Geleneksel hayatların yaşandığı o eski zamanlarda tabii (doğal) sıfatını çok daha fazla hak eden, büsbütün tabii olmamakla beraber, doğal hayata daha fazla yakın durabilen bir ömür sürülmekteydi. Geleneksel hayat kendi şartlarına has zorlukları elbette fazlasıyla barındırıyordu, çünkü bir altınçağ değildi, teknoloji kısıtlıydı, bununla birlikte, geleneksel hayat mekanik zamanın tam tutsağı olmaktan uzaktı. Geleneksel hayatta ferdiyet bulunmadığı gibi, bireysellik de yoktu. Şimdiki şekliyle millet dediğimiz büyük içtimai organizasyonlar tam mânâsıyla teşekkül etmemişti ve devâsâ imparatorlukların çatısı altında yaşayan insanlar aşiret gibi veya tarikat gibi birtakım kapalı kümelerin bünyesinde ferdiyeti daraltan ama müntesiplerine güven telkin eden dar hayatlar yaşıyorlardı. İmparatorluklar öncesi çağlarda da durum aşağı yukarı böyleydi, klanlar veya site devletleri bünyesindeki insanlar için bireycilik henüz bilinmiyordu. Geleneksel hayat kapalı toplumların hayatıydı fakat buradaki “kapalı toplum” tanımlaması muğlâk ve görecelidir. Bu yazımızın son paragrafında göreceğimiz üzere, kendi çağımızın açık toplum olduğu yargısı da bir yanılsamadan ibarettir. Geleneksel hayatta zaman tam mekanik değildir. Bunu basite indirgeyerek şöyle izah edebiliriz: Müslüman toplumlar eski zamanlarda sabah ezanlarıyla güne başlıyorlardı ve yatsı ezanıyla da uykuya çekiliyorlardı. Buradaki zamansal ölçü namaz vakitlerine göreydi. Müslüman olmayan toplumlar dahi kendi hayat tarzlarını benzer şekillerde idrak ediyorlardı. Ne var ki sanayileşme arifesinde modern dediğimiz hayatın tohumları atılınca toplumların zaman algısı da değişerek mekanik hayat kendi kurallarını (geleneksel toplumlara kıyasla) yeni toplumlara daha fazla dayatmaya koyuldu.
Ferdiyet ile şahsiyet tam olarak aynı şey değildir, tam olarak farklı şeyler de değildir. Ferdiyetin bulunmadığı geleneksel zamanlarda insanlar şahsiyetsiz idiler diyemeyeceğimiz içindir ki yine geleneksel zamanlar ferdiyetten büsbütün yoksundur diyemeyiz. Bununla birlikte geleneksel zamanlarda bireysellik hiç yoktu. Bireysellik sanayileşme ile ortaya çıkmıştır. Modern insan güya daha özgürdür fakat eski zaman insanları da (yaygın kölelik müessesesi hâriç) tutsak değillerdi. Sözü fazla uzatmadan söylersek, geleneksel zamanlar nasıl ki altınçağ değil idiyse, modern zamanlar da altınçağ değildir. İşte bu nedenle ferdiyet kavramı da muğlâklaşıyor. Vaziyeti örneklendirmek gerekirse, İbn Haldun bir fert değildir diyebilir miyiz?
Ahmet Haşim Müslüman Saati başlıklı yazısında şöyle der: “İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. Saat’ten kasdımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.”[1] Eski zamanlarda kendimize göre yaşayışımız ve düşünüşümüz bulunduğunu vurgulayan Ahmet Haşim, saatten kastımız araç değil bizatihi zamandır derken modern hayatın mekanizme yenik düştüğünü belirtmeye çalışıyor. Zaman soyut bir kavramdır fakat saat dediğimiz âlete göre ayarlanmış bir hayat tarzında zaman âdeta somutlaşıyor. Akrep ve yelkovan bizleri yönlendiriyor, takvim yaprakları hayatlarımızı kendi hürriyetimize rağmen düzenliyor, gündelik hayatlarımıza gayrı tabii bir tasallutta bulunuyor. Nitekim Ahmet Haşim aynı yazısını “zaman içinde kaybolmuş kimseleriz” diyerek bitiriyor. Zaman içinde kaybolmak ne demektir? İşte burada modern insanın hem çevresine hem de kendisine yabancılaşması söz konusudur ki yalnızlaşma dediğimiz şey budur. Modern hayattaki yalnızlaşma tasavvufî uzaklaşma (uzlet) değildir, dünyanın tam da ortasında bir kayboluştur. Tasavvuftaki iç dünyaya dönüş ile modern hayattaki kayboluş birbirlerine zıt olgulardır. İç dünyaya dönüş bir arayış ve keşif yolculuğu iken, yabancılaşma ise bir yönsüzlüktür.
Dinler tarihçisi Mircea Eliade’ye göre, geleneksel toplumlardaki sorumluluk gerektiren her eylem kutsal zamanda gerçekleşir. Çalışma, el sanatları, savaş, sevgi ve benzeri bütün ameller dünyevi zamanın tahakkümü altında bulunmaksızın, kutsal zaman esas alınarak, insanın varoluşuna kutsal bir boyut katması sağlanarak zenginleştirilir veya idealize edilir. Oysaki çalışmanın (amellerin veya eylemlerin) dünyevileşmesiyle birlikte gerçek zamana düşüş başlar. Kutsal zaman artık ötelenmiştir. İnsan kendisini yalnızca modern toplumlarda zamandan kaçamadığı günlük işinin tutsağı hisseder.[2]
Kutsal zamanı esas alarak dünyevi amellerde bulunmak ne demektir? Şu demektir ki, kozmik düzenin bir başlangıcı vardır, bu başlangıç yaratılış zamanıdır, dünyevi zamanın dışındadır ve dünyevi zamanı da başlangıçtaki yaratılış tasarlamıştır. Yaratılışı inşa edense Tanrı’dır. Bütün arkaik kavimlerin tasavvurunda, çoktanrılı yapıya rağmen, bütün o üstün güçlerin üzerinde bulunan tek kutsal varlık inancı bulunmaktaydı. Türkler bu tek kutsal varlığa Tanrı demiştir. Her kavim kendi diliyle adlandırmıştır. Tanrılar, ruhlar ve diğer bütün gizemli varlıklar her arkaik kültürde en büyük kutsal varlığın altında kabul edilmiştir. Fakat haliyle o tek kutsal varlığı tanımlayamadıkları için diğer alt dereceden kutsal varlıkları kendilerine daha yakın hissetmişlerdir. Dede Korkut “kimse bilmez nicesin” diyerek Tanrı’yı bütün spekülâsyonların dışında bırakmayı tercih etmiştir. Bundan ötürüdür ki, gündelik yaşantıdaki ameller kutsal zamanda yaşayan alt dereceden kutsal varlıklarla ilintilendirilmiştir. Gök gürültüsünden ve yıldırımdan korkmak suretiyle ateş tanrısı tasavvuru ortaya çıkmıştır. Ama yine de arkaik insanlar ateş tanrısını o bilinmez mutlak varlığın yarattığını belli belirsiz hissetmişlerdir. Kısacası, tanrılar da yaratılmış varlıklardır. Fakat bu tanrılar birer ilk olmaları itibarıyla insanlarca örnek alınmaları gereken kutsallardır. Aslında bunlar ecdat dediğimiz ilk kuruculardır. Türklerin herhangi bir kağanı hükümdarlık tahtına oturduğunda Oğuz Kağan gibi efsanevi bir atayı (ilk düzen kurucuyu) örnek edinmekle yükümlüdür. Zaten başka bir seçeneği de yoktur. Aksi halde meşruiyet kazanamaz. Oğuz Kağan kutsal zamanın hükümdarıdır. Türk kağanı dünyevi zamandaki otoritesini muhafaza edebilmek için ve mevcut dünyevi düzenin kaosa sürüklenmesini engellemek için kutsal zamandaki ilk kurucu kağana biat etmek, yani onu örnek almak zorundadır. İlk kadın-ana olarak düşünülen Havva’nın arkaik Türklerdeki muadili Umay Ana’dır. Havva veya Umay Ana yaratılıştaki kutsal zamanda yaşamışlardır. Dünyevi zamandaki bütün kadınlar Umay Ana’ya yaslanmak durumundadırlar.
Eliade’nin uzun ve çetrefilli bahsinden yola çıkarak özetlediğimiz bu durumu, dünyevileşmeyi ve kutsal zamandan gerçek zamana düşüşü kabaca cennetten düşüşe (kovulmaya) benzetebiliriz. Belirtmeye gerek bile yok ki, gerçek zamandan kasıt dünyevi yahut mekanik zamandır. Müslümanlardaki kutsal zaman, namaz vakitlerine göre ayarlanmış gündelik hayatın zamanıdır. Batı’daki manastır hayatı da Batılıların kendi kutsal zamanına bağlıdır. Hindistan ve Çin’deki hayatlar da böyledir ve bütün dünyanın geleneksel hayatları hep böyledir. Saat dediğimiz gerecin tik-takları ise modern yaşamın sesleridir. Eski zamanlarda birkaç insan herhangi bir yerde buluşmaya sözleştiklerinde, meselâ, ikindi namazından sonra filan yerde buluşalım diyorlardı. Ama şimdiki modern hayatta “randevu” kavramı geçerlidir ve saat üçte buluşmaya karar verildiyse dakik olmak ve saat tam üçte buluşma yerine varmak bir prensiptir. Dakiklik, işlerin yolunda gitmesi ve verimlilik açısından gerekli olmakla birlikte ve hatta çağdaş medeniliğin göstergelerinden biri sayılmakla beraber, bütün bu müspet yönüne rağmen, aynı zamanda bir mekanik tavırdır. İşte sanayileşme bu tavır sayesinde ivme kazanabilmiştir.
Psikoloji ve Felsefe akademisyeni Marc Wittmann zamanı nasıl deneyimleriz konulu çalışmasında sanayileşmenin ivme kazanmasını kısaca şöyle açıklıyor: “Sanayileşme (başka nedenlerin yanı sıra) insanlar zamana dakik bir şekilde uymaya ikna edilebildiği için başarılı oldu. Saatler iş dizilerini verimli biçimde senkronize etmeyi mümkün kıldı. Daha çok soyut saat-zamanına yönelen toplumların ekonomik açıdan daha başarılı oldukları görülüyor.”[3] Saat-zamanı tabii ki soyuttur ama insanın gündelik hayatındaki şaşmaz ritmi sebebiyle neredeyse somutlaşmıştır. Sabah ezanı vakti güneşin seyrine ayarlı olduğu için değişkendir, fakat saat-zamanı sabittir, saat ayarına göre sabahın yedisi her mevsimde daima sabahın yedisidir. Atalarımız yatsı namazından sonra uykuya çekiliyorlardı, ama saat ayarına göre günümüz insanları yatsı namazını kışın başka saate yazın başka saatte kılıyorlar. Uykuya çekilme saati ise değişmiyor. Modern insan umumiyetle gece on ikide yatağa giriyor. Mekanik hayat kısaca işte budur.
Herhangi bir Ahi Baba’ya intisap etmiş bir kalfayı düşünelim. Sabah mesaisine sabah namazının ardından Ahi tekkesindeki dua ile başlayacaktır. Japon işçiler bugün hâlen daha fabrikada mesaiye böyle başlıyorlar. Ne var ki Ahi tekkesindeki sabah duası güneşin hareketine ayarlı olduğu için zaman itibarıyla değişkendir. Hâlbuki şimdi biz mesaiye şaşmaz bir şekilde hep aynı saatte başlıyoruz. Sanayi ve teknoloji nedeniyle zaman algısı artık değişmiştir. Mesafe algısı da değişerek daha fazla sabit hâle gelmiştir. Şöyle ki; uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan atalarımızın mesafe algısı “bir ok atımı uzaklık” şeklindedir. Bir ok atımı uzaklık ise ufak tefek farkları doğurur. Yayı çeken kişinin kas gücü ve rüzgârın değişkenliği okun düşeceği yeri de azıcık değiştirir. Ok, ötedeki ağacın dibine veya azıcık berisine düşebilir. Bu ufak değişkenliğe rağmen bir ok atımı mesafe hep aynı mesafeymiş gibi algılanır. Oysaki günümüzde mesafe sabittir. Ankara-İstanbul otoyolunun kilometre uzunluğu (yeni bir yol yapılmadıkça) kilometre olarak hiç değişmez, bir yolcu otobüsü daima aynı mesafeyi kat eder.
Kapalı toplum bahsine dönersek; geleneksel zamanlara kıyasla kendi çağımızın açık toplum olduğu yargısı bir yanılsamadır demiştik. Geleneksel toplumlarda insanlar klan, aşiret, boy, tarikat, meslek grupları gibi birtakım dar birimlerin üyeleriydiler. Hayatları bu birimlerle sınırlıydı. Söz konusu birimleri tam mânâsıyla şimdiki sivil toplum kuruluşlarına benzetmemiz doğru olmaz. İkisi tastamam aynı şey değildir. Sivil toplum kuruluşları modern insanın hayatına kimi katkılar sağlıyor. Ne var ki aşiretler veya tekkeler ise müntesiplerinin tam mânâsıyla hayat tarzıdır. Biz bugünden geçmişe baktığımızda geleneksel toplumları kapalı toplumlar olarak yaftalıyoruz. Bu yaftalama hakikaten doğrudur fakat kısmen doğrudur. Modern toplumlar açık toplum olmakla birlikte onların açıklığı da kısmidir. Sanayi toplumlarındaki gündelik hayatlar fevkalade bariz bir şekilde dar hayatlardır. Mesai saatleri şaşmaz kurallara bağlıdır ve insan hayatı beklenmedik olumlu veya olumsuz sürprizlere yeterince açık değildir. Bir insan hangi sene, kaç yaşına geldiğinde emekliye ayrılacağını işe başladığı ilk günden itibaren bilir. Yasalar ve tüzüklerde ufak tefek değişiklikler yapılsa bile insan hayatı fazla değişmez. Modern insan, tüketim toplumunun insanı olduğu için, kendi çağının şartlarında kapalı hayatlar yaşıyor. Somut bir örnek verirsek; AVM’ler kapalı mekânlardır. Buradaki kapalılıktan kastımız alışveriş merkezinin açık alandaki bir çarşı-pazar olmaması değildir. AVM’ler müşterilerin yönlendirildiği ve ayartıldığı mekânlardır. Markalaşma olgusu ticarî tapınakları doğurmuştur. “Tüketim tapınakları ile tüketim çılgınlığı özdeş hale gelmiştir. Mekân olarak alışveriş yerleri ile eylem olarak alışveriş tutkusu aynileşmiştir. Artık idrak yoktur. Yalnızca haz vardır. Tüketiciler kendi dünyalarında (kendi mekânlarında) mutludurlar. Mutlu oldukları yer alışveriş adalarıdır.”[4] Dolayısıyla modern insan da kısmen kapalı toplum hayatı yaşıyor.
DİPNOTLAR
[1] Ahmet Haşim, Gurabahâne-i Laklakan, Bütün Eserleri III, Dergâh Yayınları, İstanbul 1991
[2] Mircea Eliade, Mitler Rüyalar Ve Gizemler, sayfa 38, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2017
[3] Marc Wittmann, Hissedilen Zaman, sayfa 65, Metis Bilim, İstanbul 2018
[4] Metin Savaş, Kırmızı Yazılar, sayfa 256, Kırmızılar Yayıncılık, Eskişehir 2018
FACEBOOK YORUMLAR