POSTMODERN ROMAN VE HAZ
Yirmi birinci yüzyılın çetrefilli yaşam şartlarına ayak uydurma çabasındaki roman sanatı şimdi artık estetik ve didaktik yapısını değiştirmiş ve hatta dönüştürmüştür. Klasik roman, bilindiği üzere, burjuva sınıfının ürünüydü. Yirminci yüzyılda geleneksel unsurlar paramparça olunca kitle kültürü diyebileceğimiz yaman bir hayat tarzı ortaya çıkmıştır ki, bunun sonucu olarak da klasik romanın yerini modern roman ve akabinde postmodern anlatı dediğimiz modern-ötesi roman almıştır. Çağımızda tüketim kültürü derinlemesine hâkim olduğu içindir ki roman sanatı da bu tüketim kültürünün bir parçası haline gelmiştir. Geleneksel unsurların paramparça olmasının ardı sıra modernlik de parçalanmaktan kurtulamamıştır. Şunu diyebiliriz ki, yirminci asırda gelenek ile modernliğin çatışmasına sahne olan dünyamız yirmi birinci asırda söz konusu çatışmayı modernlik ile postmodernlik sürtüşmesi şeklinde yaşamaktadır. Tanzimat romanlarında gördüğümüz modernlik özentisi züppe karakterlerin yerini günümüz romanında çılgın diyebileceğimiz karakterler doldurmaktadır. Tanzimat romancıları taraflıydı ve yüzeysel batıcılığa öykünen züppe karakterleri yeren romanlar yazıyorlardı. Bugün bu böyle değildir.
Postmodern romanda yergiden ve idealden ziyade durum vardır. Ahmet Mithat Efendi’nin başını çektiği eğitici roman çağımızda geçerliliğini yitirmiştir. Günümüz romancıları, postmodern yaşam tarzının çılgınca atmosferi içerisinde debelenen bireyi hem iç dünyasıyla (psikolojisiyle) metinlerinde işlemektedir, hem de yığınla göstergeyi malzeme edinerek anlatmayı tercih etmektedirler. İnsanlığın ilk ortaya çıktığı zamanlardan beri etrafımız göstergelerle kuşatılmıştır elbette, ama postmodern zamanlarda göstergelerin baskısı büsbütün artmıştır ve pekişmiştir. İşte bu anlatı tarzı (psikolojik derinlik, göstergelerin adeta roman karakteri gibi sunulması, bireyin hem tüketici hem tüketilen şeklinde ele alınması) nedeniyle postmodern romanda okuru metinle bütünleştiren acayip veya çarpık bir haz tahakkümü oluşmaktadır. Üslûp, kelime oyunları, cümlelerin kâh yadırgatıcılığı kâh sersemleticiliği, diyaloglardaki büyülü yahut birebir gerçekçi karmaşıklık ve benzeri özellikler göz önüne alındığında kitle kültürü toplumunun tam da istediği şeydir postmodern roman.
Çağımızda hedef tüketmektir, daha fazla tüketebilmektir. Mutluluğun yolu tüketimden geçmektedir. Sanat da artık tüketim metasıdır. Günümüz bireyi için Victor Hugo’nun beş ciltlik Sefiller romanı bir destandır artık. Ya da nostaljidir. Oysaki mitoloji çıkışlı Ulysses anlatısını çağdaş birey Sefiller tarzında bir destan gibi algılamıyor. İrlanda kökenli edebiyat felsefecisi Terry Eagleton günümüz okurunun mitolojiye dönüş yaptığını belirtirken haklıdır, fakat bu dönüş bütünüyle tüketim çılgınlığının yönlendirdiği çarpık bir dönüşten başka bir şey değildir aslında. Franz Kafka’nın Gregor Samsa’sı çeşit olsun diye böcekleşmiyor. Kitle kültürünün bireyi kendi doğasındaki hayvanî dürtüleri şuursuzca da olsa harekete geçirmek durumunda kalmaktadır. Neden yaşadığını bilmeksizin, sorgulamaksızın, tabiattaki herhangi bir canlı türüymüşçesine öylesine var olmak mıdır bu davranış? Yığınla yanılsamanın bulanık atmosferi içerisinde körlemesine bir radikal tepki midir? Facebook ve Twiter türünden sibernetik erişim ağları ne derece haz vericiyse, mitolojik unsurlara sırtını yaslamış olan postmodern roman da aynı derecede haz vericidir. Bunun en belirgin örneğiyse Oğuz Atay’ın anlatılarıdır. Tutunamayanlar olsun Tehlikeli Oyunlar olsun, bu çapraşık metinleri anlasak da anlamasak da okurken haz alabiliyoruz. Şüphesiz ki bütün edebî metinler haz vericidir. Destanlar, masallar, şiirler, piyesler, halk hikâyeleri veyahut şehir efsaneleri hep böyledir. Ne var ki postmodernlik öncesi anlatıların şöyle veya böyle anlaşılır olması esasken, postmodern anlatılarda göstergelerin kaypaklaştırdığı bariz bir anlaşılmazlıktan doğuyor haz.
Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı o büyüleyici metniyle okuru sımsıkı sarıp sarmalıyorsa bunun sebepleri üzerinde durup düşünmek gerekir. Televizyonlardaki izdivaç programları da seyirciyi aynı şekilde büyülemiyor mu? Kızları evden kaçan annelerin canlı yayınlarda özel hayatlarını salya-sümük deşifre etmeleri apaçık bir haz değilse nedir? Beyazcamlardaki aile dramları neden bu kadar çok izleniyor? Buradaki hedef başkalarının acılarını paylaşmak mıdır yoksa başkalarının acı çektiklerine tanıklık etmenin bizlere sadistçe bir tatmin vermesi midir? Bütün bunların hastalıklı bir topluma dönüştüğümüzü gösterdiğini inkâr edebilecek miyiz?
Şöyle de diyebiliriz: Kitle kültürünün insanı anlamak istemiyor. Fakat anlıyormuş gibi davranmaktan gocunmuyor. Nitelikli okur bile aynı tavrı sergileyerek Ulysses romanına yönelik hayranlığını sergilemeyi bir statü göstergesi olarak benimsiyor. İşin aslı şudur ki, İngiliz veya İrlandalı okur (entelektüel olsa bile) Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanını anlayamayacaktır. Aynı şekilde çok fazla roman okuma tecrübesine sahip Türkiyeli okur da James Joyce anlatılarını anlayamayacaktır. İşte işin püf noktası budur. Tüketim kültürünün bireyi niçin tükettiğini bilmediği gibi, bilmek de istemez. Modanın ve reklâm sektörünün dayatmasıyla postmodern birey hep okur, ama neyi niçin okuduğunu bilmez ve sorgulamaz. Bilmemekse hazdır.
METİN SAVAŞ