Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

NESEFÎ'DEN DOSTOYEVSKİ'YE KÖTÜLÜĞÜ ANLAMAK

15 Kasım 2020 - 00:18

NESEFÎ’DEN DOSTOYEVSKİ’YE KÖTÜLÜĞÜ ANLAMAK


Friedrich Schiller “Haydutlar” adlı piyesinin önsözünde kötülüğü yıkmayı hedef edinmiş bir sanatçının kendi eserinde oto-sansüre gitmesinin yanıltıcı olacağını ima ederek şöyle der: “Dinin, ahlâkın ve toplumsal yasaların düşmanlarından öç almayı amaçlamış biri, kötülüğün iğrençliğini en çıplak haliyle ortaya sermeli ve kötülüğün devasa büyüklüğünü insanlara göstermelidir.” Sanat eserinin bir ahlâk vaazı olamayacağı veya olmaması gerektiği şeklindeki söylem her ne kadar tepki çeken bir söylem olsa da, sanat eserinin vahye dayalı bir kutsal kitap olmadığı da bir hakikattir. Sanat eserinde kötülüğün iğrençliğini tüm çıplaklığıyla sergilemek (dolaylı yoldan) ahlâka katkı sağlayabiliyor, ama bu çıplaklığın ters tepmesi ve sanat eserini tüketen kişilere tahrik unsuru şeklinde yansıması da pekâlâ mümkündür. Bununla birlikte, sanatçı kendi eserini üretirken kötülük karşısında nasıl bir tavır takınmalıdır?

Schiller bu soruya şöyle cevap vermektedir: “Böyle biri (yani sanatçı) derhal kendi karanlık labirentlerini de boydan boya dolaşmalı, ruhunun oyalandığı doğaya ters duyguların içine dalmaya zorlamalıdır kendini.” Schiller’in söylemeye çalıştığı şey şudur ki, sanatçı, eserini üretirken yansız davranacak ve objektif bakış açısıyla iyiliğin karşısındaki kötülüğü anlamaya ve çözümlemeye girişecektir. Bir devletin kendisine rakip veya düşman bir başka devlete karşı önlem alabilmesi uğrunda o düşman devletin içine kendi istihbarat elemanlarını sokmasına benzetebiliriz bunu. İşte sanatçı da körü körüne veya yüzeysel bir önyargıyla yetinerek eserini üretmeye kalkışırsa hem yetersiz bir ürün vermiş olacaktır hem de eseriyle tatmin ediciliği yakalayamayacaktır. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı romanının o muazzam başarısını işte burada aramak gerekiyor. Dostoyevski, Raskolnikov adlı roman karakterini inşa ederken dışarıdan yaptığı gözlemlerle yetinmemiştir ve bizzat kendi içindeki karanlık labirentlere cesaretle dalabilmiştir. Öyle ki, Raskolnikov ile Dostoyevski’nin gençliği arasında pek çok özdeşlik yakalamak mümkündür.

Malum olduğu üzere her insan çift kutupludur. Her insanın genlerinde Habillik ve Kabillik vardır. Biz buna fıtrat diyoruz. Yani biz insanlar iyilik yapmaya da kötülük etmeye de istidatlı olarak yaratıldık. Fıtratın gerçekliği inkâr edilemiyor. 13. yüzyılın büyük sûfilerinden Nesefî, insanın kendi istidadına mecbur bulunduğunu fakat davranışlarında özgür olduğunu, kısacası, tercih yapmaya muktedir kılındığını hatırlatarak şöyle der: “İhtiyar ve irade, insanın elindedir; isterse doğru, isterse yalan söyler... Melek, açıcı-keşfedici (kâşif) iken, şeytan ise gizleyici-örtücü (sâtir)dir.” Meleğin keşfini hayır, şeytanın gizlemesini şer olarak nitelendiren Nesefî her ikisinin de sebep teşkil ettiğini belirtir: “Ey derviş! Seni iyi işlere davet edip, kötü işlerden alıkoyan senin meleğindir. Seni kötü işlere davet edip, iyi işlerden alıkoyan senin şeytanındır.”

Nesefî, “Var olan her insanın, onunla birlikte olup, onunla beraber yaşayan bir şeytanı vardır,” şeklindeki bir vecizeyi de naklederek meramını anlatmaya yeltenir. Burada kastedilen şeytan, metafizik şeytan veya bizim tahayyül etiğimiz mânâda tecessüm etmiş bir şeytan olmayıp, iç dünyamızdaki kötülük gizilgücüdür.

Nesefî, tasavvuf öğretisini dervişlere izah ederken meseleyi farklı bir boyuta taşıyarak meleğin karşıtı olan şeytanı ikiye ayırır. Şöyle ki: 1- İtaat etmeyerek fesat çıkaran şeytan; 2- Kibirlenerek boyun eğmeyen iblis.

Nesefî’ye göre, iblis, avam arasında az bulunur ve avama musallat olanın birinci şeytan olduğunu zikreder. İblis dediğimiz ikinci şeytansa âlim, şeyh ve hakîmler arasında dolanır. “Onlar,” diyor Nesefî, “kendini beğenmiş ve kibirli olup, hiç kimseyi kendi üstlerinde göremez, herkesi kendi altlarında düşünürler.” Biz bu ifadelerden yola çıkarak şöyle bir saptamada bulunacağız: “Suç ve Ceza” adlı romanda geçim sıkıntısı çekenlere borç para veren ve onları sömüren tefeci kadın birinci dereceden şeytanlık etmektedir. Ne var ki Raskolnikov bu tefeci kadını öldürmeye karar verdiğinde kendisini yine kendi vicdanına mazur gösterebileceği bir bahane aranırken ve işte yine kendisinin üstün-insan olduğu kuruntusuna kapılma yolunu seçer. Bu bağlamda Raskolnikov kibre kapılmış ikinci dereceden şeytandır, yani iblisliğe soyunmuştur.

Yazımızın başlangıcında, bir sanatçının, kendi eserini inşa ederken dışarıdan yaptığı gözlemlerle yetinmeyerek bizzat kendi içindeki karanlık labirentlere cesaretle dalabilmesinin gerekliliğinden dem vurmuştuk. Dostoyevski’nin yaptığı da budur zaten. Dostoyevski, Raskolnikov karakterini inşa sürecinde etrafındaki gerçek hayatın kötülüklerini ve kötü kişilerini temaşa ederken bizzat kendisinin iç dünyasındaki potansiyel kötülüğü de açığa çıkarmaya gayret etmiştir. Friedrich Schiller’in bu husustaki yaklaşımı şöyledir: “Her şeyi kendi sempati dairemizde toplamak isteyen sonu gelmez bir eğilime sahip olduğumuzdan, şeytanı kendimize doğru yukarıya, melekleri ise aşağıya çekiyoruz.”

Tabii ki bu tavır doğrudan doğruya sanatçının tavrıdır. Sanatçının buradaki amacı kötülüğü yüceltmek değildir. Tam tersine, içimizdeki fıtrî eğilimlere yönelik bir arkeolojik kazı yaparak kötülüğün mantığını irdeleme ve idrak edebilme cehdi söz konusudur burada. Basit piyasa romanlarında ya da sinema filmlerinde sergilenen o yüzeysel kötülük bilimsel bir hareket içermiyor. Her sanat eseri kendi başına ilmî bir faaliyettir. Sanat eserinde sosyolojik verilerden tutun da psikolojik çözümlemelere kadar pek çok boyut bulunmaktadır. Sanatçı, kendi eserini üretme safhasındayken kötülüğe sempati beslemeye mecbur kalabiliyorsa ancak işte o zaman hedefine ulaşmış olacaktır. Peki ama sanatçı buna niçin mecburdur? Schiller’den alıyoruz cevabı: “İyiler, kötüler tarafından gölgelenir,” diyor Schiller. İşte sanatçı bu gölgeyle boğuşmak durumundadır. Örtücü-gizleyici (sâtir) şeytanın perdesini aralamak yürek ister. Her babayiğidin harcı değildir. Buna ancak peygamberlerden, evliya ve aziz dediğimiz mistiklerden sonra sanatçılar cesaret edebiliyor. Bilim insanının cesareti ise maddenin (eşyanın) ötesine pek fazla geçemiyor. Johann Wolfgang von Goethe, kötü bildiğimiz şeyin aslında iyinin diğer yüzü olmasından ibaret bulunduğunu söyler ve ekler: “Tıpkı ılıman bir iklim kuşağının var olabilmesi için tropikal kuşağın kavrulmak, Laponya’nın ise donmak zorunda olması gibi, kötülüğün varoluşu da iyiliğin bütünlüğü için elzemdir.”

Kof bir piyasa eseri üretmektense derinlikli gerçek bir sanat eseri yaratmak peşindeki sanatçının kendi karanlık labirentlerine dalmasına yetkin bir örnek verecek olursak Robert Louis Stevenson’un “Dr. Jekyll ile Bay Hyde” adlı romanı ilk akla gelenlerden biridir. Bu romanın yazarı Stevenson gerçekten de özel hayatında çifte yaşam süren biriydi. Stevenson, gündüzleri saygın bir hekim olarak çalışırken, geceleri ise sokaklarda sürtüyordu. “Define Adası” adlı romanının ardından en meşhur eseri olan “Dr. Jekyll ile Bay Hyde” kurmaca bir anlatıdır ama Stevenson’un iç dünyasındaki karanlık labirentlerden fışkırmıştır. Bir hekim dikkatiyle modern batı toplumunu irdeleyen Stevenson bu romanında ruh ve beden arasındaki ezeli çatışmayı neşter altına yatırmıştır. Ruh ve beden derken Habil ile Kabil çekişmesini hatırlamak gerekiyor. Dr. Jekyll tıpkı Stevenson gibi saygın bir vatandaştır. Bay Hyde ise saygın doktorumuzun gece karanlığında zuhur eden kötü yanıdır. Bay Hyde gece karanlığında sokaklara çıkarak hunharca cinayetler işlemektedir. Dr. Jekyll ise bir hekim olması itibarıyla kâh deşifre olmamak ve polise yakalanmamak için çaba göstermektedir, kâh kendisinin diğer yüzü olan Bay Hyde’ı ya tedavi edebilmek ya da onu ortadan kaldırmanın çaresini bulabilmek derdindedir. 1886 senesinde yayımlandığında İngiltere’yi ve Amerika’yı kasıp kavuran bu eser çağdaş toplumun ikiyüzlülüğünü anlatan bir başyapıttır. İyi yürekli Dr. Jekyll’ın kötü kalpli yönü olan Bay Hyde’ın sadece gece karanlığında zuhur edebilmesinin sebebi ise açıktır: Çünkü şeytan, örtücü-gizleyici (sâtir)dir.

Hem Dostoyevski’nin, hem Stevenson’un ve hem de diğer gerçek sanatçıların başarısının sırrı işte bu kendi içlerindeki karanlık dehlizlere cesaretle dalabilme dürüstlüğüdür. Bu bağlamda sanatçı demek, kendisindeki ikiyüzlülüğü görmezden gelmeyerek toplumdaki kötülüklere ayna kılabilen entelektüel derviş demektir. Nitekim, edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton bir denemesinde şu gerçeği haykırıyor: “İnsanların en korkuncuyla, akıl almayacak kadar monotonuyla, yani kendinle, bir yere tıkılıp kalmandır cehennem.” Son söz: Sanatçının iç dünyasındaki kötülük gizilgücü bireysel değil, fıtrattan gelen, bütün insanlığı kapsayan müşterek bir dürtüdür.

Metin SAVAŞ

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum