Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

ROMAN SANATININ MİLLETLEŞME SÜRECİNE KATKISI

25 Ekim 2020 - 16:41

ROMAN SANATININ MİLLETLEŞME SÜRECİNE KATKISI

Mitolojik çağlara kadar inen anlatı sanatlarının en yeni üyesi olan roman sanatının başlangıcı 1605 tarihli Don Kişot tahkiyesidir. İspanyalı Miguel Cervantes’in bu eseri roman sanatının atasıdır veya çekirdeğidir. Don Kişot’tan önce Batı’da romans ve Şark dünyasında ise mesnevi vardı. Türklerin medeniyet değiştirmesine paralel olarak Fars kültüründen edindikleri mesnevi formu yüzlerce ve hatta binlerce beyitten oluşan çok uzun şiirlerdir. Fakat mesneviler kendi formuna özgü bir kurguya sahip oldukları için Şark dünyasının romanı olarak tanımlanabilmektedir. Kanadalı düşünür ve eleştirmen Robert Fulford Anlatının Gücü adlı eserinde özetle şöyle demektedir: “Hiç şüphe yok ki anlatı dünya üzerindeki varlığına dedikodu (yani bir kişiden ötekine anlatılan) basit hikâyeler biçiminde başladı. Dedikodu, varlığını, olayları özetlemenin ve bu olayların anlamlarını araştırmanın en kestirme yolu olarak sürdürdü. Hikâye (anlatı) medeniyetin de başlangıcıdır. Anlatı aynı zamanda psikolojik bir ihtiyaçtır. Hikâyesiz (masalsız) büyüyen bir çocuğun psikolojisi sağlıklı olmayacaktır ve büyük anlatılardan mahrum bir toplumun özgüveni de cılız kalmaya mahkûmdur. Bir milletin kriz yaşadığı zamanlarda imdada yetişen unsurlardan biridir büyük anlatılar. Hikâye hem tedavi edicidir hem de binlerce yıllık tecrübenin birikimine sahiptir.”
 
Anlatı veya hikâye kavramları esasen aynı şeydir. Destan, masal, şiir, mesnevi, türkü, şarkı ve çağımızda roman ve hatta senaryo hep birer anlatıdır veya hikâyedir. Halk hikâyeleri, şehir efsaneleri, kıssalar, menkıbeler, fıkralar ve benzeri ürünler hep böyledirler. Modern ve postmodern zamanlarda ortaya çıkmış olan gazete metinleriyle internet sitelerindeki sunumlar ve facebook paylaşımları bile şimdi artık anlatının yeni biçimleri şeklinde kabul ediliyor. Dedikoduyla başlayan anlatının merkezinde hayat tecrübesi vardır. Çok eski zamanlarda dünyayı ve olayları algılama çabasındaki ilkel insanlar mitolojik tasavvurlar oluşturmuşlardır. Herhangi bir olayın sebeplerini ve sonuçlarını şimdi bizim yaptığımız gibi değerlendiremedikleri için her olaya bir gizem atfetmişlerdir. İşte bu gizemlerden mitoloji doğmuştur. Mesela, yıldırım düştüğünde ilkel insanlar bunu göğün veya gökteki herhangi bir kudretin öfkesi olarak yorumlamışlardır. Bu herhangi bir kudret ilâh da olabilir, cin, peri, ruh veya başka bir şey de olabilir.

Muayyen bir toplumun müşterek kültür kodlarını o toplumun destanlarında buluyoruz. Bireylerin kendilerine özgü bilinçaltları olduğu gibi, pek çok bireyin bütünleşerek oluşturduğu toplumun da ortak bir şuuru ve şuuraltı vardır. Batı Türklüğünün müşterek kültür kodlarını en iyi yansıtan anlatıysa Dede Korkut hikâyeleridir. Bu türden destansı niteliği bulunan anlatılarda söz konusu toplumun vicdanı, dünyayı ve hayatı algılayışı, töresi ve ahlâkı, erdemleri ve zaafları bir arada bulunur. Oğuzlar zamanında destansı bir yaşam tarzını yürütmekte olan Oğuz boyları peş peşe Ön Asya’ya, Azerbaycan’a ve Anadolu’ya ve hatta Balkanlara doğru göç ettikçe yeni bir muhite uyum sağlama derdine düşmüşlerdi. İşte bu uyum çabasının sonucunda Oğuzname türünden anlatıların yerini daha gerçekçi olan Danişmendname tarzında anlatılar almaya başlamıştır. Bu itibarla Dede Korkut hikâyeleri de destansı anlatı ile gerçekçi anlatının arasında bir yerde durmaktadır. Dede Korkut hikâyelerinde okuduğumuz kişiler ve olaylar daha canlıdırlar, çok daha dünyevidirler. Dede Korkut’taki serüvenlerin büyük kısmı olmayacak şey değildir. Dede Korkut’ta kardeş veya boy sürtüşmeleri, baba ile oğul arasındaki anlaşmazlıklar ve birtakım düşmanların baskınları anlatılır ki bütün bunlar hep gerçekçi olaylardır. Batı kültüründeki romansın (veya şövalye hikâyelerinin) muadili şeklinde Batı Türkleri de Anadolu’da Danişmendname ve Saltukname tarzında anlatılar (alperen öyküleri) oluşturmuşlardır. İşte bu anlatılar aslında roman sanatının nüvesidir. Ne var ki birtakım sebeplerden ötürü roman sanatı Asya’da veya Anadolu’da değil de Avrupa kıtasında ortaya çıkabilmiştir.

Peki ama roman sanatı niçin önemlidir?

Fransız İhtilali öncesinde Fransa Krallığı topraklarında kırk kadar etnik grup vardı. Bu etnik grupların her biri kendi etnik diliyle konuşuyordu ve bütün bu etnik grupları birbirine sımsıkı bağlayan herhangi bir şuur net olarak mevcut değildi. Fransız Bilimler Akademisi işte bunun için kurulmuştur. Fransa topraklarında yaşayan muhtelif unsurları müşterek bir bilinç etrafında toplamanın en kestirme yolunun Fransızca olduğunu Fransız aydınları fark etmişlerdi. Fransız İhtilalinin akabinde Fransa burjuvazisi de doğmaya başlamıştır. Nitekim modern anlamda roman diyebileceğimiz eserlerin yazılması da Fransız İhtilaliyle ve Fransa burjuvasının doğmasıyla mümkün olabilmiştir. Kitap göçebe çadırında veya köyde okunmaz. Kitap esas itibarıyla şehirde okunur. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği yüzyılda Avrupa matbaayı icat ederek çok sayıda (milyonlarca) kitap basmıştır ve bu kitaplar ilkin burjuva muhitlerinde, ardındansa kasabalarda ve hatta köylerde okunmaya başlamıştır. Büyük anlatıcı Victor Hugo’nun Fransız İhtilalinin ruhunu yansıtan Sefiller adlı romanı Fransa halkının milletleşmesine çok büyük katkılar sağlamıştır. Kendi dar muhitlerinde yine kendi etnik dilleriyle konuşan pek çok etnik grup Sefiller gibi romanları Fransızca okuyarak bilinçlenmişler ve Fransızcanın gücü sayesinde ortak bir kültüre kavuşarak milletleşme sürecine girmişlerdir. Günümüz Fransa’sında etnik diller varlığını hâlâ sürdürüyor ama Fransa’nın bütün vatandaşları Fransızca yazıyor ve Fransızca okuyor. Fransa’daki millî tavır veya millî vicdanın payandası tek bir dildir: Fransızcadır. Victor Hugo türünden yazarlar yetişmeseydi biz bugün tek bir dil (Fransızca) etrafında bütünleşmiş bir Fransız halkından söz edemeyecektik.

Niçin roman?

Çünkü roman sanatı popülerdir ve bir toplumun her kesimine hitap edebiliyor. Tahsil seviyesi düşük vatandaşlar da entelektüel birikimi yüksek vatandaşlar da roman okuyabilmektedir. Akademik veya felsefi bir kitabı toplumun her kesimine okutamazsınız. Oysaki roman böyle değildir. Roman sanatı doğası gereği popülerdir. Günümüzdeki sinema filmleri gibidir. Herhangi bir filmi herkesin ilgiyle seyretmesinin mümkün olması gibi herhangi bir romanı da tahsilli tahsilsiz, köylü şehirli, zengin fakir, işçi veya memur herkes okuyabilmektedir. Elbette ki okurların seviyesine göre farklı türden romanlar vardır. Çok ağır bir romanın okuru başkadır, sürükleyici bir macera romanının okuru başkadır. Herkes için bilimsel kitap pek yazılamaz fakat herkes için roman veya senaryo yazılabilir. Albert Einstein’ın izafiyet teorisini herkesin ilgiyle okumasını bekleyemeyiz. Ve fakat Küçük Ağa veya Yorgun Savaşçı tarzında bir romanı Türk toplumunun çoğunluğu okuyabilir.

Peki ya okursa ne olur?

İşte meselenin püf noktası buradadır. Sefiller romanı nasıl ki Fransız İhtilalinin ruhunu yansıtıyorsa, bizdeki Çalıkuşu romanı da Türk İnkılâbının felsefesini aktarmaktadır. Dolayısıyla Fransa’da Victor Hugo’nun oynadığı rolü Türkiye’de Reşat Nuri Güntekin üstlenmiştir. Çalıkuşu Feride idealist bir Türk kızıdır. Varlıklı bir İstanbul ailesinin çocuğu olmasına rağmen mesleğini taşrada ifa etmeyi seçmiş, asırlar boyunca cahil ve yoksul bırakılmış olan Anadolu insanının çocuklarını eğitmeyi görev bilmiştir. Çalıkuşu Feride taşradaki öğretmenlik hayatı boyunca pek çok zorluklarla ve engellerle karşılaşmıştır. Anadolu insanı Feride’ye bilgili bir vatandaş gözüyle bakmayı beceremeyince gerilim oluşmuştur ve gencecik bir kızın öğretmenlik yapmasını herkes yadırgamıştır. Oysaki Feride iffetli, iyi niyetli bir bacıdır. Anadolu’nun perişan çocuklarını aydınlığa kavuşturmak emelindedir. Nasıl ki bundan yaklaşık bin yıl öncesinde Anadolu insanına bacıyân-ı rûm dediğimiz hanımlar tayfası rehberlik ettiyse –aynı veya benzer şekilde– modern zamanlarda da yine Anadolu insanına Çalıkuşu Feride istikamet vermeye yeltenmiştir.

İşin aslı şudur ki; Fransız halkı Sefiller romanını okuduğunda bu romanın esas oğlanı Jan Valjan’ın mücadelesi etrafında toplanabilmiştir. Fransa Krallığındaki sefalete ve adaletsizliğe başkaldıran Jan Valjan bu yönüyle kurmaca bir halk kahramanıdır. Aynı şekilde esas kız Çalıkuşu Feride de Türk insanının diriliş çabasını temsil etmektedir. Jan Valjan karakteri Fransız halkında bir duygudaşlığa yol açmıştır ki farklı etnik gruplara mensup Fransa vatandaşları işte böylece müşterek bir ülkünün çevresinde birleşmeyi bilmişlerdir. Reşat Nuri Güntekin’in yapmaya çalıştığı şey de budur zaten. Türkiye halkını Çalıkuşu Feride karakterinin etrafında toplayarak ortak bir şuur, bir ülkü, müşterek bir duygudaşlık oluşturmanın derdine düşmüştür yazarımız. Nitekim eleştirmen ve edebiyat tarihçisi Carl van Doren Amerikan Edebiyatı Nedir başlıklı kitabında Amerikan milletini Amerika edebiyatının yarattığını fasih bir ifadeyle belirtmektedir.

Çalıkuşu romanı tarzındaki kitapları herkes okuyacak olursa ne olacağı bellidir. Böylelikle ülkemizin doğusundaki ve batısındaki, kuzeyindeki ve güneyindeki bütün vatandaşlar aynı duyguyu yaşamaya, aynı hisleri paylaşmaya koyulacaklardır. Nasıl ki Fransa’da herkes idealist Jan Valjan’ın tarafını tutuyorsa, Türkiye’deki bütün vatandaşlarımız da Çalıkuşu Feride’nin safında yer alacaklardır ve böylece müşterek bir ülkünün dürtüsüyle bütünleşeceklerdir. Milletleşmenin esası duygudaşlıktır. Aynı değerleri benimseyip ortak bir kültür ve ortak bir hayat tarzı kurmaktır. Bu itibarla son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Mustafa Kemal Atatürk o malum idealist duruşuyla erkek olarak değil de kadın olarak yaratılsaydı Çalıkuşu Feride gibi olacaktı.

Metin SAVAŞ
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum