Safiye Erol edebiyatımızın hayli zaman ihmal edilmiş kalemlerinden. Neden sonra hatırladık. Kubbealtı Neşriyat onun eserlerine sahip çıktı. Külliyatın birinci kitabı, 2001 yılında yayımlanan Kadıköyü’nün Romanı… İlk baskısı 1938’de yapılmış. Tamı tamına 63 yıl süren vefasızlık ve umursamazlık. Emily Bronte’nin kasvetli Uğultulu Tepeler’ine gösterdiğimiz ilginin yanında, adını dahi anmaya tevessül etmediğimiz Safiye Erol. Körü körüne Batı muhipliğinin doğal sonucu.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz: Kadıköyü’nün Romanı tasavvufî roman geleneğimizin ilk halkalarından biridir. Fakat gerçekten de böylesi bir geleneğe sahip miyiz? Tasavvufî roman sahasında ne bir ekol kurabilmişiz, ne de nesirde böyle bir fikrin ve arzunun kilidini açacak Hüsn ü Aşk tarzında unutulmaz bir eser vücuda getirebilmişiz. Kitaplığımızda “tasavvufî roman” diyebileceğimiz kaç deneme bulabiliriz? Samiha Ayverdi’nin Batmayan Gün’ü, Necip Fazıl’ın Aynadaki Yalan’ı, bir yönüyle Tanpınar’ın Huzur’u ve Mustafa Miyasoğlu’nun Güzel Ölüm’ü… Akla gelen ilk isimler bunlar. Başka? Haydi; kendine has mistisizmden yola çıkarak eserler veren Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nu da bu zincire ekleyelim. Hüsn ü Aşk’tan sonra tasavvuf çeşmesi âdeta kurumuş. Türk romanı Batıdan apardığımız akımlarla özlediği derinliği hiçbir zaman bulamadı. Tasavvufa dönülmedikçe bulamayacak da.
Kadıköyü’nün Romanı, adı üzerinde, bir muhit romanıdır. Kendi şartları, imkânları ve ıstırapları içinde son demlerini yaşayan bir muhit. Boğaziçi sosyetesinin çırpınışları. Tarikat hayatından ferde geçiş inkılâbının doğurduğu buhran. Bir dereceye kadar dejenere, bir o kadar kozmopolit ve Doğulu temellerinden çok şeyler yitirmiş İstanbul yüksek sınıfının hikâyesi. Lâle Devrinden itibaren içine kapanmayı reddeden soylu zümrenin yanılgıları. Mehmet Kaplan’ın “orta insan tipi”[1] dediği ve şair Nâbi’de kıvamını bulmuş ruh hâletinden farklı bir konformist sınıftır söz konusu olan. Nâbi’nin temsil ettiği “orta insan” aydın ve pasiftir. Kadıköyü’nün Romanı’nda anlatılan muhit ise yine konformist ve münevver, fakat aksiyon taraflısı. Şahsî karakterin cemiyet içinde hapsedildiği on yedinci yüzyıl insanı elbette ki hürriyetinden vazgeçecek ve içine dönecekti. Fakat bu verimsiz bir kaçıştı. Şair Nâbi Hayriyye adlı mesnevisinde oğluna şu öğüdü veriyor:
Çıkma aylarca der-i hânenden
Taşra meyl eyleme kâşanenden
Mehmet Kaplan bu beyti şöyle tahlil etmiş: “Burada, kendi içine kapalı, kültürlü olmakla beraber sosyal meselelere karşı kayıtsız, dış dünya ile ilgisini kesmiş, rahatından başka bir şey düşünmeyen insan tipine has davranış tarzının makbul bir örnek haline geldiğini görüyoruz.”[2] Lâle Devri, Nâbi’den Nedim’e geçişin sahnesi. Dış dünyayı, daha kesin ifadeyle eşyayı keşfediş. Nâbi “Çıkma” derken, Nedim tam aksini salık veriyor: “Gidelim sâdâbâde bir âlem-i âb eyleyelim.” Keskin bir dönüş. Boğaziçi işte o günden beri “âlem-i âb”la avunmuş. Rahata düşkünlük ve aksiyon birbirine paralel olarak revaç bulmuş; Batı tarzında konformist yaşam telâkkisi yükselir ve incelirken, sosyal sorunlara yönelik ilgi de âdeta yeniden canlanmış; “Tanzimat Kültürü” dediğimiz Şark’ın son hamlesini yaratmış ve kendi kendisini tüketmeye mahkûm kalarak bir süre sonra sükût bulmuş. Ölümcül darbe, bütün dünyada gözlendiği üzere, Birinci Dünya Savaşı. Daha sonrasıysa can çekişme dönemi. Bize bu dramı en güzel ve estetik cephesiyle anlatan eserse Huzur…
Kadıköyü’nün Romanı’nda tasavvufî boyutun yüksek kültürlü okuru tatmin edecek seviyede işlendiği söylenemez. Batmayan Gün bu yönden daha olgun. Safiye Erol 1920’li yılların sonuyla 30’lu yılların başında yaşananların tablosunu vermekle yetinmiş. Şahıslar İslâm ahlâkı ve Türk İstanbul geleneği çerçevesinde meşru sayılamayacak aşk maceralarının etrafında dönüp dolaşıyor. Serbest hayat ve sorunlu beraberlikler. Bir yığın mutsuz insan. Ne aradıklarını tam anlamıyla bilemiyorlar. Yine de birtakım sezgilere sahipler. Kadınlı erkekli bütün karakterler mürekkep yalamışlar. Batıya da âşinâlar, Doğuya da. Ezeli bir meseleleri var: Kadın ve erkek! Bir elmanın iki yarısını bütünleştirme çabası. “Ulûhiyet çift cinsiyetlidir” diyor Jung.[3] Onun bu tespiti tasavvufî düşünceyle uyuşur: “Adem’in hakikati akl-ı küll ve Havvâ’nın hakikati nefs-i küll’dür. Bunlar Ulûhiyyet mertebesinde bilkuvve mevcuttur. Sûretler bu ikisinin izdivâcındandır.”[4] Âdem ile Havva’nın gurbete sürüklenmesiyle başlayan büyük arayış. Kadınsız erkeğin ve erkeksiz kadının ıstırabı. Aşk’ın sırrı. İlâhî saadetin vasıtası aşk. Bunlar bilinen mevzular.
Kadıköyü’nün Romanı üç şahsın çevresinde yol alıyor: Bedriye, Necdet ve Burhan… Onların yaşadığı dönemdeki Kadıköy şimdikinden çok farklıdır. Büyük şehir hayatının debdebesine nispetle daha sakin ve tabiatla içli dışlı. Boğaziçi manzarasının telkin ettiği romantizm kahramanlarımızın ruh hallerini fazlasıyla etkiler. Melankoli, Türkçesiyle karasevda ağır basıyor. Ve tabiatın tayin ettiği keyif dolu, fakat anlamsız bir yaşam biçimi. Roman kahramanlarından birini dinleyelim: “…Moda’da Kalamış’ta güneşlenip denizlenip, bir yandan gıdâ bir yandan tabiatla beslenerek azıyorlar. Sonra, renkli fenerlerle süslü çardaklar altında mandolinler, sazlar çalınıyor. Mehtapta kotralarla denizin gümüş yüzünde kayıyorlar. Şiirler, gazeller, romanslar okunuyor. Rakılar, viskiler içiyorlar. Sandviçler, buzlu üzümler sömürüyorlar. Tan yeri pembeleşirken plajda taklak atıyorlar. İnsan çileden çıkmaz mı? İşte hepsi işi azıttı. Kendilerine dert kılığında uydurma birer acı îcat ettiler. O şâirâne dekor içinde gizli gizli gönül çekmek hoşlarına gidiyor…(sayfa 92)” Bu satırlar aslında yazarın –içinden çıktığı– muhite yönelik tenkididir. Orada açık bir sathilik vardır. Aşk da düpedüz bir oyundur.
Bedriye genç yaşında dul kalmış bir kadın. Istırabını içine atmış, kocasından miras kalan köşkünde bir nevi inzivaya çekilmiş. Elbette bu çekiliş, sosyete muhitinin izin verdiği ölçüde bir inziva. Her şeye rağmen yine hayatın içindedir. Bedriye, gezer, tozar, davetlere katılır ve davetler verir. Kadıköy’ün bütün bekâr ve hatta evli erkekleri ona hayran. Kur üstüne kur. Bedriye’nin bu tezatlı inzivası makul bir sebebe dayanıyor: “…dâimî hareketle hâtıraları öldürmek…(sayfa 11)” Hayattan aradığını bulamamış bir gönlün kırıklığı. Yarım kalmış saltanat. Severek evlendiği kocasının yerini hiçbir erkeğin dolduramayacağına iman. Aşk deryasının henüz kemalini bulamamış dalgaları. Fakat hayat yeni sürprizlere gebe. Keza roman da “En büyük sürprizler en umulmadık zamanda olur.(s.3)” cümlesiyle başlıyor. Bu haliyle Kadıköyü’nün Romanı dünyevî aşktan ilâhî aşka ulaşmaya çalışan bir kadının hikâyesidir. Safiye Erol kültürlü kadının dramını gayet samimi tasvir etmiş; fakat yukarıda da belirttiğimiz üzere, meselenin tasavvufî boyutu biraz yavan kalmış.
Necdet ve Bedriye birlikte büyümüşler. Fakat sonra yoları ayrılmış. Sıcak bir mevsimde, bir mesire yerinde tekrar karşılaşıyorlar. Necdet onu hatırlamaz. Bedriye kendini tanıtır. Böylelikle yeni bir aşk filizlenir. Elbette tek taraflı bir aşktır bu. Necdet derhal genç kadına tutulur. Çünkü Bedriye geçmişten kopup gelen bir simadır. Altınçağ psikolojisi. Tanrı-anne-sevgili-mazi kavramlarının bütünleştiği ebedi saadet özlemi. Geçmiş zamana dönüş temayülü. Necdet derhal kararını verir: Kendisini kurtuluşa götürecek kadın Bedriye’dir.
Ve Burhan… Aşkın anlamından en az nasiplenmiş karakter. Vaktiyle Avrupa’da bir gönül macerası yaşamış ve ihanete uğramış. Bu yaranın verdiği acıyla bütün kadınlara düşman. Daima erkeklerin bulunduğu meclislerde boy gösteriyor ve karşı cinsten fellik fellik kaçmayı tercih ediyor. Onun bu kaçışı kadınlar üzerinde garip bir cazibeye yol açmakta. Bütün Kadıköy onu konuşuyor. Masallardaki gizemli beyaz atlı prens. Hoyrat ve acımasız. Aşk hakkındaki düşüncesi şöyle: “Hayat ölmek ve öldürmektir… Hakîkî aşkta dâima bir ölen, bir de öldüren vardır.(sayfa 44)” Bütün fizikî çekiciliğine rağmen yüzeyde kalmış, olgunluğu yakalayamamış bir ruh hali. Benliğini tabiata adamış; gününü gün etmekle meşgul. Beyhude bir ömür; kendisi de bunun farkında; fakat ister istemez saplandığı çıkmazdan kurtulmak için hiçbir gayret sarf etmeye niyetli değil: “Bence hayatta duygu hiçtir, iş her şey. İnsan görmeli, anlamalı, iş başarmalı… Belki de bu şimdiki hâlim, bir nevî taşlaşmak netîcesidir… Kendimi tabiata verdim. Tabiat beni kurtardı…(sayfa 92-93)” Burhan’ın tabiata yönelişi, bize, “meyvesi zulmet-i tabiiyye olan şecere-i mel’ûne”[5] ağacını hatırlatıyor. Bu yasak meyveye yaklaşmanın sonucu ise “zâtın cennetinden sûret âlemine” sürülmektir. Batı ikliminde duygularını köreltmiş bir Doğulunun sükûtudur bu. Sınırsız dünyevileşmenin bizde doğurduğu çöküntü. Burhan’ın kadın konusundaki görüşleri oldukça sığ: “Kadın, evli bir adam için bir arkadaş, evin hanımı, çocukların annesi olmalıdır. Bekar adam için de iş zamânından gayri vakitlerde bir eğlence. Kadına fazla yer vermek isteyen, kadınla bir ruh birliği kurmaya özenen erkek muhakkak bedbaht olur…(sayfa 93)” Batıdan yediği silleyle inkâra sürüklenmiş bir erkek portresi çıkıyor karşımıza. Burada Safiye Erol’u iyi anlamak gerekiyor. Kurtuluş, giderek daha da mekanikleşen modern hayatta değil, tasavvufun davet ettiği ruh birliğinde.
Tekrar Necdet’e dönelim… Yine kendi muhitinden Nesrin adında bir kızla haşır neşir. Herkes ikisinin evlenmesine kesin gözüyle bakıyor. Keza Nesrin Necdet’e meftun. Ne var ki Necdet’in gözü Bedriye’den başkasını görmüyor. Fakat beklediği vaadi de bir türlü alamıyor. Bu arada olaylar daha da içinden çıkılmaz hale geliyor ve Bedriye Burhan’a gönlünü kaptırıyor. Necdet’te kıskançlık krizleri: “Tâlihin bu saçmalığında ne hikmet var? Benim sevgim kıymetli, mânâlı bir şeyse neden Bedriye’ye tesir yapamıyor? Yok, eğer bu aşk bir kuruntu ise ben onu nasıl böyle derin ve güzel duyuyorum? Neden, neden? Aksayan nokta nerede? Yoksa kusur benim dimağımda mı? Bu aşk patolojik bir hastalık mı? Alelâde bir hevesi ben zihnimde büyütüyor muyum?(sayfa 102-103)” Necdet’in zihninde büyüttüğü nedir? Kendisiyle akran bir genç kız dururken, geçmişten kopup gelmiş dul bir kadına bu bağlılık neden? Buradaki iştiyak, geçmiş zaman telâkkisiyle açıklanabilir. Yitirilmiş değerleri temsil eden bir kadındır Bedriye. Ve bu ıstırap, karşılık göremeyen tutku, Necdet’in kemale erme yolundaki talihidir. Delikanlı yavaş yavaş aşkın tılsımını keşfetmeye başlamıştır.
Yine karşılıksız aşkın kurbanı olan Nesrin bir trafik kazası sonucu ölür. Fakat bu hadise kazadan çok intihar kokmaktadır. Genç kız bilinçaltının tahrikiyle kendisini ölüme sürükleyecek bir kazaya zemin hazırlamıştır. Kuşkusuz ki Necdet aşkın sırrına zamanında erişebilseydi, kendisine ideal olarak Bedriye’yi değil de Nesrin’i seçerdi ve aradığı huzura kavuşurdu. Benzer yanılgı Bedriye için de söz konusudur. Dul kadın uzun bir uğraştan sonra Burhan’ı ikna eder ve evlenirler. Fakat onları bekleyen hayal sükûtudur. Her şeyden önce mizaçları farklıdır. Karşı cinse bakış açılarında derin ayrılıklar mevcuttur. Burhan hedonist bir şahsiyete sahiptir. Hazzı kadının teninde arar ve orada kalır. Bedriye ise tenden ulviyete sıçramanın peşindedir. Kısa zamanda yanıldığını anlar ve Burhan’dan ayrılarak Avrupa’ya kaçar. Oradan gönderdiği bir mektupta hatasını şöyle itiraf eder: “…Burhan bana eş olacak adam değildi. Fakat ben, fazla mahrûmiyet netîcesi o derece gayritabîî bir hassâsiyet edinmiştim ki onda, seveceğim tipin bâzı haricî alâmetlerini görünce (erkekçe bir güzellik, faikiyet, sükûtîlik, arkasında kuvvetli ihtiraslar va’deden şâhâne bir bakış) evet, bu birkaç delîli onda tespit eder etmez, işte budur! dedim. Bu en büyük hatam oldu… Zavallı Burhan! O benim tahmînimden, yâni zengin, cömert, sıcak kalpli bir erkek olmaktan ne kadar uzaktı. İnanınız bana, Burhan bir hasta, bir korkaktır…(sayfa 221)” Bedriye, Burhan’ın pişmanlığını ise aynı mektupta şöyle değerlendirir: “…O (Burhan), kaybettiği şahsa yas tutuyor. Benim şahsımın -rûhumun değil- maddî varlığımın onun için bir kıymeti vardı. Benim kollarımı, ayaklarımı, saçlarımı seviyordu! Eseflenmesin! Bir vücut kaybetmek büyük bir ziyan değildir. Ben…Ben idealimi kaybettim. Gençliğimi, kadınlığımı, iştiyâkımı, îmânımı… Ben bir cennet bulmak üzere yola çıkmıştım. Bir vîrâne bulamadan geri dönüyorum…(sayfa 221-222)” İşte insanoğlunun yegâne dramı! Ebedi mutluluk ve cennet özlemi…
Bedriye sığındığı Avrupa’da kendini sanata vererek musiki tahsili almaya başlar. Fakat yine muzdariptir. “…ben bir kadının ne mûsikîde, ne ilimde, ne sanatta mühim bir eser yaratabileceğine inanmıyorum. Kadının ezelî üstatlık sahası sevgidir. Kadın, ancak sevgisinde büyüktür, haşmetlidir, ilâhîdir. Kadın, yalnız sevgili, zevce ve ana olarak mânevî kuvvetlerinin bütün nûrunu saçabilmek imkânını kazanır…(sayfa 222)” Bedriye’nin bu sezişleri ve tespitleri Burhan’ın sığlık yüklü kadın anlayışından ne kadar uzaktır. Kaldı ki her ikisinin hayatın ağırlığından firar gayretlerindeki tercihleri de mahiyet itibarıyla farklıdır. Burhan suretlerden ibaret tabiata sığınırken, Bedriye tabiat perdesini aralamak demek olan sanata meyleder. Biri kurtuluşu doğada, diğeriyse musikide arar. Buradaki tezat Doğuyla Batı arasındaki dünya görüşünün de bir yansıması gibidir: “Batı tasvircidir; kişinin karar verme hakkını elinden alır. Doğu ise tezyinîcidir; bağımsız ve hürdür.”[6]
Romanın finalinde Bedriye vatanına dönecektir. Fakat artık şahsiyetini büyük ölçüde tamamlamış ve kabiliyeti ölçüsünde olgunlaşmıştır. Bedenî mânâda aşk-meşk defterini kapatmış, sakin bir hayatı seçmiştir. Burhan’sa eski yaşam tarzına döner. Anlamsız, beyhude ve amaçsız. Necdet’i de Bedriye gibi durulmuş görürüz. Ruhunda kopan fırtınaları dizginlemeyi başarmıştır. Delikanlı şöyle bir hükme varır: “Saâdetin bir fenâ tarafı varsa geçici olmasıdır. Felâketin de bir iyi tarafı varsa geçici olmasıdır.(sayfa 215)” Ve tecrübelerinden şöyle bir formül çıkarır: “Herkes kendi büyüklüğüne ulaşmaya mahkûmdur.(sayfa 215)” Romandaki Kadıköy muhiti ne denli dejenere görünürse görünsün, kendi büyüklüğüne ulaşacak temele sahiptir. Hiç olmazsa birtakım bireyler için böyledir. 1930’lu yılların seçkin tabakasını günümüz sosyetesiyle kıyasladığımızda ise, sahip olunan temelin ağırlığı birincisinde daha fazla hissedilir. Bugünkü sosyete hâkim kültürden tamamen kopmuş, idealini yitirmiş, kendisini toplumdan soyutlayarak bir yan-kültür[7] oluşturmuştur. Bu keyfiyet Burhan gibileri dahi sempatik gösterebilecek olumsuz bir gelişmedir ve süreklilikten kopuştur. Yazımıza sosyolog Orhan Türkdoğan’ın uyarılarıyla son verelim: “…kültürel değişme kodlarının kesiştiği makas noktasında, eğer milli kültür devreye alınmak suretiyle gerekli müdahale anında yapılmazsa, ona tarihilik vasfını veren sosyal nişler aşınmaya yüz tutar. O zaman, toplumun daha çok yabancı kültür emperyalizmine maruz kalma istidâdı artar. Bu bakımdan milli kültür, bir toplumda -tıpkı bir canlıda olduğu gibi- savunma mekanizmasını ve seferberlik gücünü teşkil eder.”[8] Kadıköyü’nün Romanı’ndan çıkarılacak hisse: Aşk da dâhil, her nevi ıstırabın gayesi, insan ruhunu olgunlaştırmak ve ebedi saadetin idrak edileceği mekânın ağırlığına bireyleri hazırlamaktır.
METİN SAVAŞ
KAYNAKLAR
[1] Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar– 1, sayfa 214, Dergâh Yayınları 1995
[2] Mehmet Kaplan, a.g.e. sayfa 214
[3] Carl Gustav Jung, Din ve Psikoloji, sayfa 14, İnsan Yayınları 1997
[4] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, sayfa 231, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fak. Yay. 1997
[5] Selçuk Eraydın, a.g.e. sayfa 231
[6] Tasvircilik ve tezyinîcilik konusunda bak: Beşir Ayvazoğlu, Geleneğin Direnişi, sayfa 326 ve devamı, Ötüken Neşriyat 1997
[7] Yan-kültür konusunda bak: Orhan Türkdoğan, Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler, sayfa 48 ve devamı, Timaş Yayınları 1996
[8] Orhan Türkdoğan, a.g.e. sayfa 11–12
FACEBOOK YORUMLAR