HAYAT TECRÜBEMİZ ARAF MIDIR?
S. Ahmet Arvâsî Kendini Arayan İnsan başlıklı kitabında üçlü bir tasnif yapar: “İnsanlığın hayatında ilim adamı, sanatkâr ve peygamber üç ana temel renk gibidirler. İnsanoğlu ilim adamı ile maddeyi, sanatkârla hayatı, peygamberle de rûhu ve Allah’ı anlamaya çalışır.”[1] Tek başına ferdin de macerası (kabaca bir benzetmeyle) bu üçlü tasnife uyumludur. Şöyle ki: Bizler çocukken her şeyi somut (madde) olarak algılarız ve tanırız. Bir bebeğin eline oyuncak verdiğimizde bebeğin ilk tepkisi o oyuncağı ağzına sokmaktır. Bebek, ilk kez gördüğü herhangi bir oyuncağı tadına bakarak algılar. Şu halde bizim maceramızın ilk hamlesi maddeye yöneliktir ve tabiatıyla maddeyi tanımak şeklindedir. İnsanlık macerasının ikinci hamlesinde, çocukluktan gençliğe geçiş yaptığımızda ise artık hayatın içindeyizdir. Ebeveynimizden bağımsızlaştıkça hayatın gerçekleriyle yüzleşiriz, bocalarız ve tecrübe ediniriz. Bunun içindir ki gençlik demek çömezlik demektir. Daha sonrasında ise, olgunluk ve hatta yaşlılık çağımızda (ölümü düşünerek) öteki dünyayla birlikte ruh ve Tanrı fikrimiz ağırlık kazanır. İlim adamının maddeyi anlamaya çalışması uyarınca çocuk da somutu tanımaya meyleder. Gençlik çağı ise hayatı anlamaya kalkışmış sanatkâr gibi duygusaldır, alıngandır, cüretkârdır ve isyankârdır. Olgunluk ve yaşlılık çağımızdaysa peygamberler gibi tekâmül etmeye soyunmuşuzdur artık.
Diyebiliriz ki, hayat hamlesi orta yerdedir. Maddeden rûha geçit veren bir köprüdür hayat. Yine benzetme yapacak olursak, cennetle cehennemin arasında yer alan Araf gibidir hayat. Madde ile ruh arasındadır. Nitekim Arvâsî şöyle diyor: “Bizim hayatımızda da ilim, sanat ve mistik çabalama devreleri vardır.”[2] İnsanlık somuttan (maddeden) başlayarak metafiziğe yönelmektedir. Böyle olması da gayet doğaldır çünkü topraktan (balçıktan yani maddeden) yaratıldığımızı biliyoruz. Ama bedenen maddeyizdir. Aslımız ruhtur ve şu halde maddeden metafiziğe yönelmemiz kaçınılmazdır. Tekrar Arvâsî’ye kulak verelim: “İnsan, somutla yetinse idi veya somutta kalsa idi asla insanlaşamazdı. İnsanı insan yapan soyutlama gücüdür.”[3] İşte burada söz konusu olan şey tekâmüldür. Fransız filozof Henri Bergson buna hayat hamlesi demektedir ki Bergson’un en fazla üzerinde durduğu kavramlardan biri de yaratıcı tekâmül kavramıdır.
Bergson’a göre, madde yeknesaktır ve insanı otomatizme sürükler. Sadece maddeye bağlı kaldığımızda robotlaşırız. Oysaki maddeye bağımlılıktan mümkün mertebe sıyrıldığımızda ise hür oluruz. Madde esarettir. Ruh ise hürriyettir: Yine Bergson’a göre: “Otomatik hareketlerden hür hareketlere fark edilemez bir aşamayla geçilir; hür hareketleri otomatik hareketlerden ayıran da özellikle araya giren teessür (acı, keder, duygulanım) duyumlarıdır.”[4] Çocukluktan olgunluğa, somuttan soyuta geçişi sağlayan hayat (burada gençlik deneyimleri) teessüre ve elbette Araf’a karşılık gelmektedir. Tabii bütün bu geçişler veya tekâmül süreci zamana bağlıdır. Fakat buradaki zaman dünyevî (kâinatın yasalarına bağlı) zamandır ki Ahmet Hamdi Tanpınar buna parçalanmış zaman demektedir. Parçalanmış zamandan kastedilen ise dün-bugün-yarın şeklindeki üçlü tasniftir. Bir diğer ifadeyle, mazi-an-istikbal bölünmüşlüğü. İşte bu parçalanmış zamanın karşısında yer alansa yekpare zaman dediğimiz bütüncül olan yani parçalanmamış süredir. İşbu itibarla diyebiliriz ki, madde ile mazi, hayat ile an, ruh ile istikbal koşutluğu mümkündür. Maziye tekabül eden maddeden başlıyoruz ve istikbale tekabül eden rûha yöneliyoruz.
Fransız hekim Alexis Carrel bir çalışmasında şöyle demektedir: “Bir organizmanın durumu mazisi kadar istikbali ile de tayin edilir. Biz bu hadiseyi anlayamıyoruz çünkü biz zaman içinde yaşamaktayız ve henüz olmayan şey de bize olamayacakmış gibi görünüyor.”[5] Buradan anlıyoruz ki, parçalanmış zaman içinde yaşayan bizler mazi ve istikbal arasında sıkışıp kalmışızdır. Yaşantımızın her dakikası maziye intikal ederken bizler her dakikada istikbale sürüklenmekteyiz. Parçalanmış zamana tâbi olduğumuz içindir ki geçmişten geleceğe sıkışıp kalmış olduğumuz an içindeyken Araf’tayızdır. Hayatın kendisi Araf’tır ve hayatın her dakikası aktüel zamandır (her aktüel dakikamız an demektir). Sanatkâr nasıl ki hayatı anlamaya çalışıyorsa, an içinde bizler de sanatkârlar gibiyizdir. Belki de bu yüzden hayat tecrübemize ‘yaşama sanatı’ demekteyiz. Bütüncül zaman ise cennetin zamanıdır. Cennette teessüre (acıya ve kedere) yer yoktur çünkü orada mazi hasreti ve istikbal kaygısı yoktur. Kısacası, dünya hayatı maddeye ve fakat ahret hayatı rûha yöneliktir. Ama işte dünya hayatında madde ile ruh sürekli olarak çarpıştığı içindir ki bizler burada Araf’ta gibiyizdir. Huzursuz ve tedirginizdir. Ve bu nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar en yaman romanlarından birine Huzur adını vermiştir. Alexis Carrel “ruhla beden arasında kesin bir ayrım yapılamaz”[6] demektedir. Yapılamaz çünkü biz insanlar hem mazi ve istikbal arasında hem de beden ve ruh arasında sıkışıp kalmışızdır. Araf’ta bulunduğumuz için ruh ile beden arasında kesin bir ayrım yapamıyoruz.
Bergson’a göre: “Beden, belirli ve sınırlı bir mekân işgal ettiği halde ruh, güçlerinden biri olan algı ve özellikle imgelem (tahayyül) yetisiyle bedeni aşıp taşıyor ve hatta yıldızlara kadar gidiyor. Zamanda da böyle. Çünkü beden maddeden ibaret ve bütün varlığı şimdide tutukludur.”[7] Beden maddeye bağlıyken, ruh parçalanmış zamanı aşarak yekpare (bütüncül) zamana sıçrayabilmektedir. Böyle olduğu için de bizler Araf’ın ağırlığı altında ezilmekten kurtulabiliyoruz. Aksi halde dünyevî hayata tutunamazdık ve birkaç nesil sonrasında eriyip giderdik. Türk felsefeci Levent Bayraktar bu bağlamda Bergson’un felsefesini şöyle hülâsa etmektedir: “Özetle söyleyecek olursak; ‘beden’ zamanda şimdiye, mekânda da işgal ettiği yere bağlı ve kayıtlı iken ‘ruh’ ne zamanda şimdiye ne de mekânda herhangi bir yere bağımlı veya bu koşullarla kayıtlıdır.”[8]
Diyebiliriz ki, hayat hamlesi orta yerdedir. Maddeden rûha geçit veren bir köprüdür hayat. Yine benzetme yapacak olursak, cennetle cehennemin arasında yer alan Araf gibidir hayat. Madde ile ruh arasındadır. Nitekim Arvâsî şöyle diyor: “Bizim hayatımızda da ilim, sanat ve mistik çabalama devreleri vardır.”[2] İnsanlık somuttan (maddeden) başlayarak metafiziğe yönelmektedir. Böyle olması da gayet doğaldır çünkü topraktan (balçıktan yani maddeden) yaratıldığımızı biliyoruz. Ama bedenen maddeyizdir. Aslımız ruhtur ve şu halde maddeden metafiziğe yönelmemiz kaçınılmazdır. Tekrar Arvâsî’ye kulak verelim: “İnsan, somutla yetinse idi veya somutta kalsa idi asla insanlaşamazdı. İnsanı insan yapan soyutlama gücüdür.”[3] İşte burada söz konusu olan şey tekâmüldür. Fransız filozof Henri Bergson buna hayat hamlesi demektedir ki Bergson’un en fazla üzerinde durduğu kavramlardan biri de yaratıcı tekâmül kavramıdır.
Bergson’a göre, madde yeknesaktır ve insanı otomatizme sürükler. Sadece maddeye bağlı kaldığımızda robotlaşırız. Oysaki maddeye bağımlılıktan mümkün mertebe sıyrıldığımızda ise hür oluruz. Madde esarettir. Ruh ise hürriyettir: Yine Bergson’a göre: “Otomatik hareketlerden hür hareketlere fark edilemez bir aşamayla geçilir; hür hareketleri otomatik hareketlerden ayıran da özellikle araya giren teessür (acı, keder, duygulanım) duyumlarıdır.”[4] Çocukluktan olgunluğa, somuttan soyuta geçişi sağlayan hayat (burada gençlik deneyimleri) teessüre ve elbette Araf’a karşılık gelmektedir. Tabii bütün bu geçişler veya tekâmül süreci zamana bağlıdır. Fakat buradaki zaman dünyevî (kâinatın yasalarına bağlı) zamandır ki Ahmet Hamdi Tanpınar buna parçalanmış zaman demektedir. Parçalanmış zamandan kastedilen ise dün-bugün-yarın şeklindeki üçlü tasniftir. Bir diğer ifadeyle, mazi-an-istikbal bölünmüşlüğü. İşte bu parçalanmış zamanın karşısında yer alansa yekpare zaman dediğimiz bütüncül olan yani parçalanmamış süredir. İşbu itibarla diyebiliriz ki, madde ile mazi, hayat ile an, ruh ile istikbal koşutluğu mümkündür. Maziye tekabül eden maddeden başlıyoruz ve istikbale tekabül eden rûha yöneliyoruz.
Fransız hekim Alexis Carrel bir çalışmasında şöyle demektedir: “Bir organizmanın durumu mazisi kadar istikbali ile de tayin edilir. Biz bu hadiseyi anlayamıyoruz çünkü biz zaman içinde yaşamaktayız ve henüz olmayan şey de bize olamayacakmış gibi görünüyor.”[5] Buradan anlıyoruz ki, parçalanmış zaman içinde yaşayan bizler mazi ve istikbal arasında sıkışıp kalmışızdır. Yaşantımızın her dakikası maziye intikal ederken bizler her dakikada istikbale sürüklenmekteyiz. Parçalanmış zamana tâbi olduğumuz içindir ki geçmişten geleceğe sıkışıp kalmış olduğumuz an içindeyken Araf’tayızdır. Hayatın kendisi Araf’tır ve hayatın her dakikası aktüel zamandır (her aktüel dakikamız an demektir). Sanatkâr nasıl ki hayatı anlamaya çalışıyorsa, an içinde bizler de sanatkârlar gibiyizdir. Belki de bu yüzden hayat tecrübemize ‘yaşama sanatı’ demekteyiz. Bütüncül zaman ise cennetin zamanıdır. Cennette teessüre (acıya ve kedere) yer yoktur çünkü orada mazi hasreti ve istikbal kaygısı yoktur. Kısacası, dünya hayatı maddeye ve fakat ahret hayatı rûha yöneliktir. Ama işte dünya hayatında madde ile ruh sürekli olarak çarpıştığı içindir ki bizler burada Araf’ta gibiyizdir. Huzursuz ve tedirginizdir. Ve bu nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar en yaman romanlarından birine Huzur adını vermiştir. Alexis Carrel “ruhla beden arasında kesin bir ayrım yapılamaz”[6] demektedir. Yapılamaz çünkü biz insanlar hem mazi ve istikbal arasında hem de beden ve ruh arasında sıkışıp kalmışızdır. Araf’ta bulunduğumuz için ruh ile beden arasında kesin bir ayrım yapamıyoruz.
Bergson’a göre: “Beden, belirli ve sınırlı bir mekân işgal ettiği halde ruh, güçlerinden biri olan algı ve özellikle imgelem (tahayyül) yetisiyle bedeni aşıp taşıyor ve hatta yıldızlara kadar gidiyor. Zamanda da böyle. Çünkü beden maddeden ibaret ve bütün varlığı şimdide tutukludur.”[7] Beden maddeye bağlıyken, ruh parçalanmış zamanı aşarak yekpare (bütüncül) zamana sıçrayabilmektedir. Böyle olduğu için de bizler Araf’ın ağırlığı altında ezilmekten kurtulabiliyoruz. Aksi halde dünyevî hayata tutunamazdık ve birkaç nesil sonrasında eriyip giderdik. Türk felsefeci Levent Bayraktar bu bağlamda Bergson’un felsefesini şöyle hülâsa etmektedir: “Özetle söyleyecek olursak; ‘beden’ zamanda şimdiye, mekânda da işgal ettiği yere bağlı ve kayıtlı iken ‘ruh’ ne zamanda şimdiye ne de mekânda herhangi bir yere bağımlı veya bu koşullarla kayıtlıdır.”[8]
Metin SAVAŞ
KAYNAKLAR
KAYNAKLAR
[1] S. Ahmet Arvâsî, Kendini Arayan İnsan, sayfa 74, Burak Yayınevi, İstanbul 1998
[2] Kendini Arayan İnsan, sayfa 74
[3] Kendini Arayan İnsan, sayfa 74
[4] Levent Bayraktar, Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 82, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010
[5] Alexis Carrel, Yarınlara Doğru, sayfa 120, Bedir Yayınevi, İstanbul 1969
[6] Yarınlara Doğru, sayfa 124
[7] Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 137
[8] Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 138
[2] Kendini Arayan İnsan, sayfa 74
[3] Kendini Arayan İnsan, sayfa 74
[4] Levent Bayraktar, Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 82, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010
[5] Alexis Carrel, Yarınlara Doğru, sayfa 120, Bedir Yayınevi, İstanbul 1969
[6] Yarınlara Doğru, sayfa 124
[7] Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 137
[8] Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, sayfa 138
FACEBOOK YORUMLAR