilincin yeniden ele geçirilmesi diyor.

Carl Gustav Jung’u izlemeyi sürdürelim: “Bireysel bilinç, bilinçaltının uçurumları ile çepeçevre sarılmıştır. Görünüşte, kendisinden emin ve güven vericidir; aslında, kolay kırılır, temelli sallantılı niteliktedir. Güçlü bir coşkun etki, bilincin denge durumunu belli belirsiz biçimde bozar (sayfa 43).” Jung’un bu saptamaları Selim Pusat’ın durumuyla birebir örtüşmektedir. Selim Pusat o yarım bilinciyle bilinçaltının uçurumlarından düşmektedir. Selim Pusat görünüşte sert karakterli ve kendinden emindir. Ama aslında kırılgandır ve güçlü bir coşkun etkiyle yüzleştiğinde ruh dengesi büsbütün sarsılır. Nitekim roman kurgusunun sonlarına doğru amansız bir hastalığa yakalanarak fizyolojik olarak da çökecektir. “Ruhsal çalkantılar sonucu, doğamızın bütün parçaları bilinçaltında erir, yıllarca ortaya çıkmaz. Süreğen kişilik değişiklikleri belirir; şöyle sözler edilir: ‘Şu ya da bu olaydan sonra bambaşka biri oldu.’ Bu tür sorunlar yalnızca sinirli kişilerde değil, normal insanlarda da var olabilir. Coşkun etkilerle ortaya çıkan düzen bozukluklarının teknik dilde adı kopuntu görüngüleri’dir (sayfa 43).” Biz daha önceki “Ruh Adam Romanında Otobiyografik Unsurlar” başlıklı makalemizde[5] kesintisizlikten dem vurmuştuk hatırlanacağı üzere ve Levent Bayraktar’ın Bergson’dan yaptığı bir alıntıya yer vermiştik: “Hayat daha başlangıcında geçmişi saklayarak geleceğe hizmet ettirmeye başlamış ve böylelikle geçmişi şimdiye ve şimdiyi geleceğe katarak, asla parçalanamayacak gibi kesintisizce devam ede gelmiştir. İşte hayatın bu kesintisiz oluşu bilinçten başka bir şey değildir.”[6] Yine aynı makalede biz şu değerlendirmede bulunmuştuk: “Yirminci yüzyıldaki yarım bilinciyle Selim Pusat kesintisizlikten mahrumdur. Bilincinin kesintiye uğramasının nedeni ise, varoluşunu anlamlı kılan tek şey olan subaylıktan kovulmuşluktur.” Jung’un kopuntu ve Bergson’un kesintisizlik vurguları arasındaki uyuşmazlık yeterince açıktır. Selim Pusat kesintisizlikten mahrum olması itibarıyla kopuntulu, parçalanmış, bölük pörçük bir mustariptir.

Bireysel bilincin kopukluk ve düşmanlık demek olduğunu vurgulayan Jung şöyle bir eklemede bulunur: “İçtenlikle söylemek gerekirse, çağdaş dünyamızda bütünüyle mutlu denebilecek kişi yoktur; tedirginlik gitgide artıyor (sayfa 45).” Selim Pusat her ne kadar yarım yamalak bir bilince malik bulunsa da kâh çevresinden kopukluğuyla kâh çevresindeki herkese şüpheci yaklaşımıyla tekinsiz ve tedirgin biridir. Kendisiyle birlikte etrafındakileri de mutsuzluğa sürüklediğinin farkında olsa bile uyumluluğa yanaşmamaktadır.

“Bir varsayıma göre,” diyor Jung, “bütün ruhsal olaylar, kendi içlerinde karşıtlarıyla bütünleşirler… Her kötülükte bir hayır vardır (sayfa 46).” Ve işte şimdi burada meselenin püf noktasına varıyoruz: “Hoşnutsuzluk ve umutsuzluk veren bölünme olgusu, beraberinde yeni bir ışık da getirir (sayfa 47).” Selim Pusat hem iç dünyasında hem dışarıda mutsuzdur, bölünmüştür, kopuntuludur, kesintisizlikten mahrumdur, parçalanmıştır ve yarım yamalaktır. Selim Pusat umutsuz ve karamsardır ve tabii kötümserdir. Ama yine de iç dünyasındaki keşif yolculuğuna çıkması demek karanlıklarda aydınlığı araması demektir. Belki de salt bu nedenle Selim Pusat (zevcesi Ayşe’nin lisedeki en gözde öğrencileri olan) Aydolu, Nurkan ve Güntülü adlı kızlara Işık Kızlar sıfatını yapıştırmıştır. Gerçek hayatta (Nihal Atsız’ın özel hayatında) bu üç kıza tekabül eden hakiki kızlar var mıdır, bunu kesin olarak bilemiyorsak da kurmaca dünyadaki Işık Kızlar’ın adları da hep ziyalıdır: Aydolu, Nurkan ve Güntülü…

Ruh Adam romanının kurmaca dünyasını esas aldığımızda Selim Pusat’ın Çamlı Koru’dan Büyük Mahkeme’ye uzanan serüvenini (içsel yolculuğunu) bir düş olarak sabitleme kolaycılığına kaçacak olursak kurgu içinde tutarsızlığa düşmekten kurtulamayız; çünkü Selim Pusat kurgunun içinde yalnız değildir. Bununla birlikte Ruh Adam romanında olan biten her şey bir düş gibidir. Şu halde bu düşü gören veya kurgulayan gerçekte Nihal Atsız olduğu içindir ki Ruh Adam romanına yazarın uyanıkken gördüğü bir rüya diyebiliriz. “Düş, ruhun en karanlık, en gizli köşelerine yerleşmiş dar bir kapıdır. Bu kapı, benlik bilincinin var olmasından çok önceki bir zamana, ruhu bireysel bilincin hiç ulaşamayacağı bir yerin çok ötelerine sürükleyip götüren o kökensel geceye açılır (sayfa 49).” Atalar mağarasından tutunuz da korunaklı ana rahmi Ergenekon’a ve demirden dağın körüklerle eritilmesiyle dış dünyaya açılan çıkış kapısına varıncaya dek kökensel geceye birtakım yakıştırmalarda bulunmamız mümkündür.

Nitekim her sanat eseri bir rüyadır. Britanyalı edebiyat eleştirmeni ve düşünür Terry Eagleton ‘bilinçdışına giden başlıca anayol rüyalardır’ diyor. Delilerin uyanıkken rüya görmelerine benzer bir tarzda sanatçılar da eserlerini üretirlerken rüyalar âlemine (âlem-i misal) dalıp gitmektedirler. Dolayısıyla her sanat eserinde çözümlenmesi lâzım gelen pek çok şifre vardır. İmge veya sembol deyiniz, şifrelerin hepsi insanlığın uzak geçmişine dayanan kodlardır ve her biri göstergedir. Bütün bunlar aynı zamanda bugünümüzü ve meçhul istikbalimizi kapsarlar. Metinler aynı zamanda yekpare zamanın dağılmasıyla bizleri esareti altına almış olan parçalanmış zamana direnme çabasıdır. Her sanat eseri ve her metin estetik bir başkaldırıdır.[7]

“Herkes zıvanadan çıksa da, karanlık ruhun birleştirici evrenselliği yine de paramparça olmaz. Tersine, yüzeysel çatlaklar ne kadar büyür ve çoğalırsa, derinliklerdeki Tek’in gücü o denli sağlamlaşır (sayfa 50).” Jung’un burada örtük bir üslûpla sözünü ettiği derinliklerdeki Tek acaba Ruh Adam romanındaki Yek midir?

Selim Pusat’ın öteki beni olan Yüzbaşı Şeref hiç evlenmeden yaşayıp ölmüş (hayatını askerlik mesleğine adamış) bir subaydır. Ve fakat Yüzbaşı Şeref’i örnek edinmeyerek subaylık hayatında Ayşe öğretmenle evlenen Selim Pusat’ın kendi yaşamını mesleğine adamasında bir zafiyet söz konusudur. “Ruh Adam Romanında Arketipler ve Metinlerarasılık” başlıklı makalemizde belirttiğimiz üzere, her ne kadar Selim Pusat subayken aşk evliliği yapmamış olsa bile Yüzbaşı Şeref’in bağlı kaldığı ödünsüz askerlik yasasına yeterince sadakat gösterememiştir. Ömür boyu bekârlık insan doğasına terstir ama bozkırlı konargöçer Türklerin kadim zamanlardaki yaşam şartları bir bakımdan savaşçılara müzmin bekârlığı dayatmış gibidir. Ekonomisi akıncılığa dayalı bozkır medeniyetinde ölen her erkek savaşçı (şayet evliyse) ardında dul bir kadın ve yetim çocuklar bırakacaktır ki, bu bir problemdir. “Aydın bir tipi ele alın,” diyor Jung ve ekliyor; “âşık olmaktan ödü patlar; size kalsa, korkuları yersizdir, oysa haklıdır o; çünkü sevdalanmak çılgınlıklar yapmasına yol açabilir; ama duygusu ancak tek bir kadın tipine, ilkel kökenli kadın tipine etki gösterdiğinden, sonuçta kendisine hiç uygun düşmeyen bir kadına tutulur. Birçok aydının, kendi düzeylerinin altındaki kadınlarla evlenmelerinin nedeni budur (sayfa 89).” Jung’un bu cümlelerindeki aydın sıfatının yerine subay sıfatını yerleştirdiğimizde Selim Pusat’ın durumunu daha sarih kavramış olacağız. Kaldı ki Yüzbaşı Burkay makul bir evdeşe sahipken Açığma-Kün gibi sıra dışı bir kıza âşık olunca çılgınca şeyler yapmaktan uzak duramamıştır. İlkin makul evdeşini ejderler kağanına yem etmiştir ve akabinde aşk uğrunda Mete Han’ın ordusundaki şerefli yerini mahvetmiştir. Açığma-Kün’ü elde etmek amacıyla Yüzbaşı Burkay bir büyücü kadına akıl danıştıktan sonra şeytanların en akıllısı Kilimbi’ye şöyle vaatte bulunur: “Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum.” Burkay çılgınlığa başlamıştır bile. Savaşçılık ruhunu şeytana satmaya hazırdır. İlk cennetteki ilk günahı tekrarlamaya hazırdır. Burkay bu zaafıyla lânetlenirken Selim Pusat da kendi aile hayatını tehlikeye sürüklemektedir; (burada Nihal Atsız’ın her iki evliliğinin de yürümediğini ve her iki eşinin de tek bir kadın tipine, makul kadın tipine benzediğini hatırlayalım; makul olmayansa liseli kızdır).

Buraya kadar yapmış olduğumuz bütün bu yorumların, tahlillerin ve tespitlerin ötesinde olarak bir de şunu görmezden gelmemeliyiz: Birtakım amelleriyle suçlu bulunan Selim Pusat hem dünya hayatındaki askerî mahkemede hem de metafizik mahkemede yargılanırken âdeta günah keçisine dönüştürülmüştür. Ama bir bakımdan, beşeriyetin iç dünyasındaki müşterek menfi eğilimler (suç işleme potansiyelleri) bağlamında, mahkemede hazır bulunan herkes (mahşerî kalabalık) kendi vicdanlarını da yargılamaktadır. Polonya doğumlu etnograf Bronislaw Malinowski şöyle der: “Ahlâksal konularda, başkalarının davranışlarını yargılarken ya da genel davranış ve tavırlar konusunda görüş bildirirken, ülküye sıkı sıkıya bağlı kalmak kolay hatta güzeldir. Ancak, ahlâk kurallarıyla ülküleri, gerçek yaşama uygulamaya gelince, işler değişmektedir.”[8] Gazete veya televizyon haberlerinde sıkça gördüğümüz toplumsal infial ve linç girişimlerinin kökeninde işte bu müşterek suçluluk kompleksi vardır. İnfiale kapılmış olan yığınlar suçluya linç girişiminde bulunurken gerçekte kendi iç dünyalarındaki karanlığı bastırmakta veya cezalandırmaktadırlar. Selim Pusat da zaten insanların ikiyüzlülüğünden yakınmaktadır. “Alt işlevlerimizin etkisinde ilkel kişilerizdir; zayıf bir nokta, her şeyin içeri girebileceği bir deliktir (sayfa 90))” diyor Carl Gustav Jung. “Bilinçaltında her şey yan yana bulunur, belirgin olmayanlar bütünün içinde erir, yok olur… Bilinçaltında ayırt etme, farklılaştırma yer almaz (sayfa 92).” Bu da bize gösteriyor ki, linç girişiminde bulunanların bilinçaltı ile suçlunun bilinçaltı müşterektir.

“Coşkun etkiler, özerk güçlerdir, örneğin ilkellerde kötü ruh olarak belirirler. Coşkun etkiler bizim için bir tür suikast oluşturur, dışımızdan şimşek hızıyla bizi çarpan bir şeydir, bizi boyunduruğu altına alır. Bu nedenle coşkun etkiler ilkel insanlarda kişileşmişlerdir. Sayıları oldukça kabarık olan eski tanrılar, kişileşmiş coşkun etkilerden başka bir şey değildir: Venüs’ü, Eros’u düşünün… İlkel insanlar, kendileri için etkilenmek anlamını taşıyan bu coşkun etkileri ancak bu biçimde algılıyorlardı. Coşkun etkinin kurbanı olan kişiler, içine dışarıdan beklenmedik bir ruhun girdiği kişilerdi (sayfa 96).” Derinliklerdeki Tek acaba Ruh Adam romanındaki Yek midir? diye sormuştuk yukarıda. Kişileşmiş coşkun etkilere bizdeki Tepegöz’ü emsal gösterebiliriz.

“İlkellerde,” diyor Jung, “ havanın kararması nesneleri kavrama yetilerini uyarır. Gündüz, tüm dikkatleri dış ve somut dünyaya çevrilidir; gece oldu mu, her şey büyülü bir görünüme bürünür; çünkü güneşin batışıyla birlikte ilkelin gündüz bilinci de körelir; ışık kaybolduğu anda ilkelin iç dünyası, dış dünya kadar gerçek ve somut bir biçimde belirir… Kısacası ilkel insanda iç dünya dış dünyaya yansıtılmıştır ve hep gece süresince belirir (sayfa 103).”

Çamlı Koru’nun fısıltılı, kasvetli ve tekinsiz atmosferi ile Yüzbaşı Şeref’in mezarındaki ıssızlık Selim Pusat’ın iç dünyasını bulduğu mekânlardır. Ruh Adam metninde Yüzbaşı Şeref’in mezarını ziyarete giden Pusat’ın hisleri şöyle veriliyor: “Zaten Selim’e göre yaşamak sadece yaşamak; ölüm ise hatıralarda, gönüllerde, tabiatta ve ebedî karanlıkta yaşamaktı. Yahut da sadece hatıralarda, hatıralardan silindikten sonra tabiatta, tabiatta parçalandıktan sonra ebedî karanlıkta yaşamaktı. O karanlıkta kaybolmak, unutulmak ne güzeldi!” Ölüm sonsuzluğa açılan kapıdır. Ebedî karanlık iç dünyamızdır, bilinçaltımızın derinlikleridir. Tabiatta parçalanarak ebedî karanlığın sonsuzluğunda var olmak!

“Akıl hastalarında, duyduklarını söyledikleri sesler aslında, benliğin denetiminden çıkan, duyulur duruma dönüşen düşüncelerdir. Oysa bu sesler, bizim için önem taşıyan noktadır, düşünceleri yansıtmakla kalmazlar, aynı zamanda bürünülmüş bir kişiliğin belirtisi olurlar (sayfa 134).” Çamlı Koru’da Selim Pusat’ın işittiği fısıltılı sesler (bu sesler kadın sesi bile olsa ve Açığma-Kün’ün kadim zamanlardan yansıyan sesi olarak algılansa bile) aslında Selim Pusat’ın duyulur duruma dönüşen iç sesidir. Selim Pusat’ın büründüğü Yüzbaşı Burkay’ın sesidir aslında. “İlkeller,” diyor Jung, “bulundukları çevrenin canlı olduğuna ve çevresel dünyalarında yer alan her şeyin az çok konuştuğuna inanırlar. Coşku duydukları bir sorunla karşılaştıklarında, akşam oldu mu ormana gider, kendilerini yanıtlayan ağaçlarla konuşurlar (sayfa 134).” Selim Pusat daha ziyade akşam karanlığında gittiği Çamlı Koru’da iç sesiyle, Prenses Leylâ Mutlak ile, Yek ile ve tabii dolaylı yoldan çam ağacı ile konuşmaktadır. Yüzbaşı Burkay’ın coşkuyla âşık olduğu Açığma-Kün’ü gölgesinde bulduğu çam ağacıdır bu ağaç.

Fakat niçin çam ağacı? Dr. Pervin Ergun şöyle izah ediyor: “Kadın ve erkeği sembolize eden iki ağaç, kızılçam ve çam, Tanrı tarafından yer ve gök ile insan yaratılırken yaratılmıştır.”[9] Çam ağacında insanlığın kökeninin ve insanlığın tarihinin izleri vardır. Şöyle ki: “İnsanın –bir ölçüde tüm insanlığın– ve onun tarihinin temsilcisi olduğunu unutmayalım. İnsanlık tarihinde olabilecek her şey, bireyde ortaya çıkar (sayfa 165).” Şu halde çam ağacı ile insan özdeştir. “Kuzey Türklerinden Sahalar, çamın aydınlık ağaç olduğuna ve Tanrı kutu taşıyan bu ağacın kutunun Saha insanına sindiğine inanırlar.”[10]

Peki ya niçin Yek?

Uygur harfli Oğuz Kağan Destanında bir canavardan (gergedan) söz edilir: “O çağda, orada büyük bir orman vardı… Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Günlerden bir gün ava çıktı… Gergedan geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanın başına vurdu ve onu öldürdü. Kılıcı ile başını kesti, aldı gitti.”[11] Carl Gustav Jung canavar olgusunu şöyle izah eder: “Mitoloji, dış kaynaklı, deneysel bir olgu değildir. Bu canavarlar, bu düşlemsel varlıklar dış dünyada var olmadıkları gibi, içimizde de oluşmasalar, onları var kılmak olanaksız olacaktı. Simgesel anlamlar yüklenmeleri, bunlara gereksinim duymamızdan kaynaklanır (sayfa 211).” Yek, içimizdeki canavardır; iç dünyamızdaki ve bilinçaltımızdaki iblistir. Uygur harfli destanda canavarı öldüren Oğuz Kağan şöyle tasvir ediliyor: “Ayakları öküz ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi.”[12] Görüldüğü üzere Oğuz Kağan da bir nevi canavara benzetilmektedir; çünkü büyük gergedan şeklindeki canavar dışımızda değil içimizdedir. İtalyan edebiyat kuramcısı ve eleştirmen Franco Moretti’ye göre “Canavar, insanın baş aşağı çevrilmiş, olumsuzlanmış halidir.”[13]

Biz bu makalemizde analitik psikolojinin kurucularından İsviçreli ruhbilimci Carl Gustav Jung’un “Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi” adlı temel yapıtından cımbızla seçtiğimiz birtakım saptamaları kurmaca bir karakter olarak Selim Pusat’ın bilincini ve bilinçaltını ve tabii iç dünyasını aydınlatabilmek için metinlerarasılık yöntemiyle irdeleyip kıyasladık. Böylesi bir metinlerarasılık yadırgatıcı görünse bile Jung’un kuramlarının Selim Pusat’ın ruh haliyle nasıl birebir örtüştüğü ve Nihal Atsız’ın Jung’un çalışmalarına kayıtsız kalmadığı anlaşılmış oluyor diyebiliriz. Elbette ki daha kapsamlı bir çalışmaya girişilecek olunursa Jung ile Atsız arasındaki şuurlu veya kendiliğindenlikli örtüşmelerin farklı tezahürleri de tespit edilebilecektir kanaatindeyiz. Makalemizi Jung’un söz konusu yapıtından son iki alıntıyla bitirelim:

“Irksal bilinçaltı, kişisel deneyimlerin ürünü değildir. Bizde doğuştan bulunur. Beden yapımız gibi ruhsal yapımız da, milyonlarca yıllık soygelişimsel izler taşır. Zamanı bilinemeyecek kadar eski bir tür yapıda doğar gibiyiz; binlerce yıllık oluşumlar yer alır bu yapının temelinde… Kuramsal olarak, ruhumuzun yapısından hareketle tüm insanlık tarihini baştan sona yeniden kurabiliriz; çünkü bir kez var olan her şey, içimizde hâlâ varlığını sürdürüyordur. Ruhsal alanda ırksal bilinçaltı, varlıklarını sürdürenlerin bir araya gelmesinden oluşmuştur (sayfa 217).”

Nihal Atsız’ın kurmaca dünyadaki muadili olan Selim Pusat kadim bir toplumsal bilinçaltının ürünüdür. Ama aynı zamanda Atsız’ın kişisel deneyimlerinin de ürünüdür. Kaldı ki Hüseyin Nihal Atsız –herkes gibi– kendi benliğiyle ve Türklük kimliğiyle muayyen bir hayat tecrübesi edinmiş, bu tecrübeyi de Ruh Adam romanına yansıtmıştır. Jung’dan yapacağımız son alıntı Ruh Adam romanında Yek olarak karşımıza çıkan içimizdeki canavarın gerekliliğini gayet fasih izah etmektedir:

“Eğer yaşamım boyunca içimdeki canavarla karşılaşmıyorsam, bu karşılaşmadan yoksun bir yaşam sürüyorsam sonunda kendimi pek iyi hissetmem; bu durum, vitaminden ve tuzdan yoksun yiyeceklerle beslenmeme benzer. Canavarla yüz yüze gelmem gerekir; çünkü, kahraman gibi o da erk yüklü bir merkezdir. Karşılaşma gerçekleşmediği durumda, bu eksiklik, insanın doğal gereksiniminin eksikliğiyle eşdeğerde olacaktır. Canavarla karşılaşma çeşitli biçimlerde olabilir, önemli olan karşılaşmadır. Bunu size şöyle açıklayayım: İnsan, kendisiyle karşılaşmadıkça, kendisine yönelmedikçe kendini pek iyi hissetmez; ruhsal sıkıntılarla yüz yüze gelmedikçe, kendi yüzeyinde kalır; kendisiyle çarpıştığı anda, darbeden hemen sonra, huzur verici yararlı bir izlenim edinir (sayfa 226).”

Bu ifadelerden gayet net anlıyoruz ki, Nihal Atsız kendi içindeki canavarla yüzleşme ihtiyacından yola çıkarak Ruh Adam romanını kurgulamıştır ve Yek adlı bir stereotip[14] inşa etmiştir. Böylelikle de Nihal Atsız kurgusal bir ortamda kendi iç dünyasının karanlıklarına (tıpkı Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk anlatısında olduğu gibi) keşif yolculuğu düzenleyerek kendisiyle çarpışmış, bir muhasebeye girişmiştir. Ruh Adam romanının kurgusunda okurların kafasını kurcalayıp duran metafizik mahkeme hem Mahkeme-i Kübra dediğimiz Büyük Mahkeme’dir hem de Nihal Atsız’ın bizzat kendisini sorgulayıp yargılamasıdır.

DİPNOTLAR

[1] Bu makalede Ruh Adam romanıyla kıyasladığımız Carl Gustav Jung, Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi adlı eserin Say Yayınları, İstanbul 1997 baskı tarihli Engin Büyükinal tercümesi esas alınmıştır. Yine bu makalede söz konusu eserden yaptığımız alıntılar dipnotlarda gösterilmemiştir ve metin içindeki parantezlerde alıntıların sayfa numaraları verilmiştir.

[2] Kısık Sesler Dergisi, sayı 5, Ağustos-Eylül 2016 ve Kırmızılar Hareketi 2016

[3] Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık romanının arka kapak yazısından, Can Yayınları, İstanbul 2007

[4] Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanının arka kapak yazısından, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2000

[5] Kısık Sesler Dergisi, sayı 6, Ekim-Kasım 2016 ve Kırmızılar Hareketi 2017

[6] Levent Bayraktar, Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 124, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010

[7] Metin Savaş, Edebiyat ve Rüya, Mağaradakiler Dergisi, sayı 11, Haziran-Temmuz-Ağustos 2016

[8] Bronislaw Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, sayfa 80, İthaki Yayınları, İstanbul 2016

[9] Pervin Ergun, Türk Kültüründe Ağaç Kültü, sayfa 260, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2012

[10] Türk Kültüründe Ağaç Kültü, sayfa 261

[11] Oğuz Kağan Destanı, sayfa 2, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1970

[12] Oğuz Kağan Destanı, sayfa 1

[13] Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, sayfa 111, Metis Eleştiri, İstanbul 2005

[14] STEREOTİP: “Bir roman kişisinde istendik başlıca özellik, onun üçboyutlu, nefes alıp veren, insanî gerçekliğe uygun, tutarlı, sahih bir kişi olarak var olmasıdır. Roman kişisinin var oluşu ve ilişkiler ağındaki yeri, içeriği, romanın başarısına olumlu veya olumsuz etkileri gibi hususiyetler bu ölçüt esas alınarak değerlendirilir. Karakter ile tip bu koşulu yerine getirebilmenin, sahih kişi olabilmenin; stereotip ise bu koşulu yerine getirememenin, insanî gerçekliğe uygunluk noktasındaki zafiyetlerin, eksikliklerin temsilî kavramları olarak kullanılmaktadır.  Derinliksiz ve yüzeysellikle malul bulunan stereotip en basit ifadeyle, kalıp yargı şeklinde ifade edebildiğimiz bir grubun üyeleri (bir kategoriye dâhil edilen kişiler) hakkında diğer kişilerce inanılan özelliklerin, tipikliğin özeti niteliğindeki katı zihinsel imajdır.” Ahmet Demir, Roman ve Stereotip, sayfa 4 ve sayfa 7, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara 2014

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum