Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tecrübesine vâkıf Osman Gazi Kandemir Paşa’nın “Karanfil - 2013” ve “Gelincik - 2014” adlı eserlerinin ardından 2016 yılında yayımladığı üçüncü romanı “Yüzyıllık Hikâye” adından da anlaşıldığı üzere bir Osmanlı ailesinin yüzyıla yayılan dramatik anlatısıdır. 348 sayfalık bu roman iç içe geçmiş hikâyelerden oluşuyor ki postmodern anlatı tekniğine hayli yakın duruyor. Dikkatli okunmadığı takdirde okurun zihninde bir karışıklığa yol açabilecek türden kurgusuna rağmen “Yüzyıllık Hikâye” son derece sürükleyici ve merak unsurunu daima canlı tutan bir metindir. Muhtelif karakterlerin anı defterleri ve yazar anlatıcının müdahalesiyle gelişen karmaşık olaylar zinciri aslında bir Osmanlı ailesinin yüzyıllık süreçteki karmaşasından ve dağılıp gitmesinden başka bir şey değildir. 2012 yılının 25 Kasım’ında Üsküp’te büyük bir zarfın açılmasıyla başlayan roman metni yine 2012 yılının 27 Kasım’ında Üsküp’te (başladığı yerde) son bulmaktadır. Geriye dönüş tekniğiyle anlatılan olaylar zinciri esasen Balkanlar coğrafyasının yüzyıllık öyküsüdür. Istıraplarla ve bozgunlarla dolu Rumeli vilayetlerinin siyasi olmaktan ziyade sivil cephesi tasvir ediliyor bu çetrefilli anlatıda.
Romanın arka kapak yazısında belirtildiği şekliyle, bir imparatorluk dağılırken ailelerin de dağılabileceğini, vatanını kaybetmiş insanların kültürlerinin de kaybolabileceğini, kültürünü kaybetmiş insanların ise köksüz ağaçlar gibi hafif rüzgârlarda devrilebileceğini görüyorsunuz “Yüzyıllık Hikâye” romanında. Bu roman gerçekten de dağılışların, kayboluşların ve devrilişlerin sahnesidir. Romandaki karakterler kurmacadır ama anlatılan olaylar öz itibariyle gerçektir. Öyle ki, karakterlerin birer kurgu olduğunu bildiğiniz halde bütün bunlar yaşanmamıştır diyemiyorsunuz. Daha da ötesinde, yazarın anlatımdaki o yalın başarısı nedeniyle roman kişilerinin ve kurmaca olayların birer hayal ürünü olamayacağı hissi okuru sarıp sarmalıyor. Yine arka kapak yazısında vurgulandığı üzere, yüzyıllık bu hikâye için kurulmuş bir sahne vardır. Gelgelelim, bu sahnede canlanan kahramanların gerçekte var olup olmadığına biz okurlar karar vermek durumundayız.
Londra’dan Balkanlara uzanan “Yüzyıllık Hikâye” romanında kurgusal bir aile ağacı da yer buluyor. On dokuzuncu yüzyılın bir ailesi olan Osman Nuri ile Münire Hanım’ın soyundan gelenler hayatın acı gerçekleri içerisinde dağılıp gitmektedirler. Safiye, Valeria, Muhsin, Ronald, Fadıla, Julia, Halida ve Halid, Kelly ile Kevin veya Suzanne ve diğerleri hep aynı soyağacının yapraklarıdır. Ama işte bu roman bir yaprak dökümünün hikâyesidir. Nitekim romanın ara bölümlerinden birinin başlığı şöyledir: “Geçmişinden koparılmış insan, köksüz ağaca benzer.” Dağılıp gitmiş olan bu büyük ailenin sırları gizemli bir kayıp sandığa yüklenmiştir. Sandığın içi aslında boştur fakat bu sandığın etrafında çırpınanların yürekleri doludur. “Yüzyıllık Hikâye” milliyetçi hamasetten uzak, dünyanın her coğrafyasında yaşanmış ve yaşanmakta olan aile ve toplum dramlarının aynasıdır. Bir kavga romanı değil, bir medeniyet ve varoluş öyküsüdür. “Kötülerin sesinin her zaman daha yüksek çıktığından” dem vuruyor anlatıcı 34. sayfada. İnsanlığın müşterek derdidir bu. Balkanlardaki çetelerin bir çiftliği basmasıyla en çok sevdiği insanı yitiren Şehriyar Dadı’nın kendisini ölüme terk etmesi hiç kuşkusuz ki kötülük karşısındaki çaresizliğin temsilidir.
“Yüzyıllık Hikâye” Balkan Harbi yıllarında Londra’dan İstanbul’a sürüklenen Valeria’nın Türkiye’de evlenmesiyle başlıyor ve dallanıp budaklanıyor. Balkan Harbi faciaları hiçbir zaman unutulmuyor ve 1994 yılında Bosna-Hersek faciasında ırzına geçilen Müslüman Halida’nın sessiz isyanına kadar genişliyor. Türklerin Sırp tanrıya kurban edildiğini düşünecek derecede büyük bir travmaya maruz kalmaktadır Halida. Kaldı ki romanın başlarındaki şu cümle çok çarpıcıdır: “Kendini tanrı zannedip insanları yargılayanlarla mücadele etmez isek, onların tanrılığını tasdik etmiş oluruz.”
“Yüzyıllık Hikâye” Safiye veya Kelly gibi, Muhsin ya da Kevin gibi farklı kültürlerin isimlerini taşıyan bir kadroya sahip bulunsa da esas itibarıyla Osmanlı-Türk ailesinin ıstırap yüklü bir asırlık öyküsüdür. Balkan Harbi felâketinin yanı sıra, Bosna-Hersek faciasının dehşeti romandaki tek bir paragrafla özetlenebilir: “Bu hadiseler yüzlerce yıl önce olmadı. Bu hadiseler dünyanın kuytu bir köşesinde de olmadı. Yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında oldu. Benim karım yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında köle gibi satıldı, kızım sayısız tecavüze uğradı, oğlum kötürüm kaldı (sayfa 246.)”
“Yüzyıllık Hikâye” anlatım bağlamında Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını hatırlatıyor. Her iki roman da bir aile hikâyesidir. Yine de Kandemir’in romanı olabildiğince özgün bir anlatıdır. Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’ini de anıştırmaktadır. Bununla birlikte Marquez’in o bildiğimiz büyülü gerçekçiliği Kandemir’in romanının sadece tek bir bölümünde karşımıza çıkıyor. 211. ve 221. sayfalar arasında yer alan “Yemenici Muhsin Efendi” başlıklı bölümün üslûbu kâh büyülü gerçekçiliğe kâh halk anlatıları tarzına epeyce yaklaşmış. Fakat ne Marquez ne de Aytmatov öykünmesi var. Okurda böyle bir algı oluşmuyor. Harp Okulu ve Harp Akademisi mezunu Osman Gazi Kandemir askerlik mesleğinden kaynaklanan dikkat meziyetini “Yüzyıllık Hikâye” romanında gözlem şölenine dönüştürmeyi başarmış. Kurguladığı bütün karakterlerden yadırgatmayan bir gerçekçilik fışkırıyor. Ayrıntılar ve karakterlerin hem dış görünüşleri hem de iç dünyalarındaki travmalar yapaylığın yanından bile geçmiyor.
“Yüzyıllık Hikâye” bütün dünya dillerine çevrilecek nitelikte ustalıklı bir anlatıdır. Yetkin ve evrensel bir romandır. Özenticilikten ısrarla uzak duran diliyle “Yüzyıllık Hikâye” hakiki roman diyebileceğimiz bir türün kapsamına giriyor.
Metin SAVAŞ
FACEBOOK YORUMLAR