Bilim felsefecisi Caner Taslaman, parçacık fiziğini izah ederken “Kütle, harekete karşı dirençtir.” diyor ve ekliyor: “Kütle olmasaydı bütün her şey ışık hızında savrulurdu. Böylesi bir evrende ise ne yıldızlar ne dünyamız ne de biz var olabilirdik.”1 Katı maddeye kütle diyoruz. Fransız filozof Henri Bergson ise maddeye “azaltılmış hayat” demektedir. Bergson’a göre “Bütün evren, iki karşıt kuvvetin çatışmasından ibarettir. Bu çatışma, madde ile hayat arasındaki bir çatışmadır ve her iki kuvvetin yönü birbirine terstir. Hayat, yukarıya doğru olan hareket, madde ise aşağıya doğru olan harekettir… Madde, yukarıya doğru çıkan hayatı âdeta aşağı doğru çekmekte ve onun genişlemesinin önünde bir engel olmaktadır.”2 Hayatın önünde maddenin bir engel teşkil etmesi ile kütlenin harekete karşı direnmesi aynı şeydir. Felsefe ile bilim bu konuda mutabıktır. Bergson felsefesinde madde esaret veya durağanlık iken hayat ise hürriyettir. Buna rağmen maddenin katılığı büsbütün hareketsizdir diyemeyiz. Hayat hamlesi kendi doğası gereği harekettir ama maddenin (ya da kütlenin) harekete karşı direncinde bile hareket kırıntıları yer almaktadır. Çünkü kâinatın temelinde hareket vardır. İlk kozmik tohumun büyük patlamaya (big-bang) maruz kalması zaten evrensel hareketin başlangıcıdır.
Yeni nesil Türk felsefecilerden Levent Bayraktar Türk Yurdu dergisinin Ocak 2017 sayısındaki kısa makalesine “Evrende her şey dinamik bir haldedir.” cümlesiyle başlıyor ve şöyle devam ediyor: “Maddî, katı ve değişmez gibi algıladığımız pek çok şey de dâhil olmak üzere varlık, oluşa tâbidir yani oluşmaktadır.”3 Bayraktar’ın bu ifadelerini payanda edinerek maddenin katılığının büsbütün hareketsiz olmadığını varsayabiliriz. Biz bu yazımızda Levent Bayraktar’ın söz konusu makalesinden yola çıkarak milliyetin gerekliliğini savunmaya çalışacağız.
Bayraktar, adı geçen makalede “Aşırı liberalizm ve bireycilik giderek dünyayı, küreselleşme adı altında heryerleştirmekte ve insanı da herkesleştirmektedir. Dünyanın her yeri, her yerine benzemekte, insanlar da dünyanın her yerinde olanlar gibi olmakta yani herkesleşmektedir.” Kapitalizmden liberalizme, küreselleşmeden postmodernizme uzanan bu acayip süreç açıktan açığa şuursuzlaşma/şuursuzlaştırma sürecidir. Artık her ülkede hep benzer gündelik hayatlar yaşanıyor. Kim Milyoner Olmak İster türünden yarışmalar benzer isimler altında ve tastamam aynı formatla bütün dünya televizyonlarında gösterilmektedir. Öyle ki, Kanadalı bir yarışmacı ile Hindistanlı bir yarışmacı arasında çehre veya kıyafet farkı dışında hiçbir fark kalmamakta, Biri Bizi Gözetliyor yarışmasındaki yarışmacıların tavırları ve tepkileri birbirinin kopyası olmaktadır. Televizyon dizileri de birbirlerinin kopyası gibidir. Edebiyat ve sanata da sıçrayan bu tekdüzeliğe Umberto Eco’nun “Gülün Adı” ile Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanlarını örnek verebiliriz. Hayat hamlesi yaratıcıdır fakat insanı fert olmaktan soyutlayarak bireyleştiren/yabancılaştıran herkesleştirme olgusu yaratıcı hamleye ket vurmakta ve insanı, insanla birlikte toplumları benzerleştirmekle kalmayıp durağanlaştırmaktadır. Ve bu insanlık için ölümcül bir tehlikedir. Kaskatı maddenin esareti işte böylece insan hayatını çıkmaza sürüklüyor.
Müspet anlamda baktığımızda maddenin harekete karşı direnci kaçınılmazdır çünkü Caner Taslaman’ın dediği gibi, kütle olmasaydı her şey savrulurdu. İşte bu savrukluğu (insanlık için) engelleyen unsurlardan biri de “millet” dediğimiz toplumsal kurumdur. Milletleri tasfiye ettiğimizde hem tahammülü imkânsız bir parçalanma vuku bulacaktır hem de tepeden inmeci zorba bir otorite paramparça olmuş bütün insanlığı kendi despotluğu altına kolayca alarak bütün dünyada “biri bizi gözetliyor” şeklindeki kurguyu kuvveden fiile çekebilecektir. Teolojik bağlamda buna “Tanrı’nın Krallığı” diyoruz. George Orwell’ın “1984” adlı romanının kara kurgusudur bu. Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı ya da Zamyatin’in “Biz” adlı kara ütopyalarıdır. Günümüz yazarlarından Paul Auster’in “Son Şeyler Ülkesinde” adlı kurmaca anlatısı da aynı minval üzeredir.
İbn Sînâ “Belirli bir mekândaki durağanlık, bu durağanlıktan ayrılmak suretiyle orada hareket edebilecek olan şeyin hareket etmemesidir,”4 der. Mekân olarak Türkiye’yi tasavvur ettiğimizde ve Türk toplumunun bir durağanlık döneminde bulunduğunu varsaydığımızda, Türkiye’de hareket halinde bulunması gereken Türk toplumunun hareket etmemesinin sonuçlarının neler olacağını artık idrak etmemiz lazım geliyor. Hareketsizlik veya durağanlık demek Tanrı’nın Krallığı’na giden yolun önünü açmak veya pasif kalarak boyun eğmek demektir.
Tanrı’nın Krallığı nedir? “Eskatolojik olarak ‘Tanrı’nın Krallığı’ mitosu yeryüzündeki yaşamın sonunda Tanrı’nın yeryüzüne müdahale ederek mevcut siyasal sistemlerin egemenliklerine son vermesi, kötülüğün ortadan kaldırılması, iyiliğin, adaletin ve barışın egemen olması gibi beklentileri kapsamaktadır.”5 İlk bakışta kötülüğün ortadan kaldırılması söylemine yaslanarak iyi bir beklenti olduğu kanısına varabileceğimiz “Tarihin Sonu” esas itibarıyla mevcut siyasal sistemlerin egemenliklerine son verilmesi bağlamında son derece tehlikeli bir karşı-harekettir. Tek Dünya Devletine giden yoldur bu. Tanrı’nın Krallığı hedefi bir fasarya değil bir ideolojidir. Bunun arka planında ise “Tanrı-Kral kültü” yatmaktadır.
İlahiyatçı Cengiz Batuk “Kingdom of God” tabir edilen bu ideolojinin Tanrı kaynaklı olmadığını şöyle açıklıyor: “Eskatolojik anlamda ‘Tanrı’nın Krallığı’ ibaresi Eski Ahit’in erken döneme ait metinlerinde yer almamaktadır. Kavramın bu şekliyle ve özellikle eskatolojik anlamda kullanımı daha geç dönem Eski Ahit metinlerine ve Süleyman’ın Mezmurları gibi apokrif metinlere aittir.”6 Görüldüğü üzere Tarihin Sonu ya da Tanrı’nın Krallığı ideolojisi ilahi kaynaklı olmayıp doğrudan doğruya beşerî bir kurgudur. Kur’an-ı Kerim’de de zaten böylesi bir beklentiye cevaz veren herhangi bir ayet bulunmamaktadır. Tarihin Sonu ideolojisi çok açık bir şekilde hareket edebilecek olan şeyin hareket etmemesi ilkesi üzerine inşa edilmiştir ki, bunun anlamı, yeryüzündeki bütün toplumların durağanlaştırılması ve kimliksizleştirilerek esaret altına alınmasıdır. Bu aynı zamanda insanın insanlıktan çıkarak köleleşmesi (mankurtlaşması)dır. Edebiyat eleştirmeni Ernst Fischer modern çağın insansızlaştırma bahsine değinirken şöyle diyor: “İçinde yalnız nesnelerin değeri olan yabancılaşmış bir dünyada, insan da nesneler arasında bir nesne olmuştur; gerçekten, görünüşte nesnelerin en güçsüzü, en aşağılığı durumuna düşmüştür.”7
Burada (tarihin sonuna giden yolda) çok yönlü yabancılaşma söz konusudur. Tahrif edilmiş dinler olmaları itibarıyla Hristiyanlıktaki ve Yahudilikteki sapkınca beklentileri görmezden gelmek ya da komplo teorisi söylemiyle ciddiye almamak yanılgıdır. Bizler açısından safsata olan bu beklenti Hristiyan ve Yahudi bağnazlar indinde bir gerçekliktir. Levent Bayraktar, söz konusu makalesinde, insanlığın kimliksizleştirilmesinin tehlikesine şöyle işaret etmektedir: “Bir insanın, insanlık âlemine katılması, kendisi olmasıyla mümkündür. İnsanı kendisi yapan şey öncelikle şuur ve irade ile değerler dünyasına katılmasıdır. Değerler insana hem kim ve ne olması gerektiğini hem de kim ve ne olamayacağını öğretir.” Bir insanın veya bir toplumun kendisi olmaktan çıkması yine kendisine yabancılaşmasıdır. Bu durumda ise ferdî kimliğin yitimiyle beraber millî kimlik de eriyip gidecektir. Tarihin Sonu beklentisi aynı zamanda vahiy kaynaklı saf dinin de vahye ve müminlere yabancılaşması anlamına geliyor. Vahiy kaynaklı din de şuursuzlaşıyor (kurmaca dine dönüşüyor) ve sapkınlaşarak kurtuluşa çağırması gereken insanlığı iradesizleştiriyor, yani köleleştiriyor. Tanrı’ya değil de kula kul olmak! Deccal dediğimiz şey budur. Deccal bir kişi olmaktan ziyade bir kurumdur ki Tek Dünya Devleti işte budur. Tanrı’nın Krallığı yeknesaklıktır, hareketsizliktir, iradesizliktir. Yeni Dünya Düzeni bütün insanlığı ve dolayısıyla bütün milletleri kapsayan bir kölelik sistemidir. Şuursuzluğun küresel ülkesidir. Bellek kaybıdır ve kaskatı bir tek boyutluluk içerisinde insanlığın bütün renklerinin karartılmasıdır. Böylesi bir tek dünyada ne ferdiyete ne de bireyselliğe yer kalmayacak, yığınla etnik kimliğe parçalanan insanlık âleminde milliyetler de çözülüp gidecektir. İnsanlar artık rakamlarla tanımlanan değersiz nesneler konumuna indirgenecek, büyük biraderin biteviye gözetleyen zorba tek gözünü hatırlatırcasına herkes mobese kameralarıyla, kredi kartlarıyla, internet gibi sibernetik bağlantılarla ve benzerleriyle daima gözetim altında tutulacaktır.
Levent Bayraktar’ın dediği gibi: “Millîvarlık içinde şuur ve iradesiyle insan, millî ve insanî değerleri tanır, özümser ve şahsiyetinde temsil eder. Millîvarlık, varoluşumuzun maddî ve manevî imkân ve şartıdır.” Milliyetsiz bir dünyada hem ferdî şahsiyet hem de toplumsal (kolektif) kimlik kalmayacağı için Tanrı’nın Krallığı bütün insanlığın tepesine balyoz gibi inecektir. Türk milletinin beyni olan Türk Ocakları’nın “Hep Birlikte Türk Milletiyiz” sloganı esas itibarıyla bir kütle (veya kitle) olan Türklüğün harekete karşı direnci değil, kara-harekete ya da hareketsizliğe karşı elzem direncidir.
Not: Yazı ilk olarak Türk Yurdu dergisinde Mart 2017 - Yıl 106 - Sayı 355'te yayınlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR