Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

İÇİMİZDEKİ CANAVAR: TEPEGÖZ

01 Kasım 2020 - 13:36

İÇİMİZDEKİ CANAVAR: TEPEGÖZ

Dede Korkut hikâyeleri evreninde Aruz Koca adında bir bey vardır. Aruz Koca’nın iki oğlu vardır. Bu iki oğuldan biri Aruz Koca’nın biyolojik oğludur, diğeriyse evlatlığıdır. Gecelerden bir gece düşman baskın verince Oğuz kavmi kaçar gider, kaçarken de Aruz Koca’nın biyolojik oğlu beşikten düşer, hikâye bu ya, oğlancığın düştüğünü kimse fark etmez. Basat adındaki bu oğlancığı bir aslan bulup sahiplenir, onu doğanın içinde besler büyütür. Sonrasında, hikâyeyi burada uzatmamak için hızlı geçiyorum, göç yolunda kaybolan Basat’ı bir şekilde bulurlar, Oğuz’a geri getirirler. Ne var ki doğanın içinde yaşamaya alışmış olan Basat birkaç kez Oğuz’dan kaçmaya yeltenirse de her seferinde tekrar Oğuz’a geri getirilir ve Basat akabinde Dede Korkut’un telkinlerine boyun eğerek doğayı terk edip babası Aruz Koca’nın obasına uyum sağlar. Oğuz kavmi içinde bir Sarı Çoban vardır. Bu çoban günlerden bir gün Uzun Pınar mevkiine koyun sürüsü otlatmaya götürdüğünde bir peri kızını yakalar, onunla çiftleşir ve peri kızını gebe bırakır. Peri kızı, “Oğuz’un başına zeval getirdin, yıl tamam olunca emanetini gel al,” diyerek kaybolur. Hikâyeyi uzatmamak için yine hızlı geçiyoruz; Sarı Çoban çok zaman sonra emaneti gördüğünde ürküp kaçacaktır. Peri kızının doğurduğu şey Tepegöz’dür. Basat’ın babası Aruz Koca bu tek gözlü ucubeyi evlat edinir. Aruz Koca’nın biyolojik oğlu Basat ile evlatlık oğlu Tepegöz birlikte büyürler. Ve fakat, doğadan geri alınmış olan biyolojik oğul Oğuz evrenine intibak sağlayabilmişken Tepegöz içgüdülerine yenik düşerek büsbütün uyumsuzlaşır. Neticede uyumsuz Tepegöz toplumdan dışlanır ve ait olduğu doğaya şutlanır.

Oğuz evreninden dışlanan Tepegöz dağları mesken edinecek, yol kesip kervan basan bir harami olup çıkacaktır. Tepegöz’ün verdiği zarar ziyanla zebun düşen Oğuzlar son çare olarak Dede Korkut’u elçi tayin ederler. Eşkıya yatağında bir pazarlık yapılır. Tepegöz günde altmış adam ister yemek için. Dede Korkut bu rakam Oğuz’un kökünü kurutur diyerek günde iki adam ve beş yüz koyunluk haraç verme önerisinde bulunur. Tepegöz bu öneriyi kabul edince Oğuz aileleri oğullarını teker teker Tepegöz’ün mutfağına göndermeye başlarlar. Dört oğlu olan birini verir, üç oğlu olan birini verir ve bu böyle sürüp giderken tek oğullu kalan ailelere haraç sırasının tekrar gelmesi tıkanmışlığa yol açar. Bütün bunların sonrasında Aruz Koca’nın biyolojik oğlu Basat babasından ruhsat dileyerek Tepegöz’le hesaplaşmak için eşkıya yatağına yürür gider.

İlk bakışta sıradan bir çocuk masalını andıran bu hikâyede Habil ile Kabil çekişmesini hatırlatan bir düşman kardeşler durumu söz konusudur. Basat ile Tepegöz aynı anneden doğmamış olsalar da kardeştirler. Sadece anneleri değil, biyolojik babaları da ayrıdır. Ama kardeştirler işte. Her ikisinin babası da Oğuz’dandır: Aruz Koca ve Sarı Çoban... Ve her ikisi de doğanın çocuklarıdır. Oğuz evreninde doğmuş olan Basat’ı bir aslan büyütmüştür; peri kızından doğmuş olan Tepegöz’ü ise Oğuz kavmi besleyip büyütmüştür. Burada çaprazlama bir sahiplenme söz konusudur. Peri kızı hiç şüphesiz ki yasak meyvedir. Sarı Çoban nefsine hâkim olamayarak peri kızını gebe bırakmakla yasak meyveyi yemiştir. Âdem ile Havva yasak meyvenin tadına baktıklarında cennetten atılmışlar idi. Dede Korkut hikâyesinde böyle olmuyor. Dağ başında konuşlanmış olan Tepegöz’ün fitnesinden yılan Oğuz kavmi yedi kez başka yere göç etmeye yeltenecek fakat Tepegöz her defasında Oğuz kavminin kaçmasına engel olarak yerli yerinde kalmalarını sağlayacaktır. Çünkü bir zamanlar cennetten kovulmuş olanların artık dünyayı terk etmeleri muvakkaten mümkün değildir. Dünya mekânı cezalandırma yeridir. Buradan kaçış yoktur. Oğuz toplumu da Tepegöz’ün tasallutu altında kalmaya mahkûmdur. Sarı Çoban’ın işlediği cürüm bireysel olmaktan ziyade kadim bir suçtur. Yasak meyveye uzanma eylemi Oğuz evreninde tekrarlanmıştır. Şu halde Oğuzlar bunun bedelini ödemek zorundadırlar.

Haraç kabilinden Tepegöz’ün günde altmış adam istemesi ve fakat pazarlık sonucunda beş yüz koyunun yanında iki adama razı olması mânidardır. Tepegöz adam yemek istemektedir. Niçin kadın değil? Çünkü Tepegöz Kabil’dir ve Kabil’in hasmı da Habil’dir. Hikâyenin sembolik kurgusu uyarınca Tepegöz her gün iki Habil’i telef ederek tatmin bulacaktır. Hikâyenin finalinde Tepegöz’ü anca –kardeşi– Basat öldürmeyi başarabiliyor. Nitekim alınması gereken kadim bir intikam vardır. Habil’in temsilcisi Basat kadim intikamı almayı başaracaktır. İlginç olan şudur ki, doğanın (peri kızının) oğlu Tepegöz’e yine doğanın (aslanın) oğlu Basat güç yetirebilmektedir. Oğuz toplumu Tepegöz’le asla başa çıkamazken aslanın beslediği Basat galip gelmesini bilecektir. Burada tabiatın ve arketiplerin kanlı bir hesaplaşmasına tanıklık ediyoruz.

Tepegöz’ün fitnesinden yılan Oğuz kavmi yedi kez başka yere göç etmeye yeltenecek fakat Tepegöz her defasında Oğuz kavminin kaçmasına engel olarak yerli yerinde kalmalarını sağlayacaktır demiştik. Niçin yedi? Annemarie Schimmel Sayıların Gizemi (Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2000) adlı çalışmasında, eski zaman inançlarına göre, evrenselliğin sayısının yedi olduğunu belirtmektedir. 7 fersahlık yol gidilir, dört iklim yedi deniz geçilir, Boeing 707 ile uçulur, gazozlardan 7-UP içilir. Türkiye’de bunun muadili Yedigün gazozudur. Nuri Alço’nun da en etkili tuzağıdır gazoz. Ziguratlar yedi basamaklıdır ve Yahudilerin mukaddes şamdanı yedi kolludur. Hem İstanbul’un hem de Roma’nın yedi tepesi vardır. Cenazelerimizin yedisinin çıkmasını bekleriz. Yenisey’deki şaman davullarının dış yüzeyinde yedi çıkıntı bulunmaktadır. Yedi Uyurlar ve Türk tarihinde Dokuz Oğuzların yanı sıra Yedi Uygurlar ve benzeri yedilikler... Annemarie Schimmel hanımefendinin hatırlattığı üzere, eski zaman inançlarına göre, hamileliğin yedinci ayında doğan (erken doğan) bir bebeğin yaşama şansı yüksektir ama bu bebek sekizinci ayda doğarsa hiç yaşayamaz.

İşte Tepegöz bunun için Oğuzların göçünü yedi kez engellemiştir. Oğuzlarsa sekizinci firara teşebbüs etmemişlerdir, çünkü sekizinci göç teşebbüsü yok oluş demektir. Kabil’i temsil eden Tepegöz’ün hayatta kalabilmesi için Habillerin bir kısmının yaşaması elzemdir. Aksi halde, Oğuz’un nesli tükenirse Tepegöz aç kalacaktır. İkizlerin zıtlığında bir tekinin yokluğu öteki tekin de yokluğudur. Hikâyenin kurgusunun arka planında kadim insanlık durumu vardır. Sanal ortamdaki Bilimdili dergisinde çıkan Medenî Yetersizlik ve Dinsel Sapkınlık başlıklı bir yazımızda “Kabil’i Kabilliğe sevk eden bir anlamda Habil’dir,” demiştik ve “Şu halde yegâne suçlu Kabil midir?” diye sormuştuk. Cevap şöyle idi: “Habil kendi nefsine (payına düşene) hayır diyebilseydi Kabil şiddete meyletmeyecekti.” Oğuz toplumunun nefsini temsil eden Sarı Çoban kendi payına düşenle yetinmeyerek peri kızını gebe bırakmış, yasak meyveye uzanmış ve işbu cürümün bedeli olarak da Oğuz toplumuna Tepegöz tasallutta bulunmuştur.

Tepegöz esasen Oğuz insanının içindeki kötülüktür. Habil (Sarı Çoban veya Oğuz toplumu) kendi çıkarı uğrunda Kabil’in zorbalığına zemin hazırlamıştır. Habil elbette ki insandır ve Kabil apaçık bir şekilde beşerdir. Her insan çift kutupludur. Her insanın içinde bir beşer vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanındaki medenî Mümtaz’ın karşısında kötü kalpli Suat yer almaktadır ki, bütün edebiyat eleştirmenleri kötü Suat’ın esasen iyi Mümtaz’daki kötücül yan olduğunda hemfikirdirler. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanında karşımıza çıkan Şinasi-Macit ikiliği de böyledir. Alaturka Şinasi ile Alafranga Macit arasında Fatih-Harbiye tramvayı gibi gelgit yapan Neriman bu romanın sonunda olumsuzluğun temsilcisi Batılı Macit’i değil de Doğulu Şinasi’yi tercih ederek müspet bir seçim yapacaktır. Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanından tutunuz da Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler ve Öteki adlı romanlarına varıncaya dek bütün dünya edebiyatında biteviye işlenmiş olan kadim bir meseledir bu Habil ile Kabil çatışması. Bizler kendimizi insan olarak görürüz, beşerliğimizi reddederiz. Oysaki hepimizin içinde yaşayan beşerin farkındayızdır. Kendimizden kabul etmediklerimize yüklediğimiz ötekilik işte bu beşerlik tarafımızdır. Biz ilkel değilizdir, şu halde başkaları (ötekiler) beşerdirler. Müslümanlara göre Yahudiler düpedüz Kabil’dir ve Yahudilere göreyse Hıristiyanlar ile Müslümanlar tastamam Kabil’dir. Gökten gelmesi beklenen Kurtarıcı Mesih biz insanların Habil tarafıyken fitnenin kralı Deccal ise Kabil’in piçidir. Elif Şafak’ın çok tartışılan Baba ve Piç romanı da işbu minval üzeredir. Şafak’ın kurgusundaki baba Amerika iken piç de Türkiye’dir.

İnsanlık camiasında hiç kimse ve hiçbir toplum Kabil’in çocuğu olmayı kabul edemediği içindir ki her birey ve her toplum ötekine Kabil’lik atfediyor. Külâhları önümüze alıp enine boyuna düşünecek olsaydık, iç muhasebemizi yapabilseydik ve birtakım önyargılarımızı samimiyetle kırıp parçalayabilseydik şurası muhakkak ki ortalıkta Müslümanlık da Hıristiyanlık da Yahudilik de kalmayacaktı ve saf din dediğimiz sükûnet insanlığın tepesine çöküp oturacaktı. Ama bu tarihin sonu demektir. Kabil-Habil mevcudiyetine ters bir tekâmüldür bu. İspanyol yazar Federico Garcia Lorca’nın Kanlı Düğün adlı piyesinde dediği gibidir: “İnsan var oldukça kavga sürer.”

Tepegöz beşerdir. Bir başka varlık değildir. İçimizdeki kötülüktür. Azerbaycanlı filolog Kemal Abdullah Gizli Dede Korkut (Ötüken Neşriyat, İstanbul 1997) adlı denemesinde şöyle diyor: “Tuhaf karşılansa bile biz artık tepegözlere alışmışız.” Niçin Tepegöz’ün tek gözü vardır sorusuna cevap arayan Kemal Abdullah’ın çözümlemesi şöyledir: “Çünkü tanrıları bile insan biçiminde yaratan, daha doğrusu yaratabilen mit, Tepegöz’e gelince kolay kolay insanın fizyolojik modelini görmezlikten gelemezdi.” Açıkçası Tepegöz insan-dışı bir varlık değildir. Tepegöz bizim içimizdeki beşerdir. Ve içimizdeki bu beşer –tamamlanmamış insan olması itibarıyla– vahşidir, zorbadır, aklından ziyade içgüdüleriyle hareket edendir. Mary Shelley’nin meşhur romanı Frankenstein işte bu yarım-insanı betimler. İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti Mucizevi Göstergeler (Metis Eleştiri, İstanbul 2005) adlı yapıtında şu saptamada bulunuyor: “Canavar, insanın baş aşağı çevrilmiş, olumsuzlanmış halidir.” Ve ekliyor: “Aslında kişiliği daha zayıf olan, kendini muhafaza etmekten başka şey düşünmeyen suçludur; suç işlemeyi alışkanlık haline getirmiş kişi, yetersiz bir bireydir.” Bütün insanlık camiası hiçbir zaman tam insan olmayı başaramadığı için yetersizdir. İnsanın yetersizliğinin imgesi ise Frankenstein’dır, Drakula’dır ve tabii Tepegöz’dür.

Metin SAVAŞ

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum