KANONİK ANLATILAR VE MİLLÎ TÖRENLER NİÇİN GEREKLİDİR
Şimdiki insandan farklı olarak, arkaik insan, dünyevi zamanla mitik zamanı beraberce yaşar. Arkaik insanın idrakine göre, mükemmelliği temsil eden kozmik bir başlangıç vardır. Bu mükemmel başlangıç ilk örnektir ve hatta mükemmellik bağlamında tek örnektir. Kozmik başlangıcın türevleri daima eksik, yanıltıcı veya kusurludur. Mitik başlangıçlar da kozmik başlangıç gibi mükemmeldir. İlk ataların davranışları kusursuz davranışlardır; onların niçin böyle davrandıkları bilinmez ve sorgulanmaz; doğrudan doğruya örnek alınmaları ve taklit edilmeleri gerekir. Her türden konuyu kapsayan mitik başlangıçların taklit edilmesi arkaik insan indinde bir yenilenme, bir yeniden yapılanma, bir arınmadır. Taklide dayalı bu yeniden yapılanma amaçlı davranışlara ritüel diyoruz. Tanrıça Umay Ana kozmik kazanda insan soyunu kaynatıp kepçeyle karıştırarak pişirir, olgunlaştırır, tamamlar. Kozmik kazanın içindeki kaynayan su kaosun temsilcisidir. Kaostan tamlık çıkar, düzen doğar. Akıp giden zamanın yıpratıcılığı içinde başbuğ/hükümdar kut’unu yitirirse ya da tebaasınca kut’unu yitirdiği düşünülürse meşruiyetini de kaybeder. İşte o zaman kaos tekrar devreye girmesin diye başbuğ düşürülür. Yeniçerilerdeki kazan kaldırma eyleminin arka planında bu kolektif şuur vardır. Tabii ki kolektif şuurda yaşamaya devam eden arkaik dürtüler siyasete âlet edilebilir. Suiistimal hep vardır.
Mircea Eliade mitik başlangıçların ilk cennet veya altınçağ algısına tekabül ettiğini belirtirken bunun psikanalizdeki karşılığının ise çocukluk dönemine dönüş olduğunu söyler. Başlangıçlara özgü mutluluk varsayımı hem mitolojinin hem de psikanalizin ortak paydasıdır. Her ikisinin yaklaşımı tıpatıp aynı olmasa da benzerlik söz konusudur. Sigmund Freud’a göre diyor Eliade; “(geriye dönüş) aracılığıyla, insan, ilk çocukluk dönemindeki kimi kesin olguları yeniden gerçekleşme aşamasına getirebileceğini umar. Bu düşünce de arkaik davranışlarla olan benzerliği doğrular… Psikanaliz tekniği köken zamanına bireysel bir dönüşü olanaklı kılar. Oysa bu varoluşsal geriye dönüş arkaik toplumlar tarafından da bilinir.”[1] Ruhbilimin bireysel olarak ele aldığı geriye dönüşü arkaik insanda içtimai olarak buluyoruz. Eski insanların tasavvurunda zaman daireseldir, düz bir çizgide ilerlemez, çevrim veya döngü insan hayatına egemendir. Bektaşilikteki devriye anlayışı ile Mevlevilikteki sema âyini işte budur. Zaman hükmedicidir. Bilge Kağan bunun için “zamanı Tanrı yaşar” demektedir. Parçalanmış zamana değil de yekpare zamana işaret eden dehr (süre) Tanrı’dır söylemi de buradan kaynaklanıyor.
Kanonik metinler de arındırıcıdır. En azından sarsarak uyandırıcıdır. Kanonik metinler motive edici oldukları için bireyden ziyade topluma tesir ederler. Örneğin, İstiklâl Marşı kanonik bir metindir. Orhun Yazıtları da böyledir. Destanların yanı sıra sonradan üretilmiş metinler de zaman içerisinde kanonlaşabilirler. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’su veya Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sı Cumhuriyet’in ideolojisini temsil bakımından kanonlaşmış metinler arasında sayılabilir. “Kanonlaşma,” diyor Mihail Bahtin, “tek sesli bir okumayı kolaylaştıran, olanaklı kılan naif süreçtir.[2] Naiflik doğaldır, kendiliğindendir. İdeolojik dayatmanın dahli bulunsa bile metinlerin kanonlaşmasında naif sürecin payı küçümsenemez. Kanonik metinler içtimai şuuru hem oluştururlar, hem pekiştirirler hem de diri tutarlar. Mevsimlerin döngüsünde tabiatın senede bir kez tekrar canlanmasına paralel bir şekilde ideolojik törenler de yeniden dirilmeyi sağlarlar. 29 Ekim ve 30 Ağustos gibi Cumhuriyet’e özgü bayramların her yıl tekrar tekrar kutlanması boşuna değildir. Malazgirt Zaferi Anadolu Türklüğünün mitidir. Kadim zamanlardaki Ergenekon’dan çıkışı hatırlatırcasına 1071 Muharebesi bir nevi yeniden diriliştir. Bu zafer sayesinde Batı Türklüğü kendisine yeni bir vatan edinmiştir. Türklerin 1071’in çok öncesinde Anadolu’ya yerleşmiş olmaları Malazgirt Zaferi’nin mitik değerini gölgeleyemez.
Mitolojiden modern edebiyata her anlatı bir toplumun tedavi edici vazgeçilmezlerindendir. Dede Korkut hikâyelerinden sarfınazar edemeyeceğimiz gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’undan da vazgeçemeyiz. Entelektüel bir yaklaşımla her kanonik metni çözümleyebiliriz, eleştiriye tâbi tutabiliriz, sorgulayabiliriz ama hâdisenin psikolojik ve mistik boyutunu da görmezden gelemeyiz; akılcılığı putlaştırarak/dogmalaştırarak metafiziği inkâra yeltendiğimizde insan doğasına ters düşmek ihtimaliyle bocalayabiliriz. Robert Fulford “değer yargılarından bağımsız bir hikâye diye bir şey olamaz,”[3] demektedir. Objektiflik sınırlıdır. Mutlak bir şekilde yansız olunamaz, çünkü mutlak yansızlık ancak kimliksizleşmeyle mümkündür. Ne var ki kimliksizlik zaten imkânsızdır. Tanrı dışındaki her varlığı tanımlamak teoride veya pratikte olasıdır. Yalnızca Tanrı tanımsız ve kimliksizdir. İnsan zekâsıyla Tanrı’ya atfettiğimiz her türden tanımlama esasen bizim muhayyilemizin eseridir. Dede Korkut “kimse bilmez nicesin” diyor. Tanrı bilinemez. Tanrı bizim değer yargılarımızdan bağımsızdır. Fakat insanoğlu müstakil değildir. Beşerî değer yargılarının tutsağıdır insanoğlu. Kendi yargılarının mahkûmudur.
Kanonik metinler motivasyon ve kimlik açısından hayatî önemde olmalarına mukabil tastamam dogma sayılamazlar. Muhtelif dinlerin kutsal kitapları hariç tutulabilir, fakat bu kutsal kitaplar da meal ve tefsir ve hatta şerh yoluyla insan aklının müdahalesine maruz kalmaktadırlar. Anlatıların vazgeçilmezliğini saplantı edinerek kanonik metinlere abartılı muamelede bulunmak bizleri yanıltır. Sadece modern insan değil, arkaik insanlar bile kendi kanonik anlatılarını zamanın akışı içerisinde dönüşüme uğratmışlardır; yani güncellemişlerdir. Oğuz Kağan veya Ergenekon destanlarına oranla Dede Korkut hikâyelerinin daha gerçekçi olması söz konusu güncellemeye bir örnek olarak gösterilebilir. Toplumbilimci Jack Goody mitik anlatıların değişkenliğine değinirken şöyle bir açıklamada bulunuyor: “Tek bir anlatının tüm kültürü yorumlamak için bir anahtar olabileceğini düşünmemiz mümkün değildir. Mit tek bir kapıyı açıyor değildir çünkü çokluk içinde var olur, zaman içinde kökten bir biçimde değişir. Kültürün bir parçası olduğu barizdir, fakat kültürün tamamına açılan bir kapıya anahtar olamaz.”[4] Kozmik başlangıçtaki mükemmellik uyarınca, ilk ataların davranışlarını arkaik insanların kusursuz davranışlar olarak algılaması, ilk ataların niçin böyle davrandıklarını sorgulamaya gerek görmemeleri başka şeydir, mitik anlatılar da dâhil olmak üzere her türden kanonik anlatıların peyderpey dönüştürülmesi başka şeydir. Bir davranış asırlarca aynı kalabilir ama o davranışın anlatısı değişir. Değişmeyense öz’dür. “Gerçekliğin bütünü, özne ve nesne arasındaki bütün ilişkilerin toplamıdır,”[5] diyor Ernst Fischer. Mitoloji bugün biz modern insana büsbütün muhayyel görünür gibidir, oysaki mit arkaik insanın kendi gerçekliğidir. Üstelik o gerçeklik bugün bizim kültür kodlarımızda (kolektif şuurumuzda ve bilinçdışımızda) varlığını yine gerçeklik olarak sürdürmeye devam etmektedir. Özne bizizdir ve nesne de tabiattır. İnsan-doğa ilişkisi yalın gerçekliğin bütünüdür. Dolayısıyla vazgeçilemez anlatıların değişkenliği kaçınılmaz olmaktadır. Ritüeller de öz’ünü muhafaza ederek değişmektedir. Değişmektedirler ama kalıcıdırlar.
Millî ve dinî değerlerimizi tören/bayram şeklinde kutlamamız ve idrak etmemiz kendi kimliğimizi canlı tutmak içindir. Bunlardan vazgeçtiğimizde, ötelediğimizde, savsakladığımızda veya bunları itibarsızlaştırdığımızda kimlik bunalımı bizi sarıp sarmalayacaktır. Bir milletin mankurtlaştırılması kimlik buhranıyla kolaylaşıyor. 29 Ekim ve 30 Ağustos gibi Cumhuriyet’e özgü bayramların yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde gözden düşürülmesi, toplumun bu bayramlardan soğutulması, bayramlara katılım coşkusunun zayıflatılması ve hatta birtakım gerekçelerle millî bayramların muhtelif kurumlarda kutlanmasının önüne geçilmesi ya da yasak savma şeklinde öylesine geçiştirilmesi Türk milletinin müşterek şuurunu baltalamaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Kutlamalar ritüel hükmündedir; yeniden yapılanmamızı, zamanın yıpratıcılığına karşı tekrar canlanmamızı, kirlenmişliğimizden ve yozlaşmışlığımızdan mümkün mertebe arınmamızı kolaylaştıran törenlere yıkılması gereken putlar olarak bakamayız. Kutlamalar milleti güncelleyen etkinliklerdir. Törenleri etkisizleştirdiğimizde tekâmül etmiş olmuyoruz. Tam tersine, güncellemeye kut vurarak milleti çıkmaza sürüklemiş oluyoruz.
Metin SAVAŞ
KAYNAKLAR
[1] Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, sayfa 111, Alfa Mitoloji, İstanbul 2016
[2] Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana, sayfa 159, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2014
[3] Robert Fulford, Anlatının Gücü, sayfa 19, Kolektif Kitap, İstanbul 2014
[4] Jack Goody, Mit Ritüel ve Söz, sayfa 122, Küre Yayınları, İstanbul 2017
[5] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, sayfa 139, E Yayınları, İstanbul 1979
FACEBOOK YORUMLAR