GILGAMIŞ DESTANI VE DEDE KORKUT HİKÂYELERİ
Birinci Paragraf: İnsanların en güçlüsü olan üçte iki tanrı, üçte bir insan Gılgamış göz kamaştırıcı ve heybetlidir ancak aynı zamanda iktidarını kötüye kullanarak erkeklere ve kadınlara zulmeden bir tirandır. Onun adaletsizliğine daha fazla dayanamayan Uruk halkı cennetten yardım talebinde bulunur. Tanrılar şikâyetleri dinleyince, Gılgamış’ın adil olmasının yolunun, kraliyet iktidarının suiistimal edilmesini dengeleyerek Uruk şehrine barışın dönmesini sağlayacak bir muadilden geçtiğini anlarlar. Gılgamış’ın ayna imgesi olarak üçte iki hayvan ve üçte bir insan olan vahşi adam Enkidu’yu yaratırlar. Koruyuculuğunu da üstlendiği hayvanların arasında yaşayan güçlü ama nazik Enkidu’nun, kendi insanlığına ve doğal adalet duygusuna dair hiçbir bilgisi yoktur. Günlerden bir gün, genç bir avcı ormanda Enkidu’yu görür. Dehşet içinde, babasına ot yiyen ve suyunu su çukurundan içen, dahası, yakaladığı her hayvanı tuzaktan kurtararak avcıyı eli boş bırakan yabani bir yaratık gördüğünü anlatır. “Uruk’a git,” der babası, “Gılgamış’a git, olanları anlat ona, sonra öğüdüne kulak ver. Gılgamış ne yapacağını bilir.” Gılgamış avcıya, rahibe Şamhat’ı arayıp bularak ormana götürmesini emreder. Şamhat ormanda soyunacak ve Enkidu ise Şamhat’ın cazibesine kapılacaktır.
İkinci Paragraf: Her şey Gılgamış’ın öngördüğü gibi gelişir. Enkidu ve Şamhat yedi gün boyunca sevişirler. Ardından, hayvanlar Enkidu’dan kaçmaya başlar. Enkidu artık hayvani masumiyetini yitirmiştir. Artık hem kendisi hem hayvanlar onun insan olduğunu bilir. Gılgamış’ın karşısına çıkarılmak üzere şehre getirilir. Bu esnada Gılgamış bir rüya görür. Sabah vakti gökten bir yıldız kayar ve devasa bir kaya halinde yamaca düşer. Gılgamış onu kaldırmayı dener, ancak çok ağırdır ve onu bu nedenle kucaklayıp okşar. Rüya burada biter. Gılgamış’ın annesi rüyayı yorumlar: Kaya, Gılgamış’ın kollarına alıp sanki karısıymış gibi okşayacağı değerli bir dosttur. “O senin ikizin, ikinci benliğin olacak,” dediği oğlu, “Bu rüya gerçek olsun,” yanıtını verir.
Üçüncü Paragraf: Enkidu, Gılgamış’a meydan okur ve iki güçlü adam dövüşür. En sonunda Gılgamış Enkidu’yu devirmeyi başarır ve onu yere yapıştırır. Sonra da Gılgamış rüyasını gerçekleştirir. Enkidu’yu kollarına alır ve iki adam kucaklaşırlar. Kardeş gibi el ele tutuşup gerçek dost olurlar. Serüvenleri başlar. Artık bu iki dost Uruk şehir devletini tehdit eden her tehlikeye beraberce göğüs gerebilirler. Bu tehlikelerden biri, Humbaba adında azgın bir canavardır. Gerek Gılgamış’ın uygar muhitinin gerekse Enkidu’nun doğal çevresinin dışından olan bu yaratık, yolculuğa çıkan Uruk halkına ormanın derinliklerinde saldıran bir şeytandır. Gılgamış ve Enkidu, Humbaba’yı alt edebilmek için birbirlerine destek olurlar.
Dördüncü Paragraf: Canavarın öldürülmesinin ardından Tanrıça İştar Gılgamış’a âşık olur, fakat Gılgamış onu reddeder. Tanrıça İştar da intikam almak için babası Anu’dan Göklerin Boğası’nı iki dostu öldürmek üzere yeryüzüne göndermesini ister. Anu, kızının isteğini yerine getirir, ne var ki Gılgamış ile Enkidu boğadan daha güçlü olduklarını kanıtlayarak onu öldürürler. Tanrılar, iki dostun o boğayı öldürmekle tanrıları aşağıladığı ve iki kahramandan birinin bu yüzden can vermesi gerektiği yönünde adaletsiz bir karar verirler. Kurban olarak Enkidu seçilir. Gelgelelim Gılgamış dostunu kaybetmeye boyun eğmez ve bir kumru gibi inleyerek Enkidu’yu hayata geri döndürmeyi denemek için yeraltına iner. Burada göçmüşlerin ruhlarıyla konuşur ve Mezopotamyalı bir Nuh’un ağzından Tufan hikâyesini dinler. Yoldaşından mahrum kalan Gılgamış artık olağanüstü kahramanlıklarını hayata geçiremez. Elleri boş bir halde Uruk şehrine geri döner.
Beşinci Paragraf: Fakat bu dönüş bir yenilgi değildir. Epik macerayı oluşturan büyülü olaylar silsilesinde Gılgamış ölümün anlamına dair derin bir kavrayış kazanır. Ölüm yalnızca kaçınılmaz ortak kaderimiz değildir, insanlığın ölüme dair ortaklığı bizzat yaşamın içine dek yayılır, yaşamımız asla bireysel değildir, ötekinin varlığıyla ilelebet zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. Tek başımıza, bir adımız ve bir yüzümüz yoktur, bize seslenecek biri veya ayırt edici özelliklerimizin farkına varmamızı sağlayacak bir yansımamız yoktur. Gılgamış, kendi kimliğinin ne denli büyük bir kısmını arkadaşının kapladığını ancak Enkidu’nun ölümünün ardından fark eder, “Ey Enkidu,” diye ağlar, “yanımdaki baltaydın ve kollarımın gücüydün, zalim bir kader ayırdı benden seni, sonsuza dek.” Gılgamış Destanı’nın bir öğretisi varsa, o da ötekinin varoluşumuzu mümkün kıldığıdır.[1]
Birinci Paragraf: Gılgamış ile Enkidu üzerinden yansıtılmış olan tanrı/insan/hayvan kodlamasını beşerlikten insan-ı kâmilliğe tekâmül edilmesi gerekliliğinin bilinen ilk yazılı öğretisi olarak okumamız gerekiyor. Burada bir erişim (olgunlaşma) öyküsü söz konusudur. Gılgamış ve Enkidu birbirlerinin öteki benlikleri olmalarının yanı sıra insan/doğa ilişkisini de temsil ediyorlar. Her ikisinin de insanî ve hayvanî yönleri bulunmaktadır. Bu öyküdeki tanrısallık ise, biz modern insanların algısında, üstün insana telmihtir. İç dünyamızdaki vahşet ve yücelik duygularının bir aradalığı bu öyküde Gılgamış ve Enkidu üzerinden tecessüm ettirilmiştir.
Dede Korkut hikâyelerinde de benzer bir durum karşımıza çıkıyor. Tepegöz yarı insan yarı hayvandır. Bir nevi canavardır fakat insanlar arasında büyütülmüştür. Onun biyolojik annesi bir peri kızıyken biyolojik babası da bir insan olan Sarı Çoban’dır. Biyolojik anneyle biyolojik babanın çiftleştiği yer ise Uzun Pınar’dır ki su kaynağı olması itibarıyla doğanın ta kendisidir. Bilindiği üzere Oğuz beylerinden Aruz Koca periden doğma Tepegöz’ü evlat ediniyor ve daha sonrasında Tepegöz’ü öldürecek olan öz oğlu Basat ile Tepegöz’ü kardeş kılıyor. Gılgamış ile Enkidu’nun kardeşlikten öte dostluğu bize ister istemez Basat ile Tepegöz’ün üvey kardeşliklerini hatırlatıyor. Ve dahası, Basat küçük bir çocukken göç sırasında muhtemelen at üstünden düşerek kayboluyor. Bir aslan Basat’ı göç yolunda bulup götürüyor ve vahşi doğanın bağrında besleyip büyütüyor. Daha sonrasında Basat kendi yurduna kavuşacak, Tepegöz ile beraber aynı aile içinde serpilecektir. Basat ait olduğu Oğuz yurduna geri dönerken Tepegöz de ait olduğu doğaya geri dönerek canavarlık dürtüleriyle dağ başını mesken edinecek ve Oğuz yurduna bir eşkıya gibi tasallutta bulunacaktır. Nitekim Enkidu da bir müddet doğanın bağrında, vahşi hayvanlar arasında yaşadıktan sonra Uruk şehrinin menfaatini gözetmek amacıyla Gılgamış’ın yanında yer alacaktır.
Öykümüzün üçüncü paragrafında göreceğimiz Humbaba (tıpkı dağa çıkan Tepegöz gibi) bir canavardır ve yolculuğa çıkan Uruk halkına ormanın derinliklerinde saldıran bir eşkıyadır. Dede Korkut kitabındaki “Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Boy” başlıklı hikâyede esas olarak Basat ve Tepegöz varken Gılgamış Destanı’nda Gılgamış, Enkidu ve Humbaba üçlüsü kurmaca dengeyi bozuyor gibidir. Bununla birlikte tanrı/insan/hayvan çizgisini göz önüne aldığımızda söz konusu üçlü anlam kazanıyor. Destan boyunca yaşadığı tecrübe Gılgamış’ı insan-ı kâmilliğe yaklaştırırken hayvansı Enkidu ise insanlığa doğru evriliyor. Humbaba ise zincirin son halkasındaki hayvan olarak insanlığın iç dünyasındaki en aşağı mertebeyi muhafaza ediyor. Tepegöz’ün peri annesi ise Gılgamış Destanı’nda Tanrıça İştar kimliğiyle dördüncü paragrafta karşımıza çıkacak.
Bir avcının Enkidu’dan şikâyetçi olması, Enkidu’nun hayvanların koruyuculuğunu üstlenmişliği ve avcının babasının da Uruk şehri kralı Gılgamış’a akıl danışılmasını salık vermesi çok bariz bir şekilde medeniyet/tabiat çatışmasına göndermedir. Enkidu hayvanların, Gılgamış insanların şefidir. Enkidu doğada, Gılgamış şehirde yaşamaktadır. Bu ikisinin yolları medeniyet lehine kesiştiğinde çatışmalı denge bozulacağı için vahşi doğa lehine Humbaba devreye girecektir. İnsan ve doğa çatışması, bu destanda görüldüğü gibi, şehirlerin oluşumuyla ivme kazanmıştır veya başlamıştır. Yerleşik hayat öncesinde insanlık doğa karşısındaki bütün mücadelesine rağmen yine de doğanın içindedir ve hatta doğanın bir unsurudur. Yerleşiklik demek doğaya meydan okumak demektir. Burada avcı ve tarımcı toplumların çekişmesi de vurgulanıyor. Özetle diyebiliriz ki Gılgamış insandır, Enkidu beşerdir ve Humbaba hayvandır. Gılgamış birtakım deneyimlerle insanlık yolunda tekâmül edebiliyorken Enkidu ise hayvanlık tarafının ağır basmasına karşın ıslah edilip evcilleştirilebiliyor. Ne var ki Humbaba daima canavardır. Onun canavarlığı tabii ki insanoğlunun vahşi içgüdüleridir ve tabiatın tastamam dizginlenemezliğidir.
İkinci Paragraf: Enkidu ile kutsal fahişe Şamhat yedi gün sevişirler. Mircea Eliade’nin güzelce açıkladığı üzere gökteki yedi gezegene tekabül eden yedi kozmik evre (yedi adım veya yedi aşama) vardır ki yedi evrenin nihayetinde mitsel hedefe ulaşılır.[2] Enkidu’nun kutsal fahişeyle yedi gün sevişmesi onu insanlaşma hedefine ulaştırmıştır. Kendi insanlığına ve doğal adalet duygusuna dair hiçbir idraki bulunmayan Enkidu yasak meyveye uzanarak nefsini uyandırmıştır ve kısmen de olsa insanlaşmıştır. Ondaki haz hayvanî değil beşerî hazdır. Zalim ama akıllı bir kral olan Gılgamış, avcıya, Enkidu ile Şamhat’ı buluşturma buyruğunu verirken ne yaptığının farkındadır. Hayvanların koruyucusu Enkidu’yu doğadan koparmanın tek çaresi onun nefsini uyandırmaktır. Âdem ile Havva nasıl ki yasak ağaca uzandıklarında (varoluşlarının idrakine vararak) cennetten dünyaya düştülerse Enkidu da kutsal fahişeye sarıldığında tabiattan medeniyete düşecektir. Böylece de Uruk şehrine besin sağlayan avcı aracılığıyla tabiat karşısındaki medeniyet bir hamle yapmış olacaktır.
Yedi günlük sevişmenin akabinde yedi gün öncesine kadar doğanın koruyucusu konumundaki Enkidu artık farklılaştığı için hayvanlar ondan kaçmaya başlıyorlar. Enkidu bilip bilmeden tabiattan uzaklaşırken tabiat da Enkidu’dan uzaklaşıyor. Çift yönlü bir mesafe koyma söz konusudur. Bir bakımdan ise, Enkidu’nun doğadan uzaklaşması ana rahminden çıkarak insanlık hayatına atılmasıdır. Çünkü tabiat Doğa Ana’nın hem kendisidir hem rahmidir. Kral Gılgamış’ın rüyasında gördüğü kaya (annesinin de isabetle yorumladığı üzere) Enkidu ile özdeştir. İnsan ve hayvan karşımı bir mahlûk olması itibarıyla Enkidu güçlü kuvvetlidir, Gılgamış için zorlu bir varlıktır. Kral Gılgamış’ın annesi “O senin ikizin, ikinci benliğin olacak,” diyor. Tanrısallık vasfına sahip de olsa her insanın iç dünyası yamandır, ikinci benlik bütün o kaotik atmosferiyle bir canavardır, kaldı ki mitik tasavvurda kaosun metaforudur canavar imgesi. İkinci benlik iç dünyamızdır. İnsanlık maskesinin düştüğü yerdir. Ötekimiz olarak ikinci benlik gizli bir hazine sandığıdır. Gizli sandık müspet ve menfi bütün unsurları bünyesinde barındırır. Gılgamış bir fahişe aracılığıyla Enkidu’yu medeniyete çekerken Enkidu da Gılgamış’ı dostluk yoluyla doğaya sürükler. İşte bu sürükleniş bir serüvene atılıştır. Gılgamış’ın hikâyesi asıl şimdi başlamaktadır.
Müspet ile menfinin bir aradalığı Habil ve Kabil çekişmesinde sabittir. İyiliğin temsilcisi Habil’in iç dünyasının tecessüm etmiş hali olarak Kabil’in kötülüğü görecelidir diyebiliriz. İki kardeşin çekişmesi bir menfaat çatışmasıdır. İyiliğin önünü tıkayan aslında Habil’dir çünkü kendi meşru haklarından vazgeçmeye yanaşmamıştır. Burada sadece bir hak arama söz konusu değildir, aynı zamanda çıkarlarını koruma içgüdüsü devreye girmiştir. Mülkiyetin başlangıcını burada arayabiliriz. Bu mülkiyet bir kadın veya bir başka şey de olsa mitik düşüncede kadın demek tarla demektir. Yani toprak. Kısacası mülkiyet. Kadının tarla olarak algılanması bir aşağılama değil tam tersine bir yüceltmedir. Her kadın kendi erkeği indinde tanrıçadır. Zürriyetin devamını sağlayandır kadın.
Ötekimiz mahiyetindeki ikinci benlik yamandır demiştik. Frankenstein kendi inşacısı Mary Shelley’nin iç dünyasıdır. Bir kurgu ustası yönüyle Mary Shelley iç dünyasının karanlık dehlizlerinden çıkarmıştır Frankenstein canavarını. Cinayet romanlarının ve cinayet senaryolarının yazarları okurlarınca daima zan altında tutulurlar ve o yazarı herhangi bir yerde yakaladıklarında yarı şaka yarı ciddi “Kurgularınızı tasarlamazdan önce cinayet işlediniz mi?” diye sorarlar. Bu sorunun yanıtı bellidir: Gerek yazar gerekse okur her insanın iç dünyasında kötülük potansiyeli mevcuttur. Bosna Hersek iç savaşında bunu açıkça gördük. Sırp komşular daha düne kadar senli benli oldukları Boşnak komşularını tek günlük psikolojik değişimin ardından acımasızca katlettiler. Muhtelif güdüler insanları çok kısa sürede dönüştürebiliyor. Gılgamış ile Enkidu da birbirlerini kısmen değiştirebilmişlerdir.
Üçüncü Paragraf: Şamhat’la sevişme ve görülen rüyanın yorumlanması safhalarının ardından Enkidu ile Gılgamış dövüşürler. Meydan okuma neticesinde Gılgamış Enkidu’yu devirmeyi başarır. Bu dövüş bize Yahudi teolojisindeki Rab ile Peygamber güreşini hatırlatıyor. Gılgamış’ın rüyasındaki kaya motifi ise malum olduğu üzere Hıristiyan teolojisine yansımıştır. * Kaya, sağlamlık ve kudrettir; kutsal gökler ile dünya arasında dolaylı irtibat kurulmasını sağlar. Arkaik insanların gökten düşen taşları (göktaşlarını) gözlemleyerek kayalara mukaddeslik atfettiklerini varsayabiliriz. Zaten bu atfediş biz modern insanlar indinde anlaşılmayacak bir şey değildir. “Kaya, insan için kendi kırılgan ve geçici yapısını aşan bir gücün temsilidir… gözleri kamaştıran, korkutan, çeken ve tehdit eden bir varlığı vardır. İnsan, taşın büyüklüğünde, sağlamlığında, biçiminde ya da renginde, içinde bulunduğu kutsal olmayan dünyadan farklı bir dünyaya ait bir gerçeklik ve güç bulur… çünkü (taş) bir yerlerden gelmektedir.”[3] Müslümanlıktaki şeytan taşlama ritüeli de taşın kutsal âleme aitliğinden ileri geliyor olsa gerektir.
Dövüşü kaybeden Enkidu dostluk çerçevesinde de olsa aslında kaybettiği için Gılgamış’a biat etmiştir. Medeniyetin tabiatı tasarrufu başlamıştır. Enkidu artık bundan sonra Uruk şehrinin menfaatleri doğrultusunda Kral Gılgamış’la işbirliğine gidecektir. Uruk şehrini tehdit eden unsurlardan biri Humbaba adındaki canavardır. Korunaklı şehrin dışına çıkan Uruklulara ormanın derinliklerinde saldıran Humbaba adlı iblis Dede Korkut hikâyelerindeki Tepegöz’e çok fazla benziyor. Sarı Çoban nasıl ki peri kızıyla ilişkiye girdiğinde Tepegöz zuhur ediyorsa, Enkidu da Şamhat’la halvet olduğunda Humbaba serüvene dâhil oluyor. Tepegöz hikâyesinden edindiğimiz kanaat bize Humbaba’nın babasının Enkidu olabileceği fikrini telkin etmektedir. Her iki gayrı meşru durumda da kozmik dengeyi veya töreyi çiğnemenin bedeli olarak Tepegöz canavarı Oğuz yurduna, Humbaba iblisi de Uruk halkına musallat olmaktadır. Dövüşme, kaya, gayrı meşru birleşme gibi bütün bu arkaik (mitik diyelim) motifler Yahudi ve Hıristiyan teolojisinden Dede Korkut anlatılarına birtakım izlekler bırakmıştır.
Aruz Koca oğlu Basat’ın canavar Tepegöz’ü öldürmesi kozmik düzenin tekrar sağlanması için elzemdir. Aynı şekilde Humbaba’nın etkisiz kılınması da Uruk şehrinin selâmeti açısından zarurettir. Mitik tasavvurda kaostan kozmosa geçiş bir kurban ile mümkün olabiliyor. Esasen kurban edilecek varlık da bunun şuurundadır. Bütün hamlelerine rağmen Tepegöz’ü öldürmeyi başaramayan Basat’ın yardımına biraz örtük biraz da aleni olarak Tepegöz’ün bizatihi kendisi yetişir. Bu bağlamda Dede Korkut metnini dikkatli okumak lâzımdır. Tepegöz, Basat’a şöyle der: “Şu mağarayı gördün mü?” Basat gördüğünü söyler. Tepegöz der: “Orada iki kılıç var. Biri kınlı biri kınsız. Kınsız kılıç keser benim başımı.” Görünüşte Tepegöz’ün bu yönlendirmesi bir tuzaktır fakat Basat mağaraya girerek o kınsız kılıcı alır ve Tepegöz’ü öldürür. Çünkü hem Oğuz yurdu için hem de Tepegöz için kaostan tek çıkış yolu bir kurban verilmesidir. Bu kurban Basat olamaz çünkü aksi takdirde, Tepegöz yaşadığı sürece kaos devam edecektir. Karmaşanın son bulması Tepegöz’ün kurban edilmesiyle mümkündür ve Tepegöz de bunun şuurundadır. Geçici kaosa Oğuz’dan bir kimse olan Sarı Çoban sebebiyet vermiştir. Suçlu bütün Oğuz halkıdır, asabiyet prensibi uyarınca kazanç da kayıp da kolektiftir, unutmayalım ki ferdiyetin bulunmadığı ve bilinmediği çağlardan dem vuruyoruz. Zafer ve yenilgi müşterektir. İşte bu müştereklik ilkesi sebebiyle Sarı Çoban’ın suçunun bedelini yüzlerce kurban vererek Oğuz toplumu da ödemiştir zaten. Bilge kişi Korkut Ata ile pazarlığa girişen Tepegöz karnını doyurmak için Oğuz’dan günde altmış adam ister. Oğuz soyunun tükenmesinden endişe eden Korkut Ata ise günde iki adam ve beş yüz koyun önerir. Tepegöz kabul eder. Kaotik durumda her iki taraf da kurbandır. Tepegöz’ün karın doyurmak maksadıyla kadın değil erkek istemesi ise malum suçlunun bir erkek olmasından ötürüdür. Oğuz’un kurbanları erkek cinsinden olmalıdır.
Dördüncü Paragraf: Basat’ın Tepegöz’ü öldürmesine paralel olarak Gılgamış ile Enkidu ikilisi de Humbaba’yı öldürünce tanrılar gazaplanıyorlar. Tanrıça İştar’ın Kral Gılgamış’a gönül vermesiyse ayrı bir polemik konusudur. Dünyevi Kral Gılgamış akıllılık ederek kutsal bir dişiyle evlenmeyi reddediyor. Aksi takdirde Sarı Çoban’ın durumuna düşmüş gibi olacaktır. Ve zaten Enkidu ile rahibe Şamhat’ın çiftleşmesi de cürüm hükmündedir. Zeki Kral Gılgamış bilinçli olarak Tanrıça İştar’ı reddediyor. Bununla birlikte, yol arkadaşı Enkidu’yu, ölüler diyarı yeraltına inmesine rağmen, tanrıların ölüm fermanından kurtaramıyor. Enkidu’nun ölümü Gılgamış’ın gücünün zayıflamasına neden oluyor. Çünkü ikisi beraberken çok daha fazla kuvvetlidirler. Çünkü Gılgamış artık kendi ikizini, dolayısıyla da kendi özündeki kudretin yarısını yitirmiştir. Robert Louis Stevenson’ın meşhur romanını hatırlayalım burada. Bay Hyde efsanesi son bulduğunda Dr. Jekyll da tükenecektir. Öteki benlik yaşatılamıyorsa kayıp büyük demektir. Son olarak, Gılgamış tarafından reddedilen Tanrıça İştar’ın intikam için babası Anu’dan Göklerin Boğası’nı iki dostu öldürmek üzere yeryüzüne göndermesini istemesi ve fakat Gılgamış ile Enkidu ikilisinin boğayı alt etmeleri bize Dede Korkut kitabındaki Boğaç Han hikâyesini düşündürtüyor. Kayanın gücüyle boğanın gücü denktir. Ve Gılgamış, ikizini yitirerek Uruk şehrine döndüğünde, gücünün yarısını kaybetmiş olsa da, birtakım hayat tecrübeleriyle krallığını sürdürecektir. Alberto Manguel “Gılgamış Destanı’nın bir öğretisi varsa, o da ötekinin varoluşumuzu mümkün kıldığıdır,” derken haklıdır.
Metin Savaş