Ortaçağ sonrası Batı uygarlığının teolojik ve düşünsel temellerini atan iki önemli isim olarak Luther ve Calvin’i görüyoruz. Batı emperyalizminin ve tabii ki o meşhur vahşi kapitalizmin arka planını kavrayabilmek için Luther’in irade meselesini nasıl sabitlediğini görmek gerekiyor. Luther’in teolojisinde, kabaca özetleyerek ifade edersek, insan iradesinin özgürlüğü ve bağımsızlığı diye bir şey yoktur. Bir insanın ölümden sonra cennete mi yoksa cehenneme mi gireceği önceden belirlenmiştir. Her insanın yazgısı evvelemirde tayin edilmiştir. Bir insan iyilik veya kötülük tercihinde bulunamaz. İrade insanın inisiyatifinde değildir. Her insanın kendi iradesi kendisinden çok daha üstün bir iradenin (otoritenin) tahakkümü altındadır. İnsan iradesine tahakküm eden bu üstün irade Tanrı da olabilir, iblis de olabilir veya mesela Firavun ya da Hitler gibi bir despot da olabilir. Üstün irade/otorite karşısında özgür olamayan insan iradesi kendisinde tahakküm eden o üstün iradeye biat etmekle yükümlüdür. Bana hükmeden üstün irade Tanrı ise iyi bir insanımdır. Bana hükmeden otorite iblis ya da Firavun ise kötü bir insanımdır. Önceden belirlenmiş olan bu yazgıdan kurtulmam mümkün değildir.
Bununla birlikte, insan iradesinin özgürleştiği bir alan vardır. Benim irademden daha zayıf bir irade karşısında ben üstünümdür ve dolayısıyla da benim iradem o zayıf irade karşısında hürdür. Söz konusu zayıf irade mesela bir Afrikalı zencinin iradesi olabilir. Yahut da yoksul ve cahil bir Hintlinin iradesi olabilir. Ben nasıl ki kendimden daha üstün bir iradeye (Tanrı’ya veya Firavun’a) biat etmek durumundaysam, zayıf iradeli Afrikalı zenci de benim üstün ve özgür irademe boyun eğmek zorundadır. Ben, benden daha üstün olan iradenin kuluyumdur. Yoksul Hintli ise benim özgür irademin kölesidir. Görüldüğü üzere irade özgürlüğü Luther teolojisinde göreceli olmaktadır. Güçlü olan zayıf olana hükmeder. Zayıf daima ezilir. Tanrı’nın veya firavunun iradesi beni kul ediniyorsa, ben de kendimden zayıf olanı köle edinirim. Çünkü hayat acımasızdır. Çünkü eşitlik yoktur. Kendimden zayıf olana merhamet göstermem erdem değildir. Tam tersine, merhamet, irade özgürlüğü prensibini çiğnemek demektir. Yani merhamet hem ahmaklıktır hem de özgür/üstün iradeyi zayıflatır.
Luther şöyle diyor: “Otoriteyi ellerinde tutanlar kötü veya imansız olsalar bile, otorite ve otoritenin sahip olduğu güç her şeye rağmen iyidir ve tanrısaldır. Bunun için nerede bir güç varsa ve bu güç nerede serpilip gelişiyorsa, oraya ait olacak ve orada kalmakta devam edecektir, çünkü Tanrı bunu böyle takdir etmiştir… Bir prens, ne derece zalim olursa olsun yine de bir prens olarak kalmalıdır.”[1]
Luther teolojisinde kötü bir despot dahi iyidir, çünkü o kötü irade bile tanrısaldır. Tanrı kötülüğü takdir ettiyse kötülük yaparız. İyilik takdir ettiyse iyiliğin peşinde koşarız. Oysaki tasavvufta böyle değildir. Bir insan kötülüğü talep ediyorsa Tanrı o talepkâr için kötülüğü derhal yaratır. Bir insan iyiliği tercih ediyorsa Tanrı o talepkâr için behemehâl iyiliği yaratır. Şu halde tasavvuf öğretisine göre insan iradesi özgürdür. Luther teolojisinde kaderin mutlaklığı varken tasavvufta tercih ve talep vardır. Luther teolojisinin bu acımasız ve sapkın öğretisi (büyük balık küçük balığı yutar ilkesi uyarınca) vahşi kapitalizme yol açmıştır. Kapitalizmin doğmaya ve palazlanmaya başlamasının arifesinde Batı sömürgeciliği bir bahane olarak Luther ve Calvin tarzı öğretiyi dayanak edinmiştir. Luther diyor ki: “Bunun için, gizlice veya açıkça vurabilen, bıçaklayabilen ve öldürebilen herkesi serbest bırakınız; hiçbir şeyin bir ayaklanmadan daha zararlı, daha can yakıcı veya daha kötü olamayacağını hatırdan çıkarmayınız. Bu tıpkı kuduz bir köpeği öldürmek zorunda kalmak gibidir; siz ona vurmazsanız o size ve sizinle birlikte bütün bir ülkeye saldıracaktır.”[2]
Şöyle de diyebiliriz: “Türkleri, Afrikalıları, Hintlileri öldürmezseniz onlar size hücum edecektir. Merhamet aptallıktır. Güç tanrısaldır. Adalet ve eşitlik kendi içimizdedir, birbirimiz içindir, dışarıya karşı zalim olmak gerekir.” Luther teolojisiyle bariz bir şekilde çelişmeyen Calvin ise şöyle demektedir: “Kendi kendimizin sahibi değiliz; bunun için niyetlerimizde ve hareketlerimizde ne aklımızın ne de irademizin bir rolü olmamak gerekir. Kendi kendinizi inkâr etmekten, her türlü bencil düşünceyi bir yana atmaktan ve bütün dikkatinizi Tanrı’nın sizden istediği ve sırf bu sebeple, yani Tanrı’nın hoşuna gittiği için yerine getirilmesi gereken şeyleri yerine getirmek için harcamaktan başka bir çareniz yoktur.”[3]
Bütün bu sapkın teolojik anlayışın günümüzdeki yansımalarını bizzat yaşamaktayız. Birtakım Batılı güçlerin Suriye ve Irak’ı ezip geçmeleri (Batılıya göre) Tanrı iradesinden kaynaklanmaktadır. Suriyeli ve Iraklı yüz binlerce kadının iğfal edilmesi (Batılıya göre) Tanrı buyruğudur. Bütün bu kötülükler suç teşkil etmiyor çünkü bütün bu kötülükleri yapan Batılı psikolojisi minareyi kılıfına uydurarak kendi benliklerini aradan çıkartıyor ve Tanrı iradesi böyle takdir etmiştir diyerek kendisini kendi vicdanında kolayca aklıyor. Her türlü bencil düşünceyi bir yana atmak işte budur. Bencil değilmiş gibi görünerek Batı dışındaki dünyayı kendi bencilliklerine kurban etmektir bunun anlamı. Emperyalist ve kapitalist Batı dünyası o sapkınca teolojik yaklaşımla Tanrı’nın hoşuna giden amellerde bulunduklarına inanmaktadırlar. Şu halde Batılının tanrısı da zalim ve sapkındır hükmüne varabiliriz. İşte burada işin rengi yine değişiyor ve “hangi dinden olursak olalım hepimiz aynı Tanrı’ya kulluk ediyoruz” söylemi palavraya dönüşüyor. Yahudi tanrısı güreş tutar ve pazarlık eder. Fakat bizim bildiğimiz Tanrı böyle değildir. Hıristiyan tanrısı oğul edinir. Hıristiyan ve Yahudi tanrıları kulları arasında eşitlik gözetmez. Türk’ün inandığı Tanrı ise bütün insanlığın barışa ve huzura kavuşmasını isteyerek Türklüğü bu uğurda görevlendirir. Aradaki fark budur.
Max Weber diyor ki: “Mülk arttıkça (Tanrı’nın yüceliği adına) durmadan çalışarak çoğaltmak yükümlülüğü de artar.”[4] Mülk sadece mal veya sermaye değildir. Toprak da mülktür. Tabii ki Batılı indinde Batılı olmayan öteki insanlar da mülk kapsamındadır. Calvin ise şöyle der: “Halk, yani işçi ve zanaatkârlar kitlesi, fakir kaldıkları sürece, Tanrı’ya bağlı kalırlar.”[5] Biz bu ifadeyi şöyle çarpıtabiliriz ya da şöyle yorumlayabiliriz: “Batılı Hıristiyan değilseniz, hangi dinden ve hangi milletten olursanız olun, bizim gözümüzde işçisinizdir, bizim hizmetkârlarımız ve kölemizsinizdir.”
DİPNOTLAR
[1] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 84, Tur Yayınları, Ankara 1972
[2] Erich Fromm, sayfa 85
[3] Erich Fromm, sayfa 88
[4] Max Weber, Protestan Ahlâkı Ve Kapitalizmin Ruhu, sayfa 147, Ayraç Kitabevi Yayınları, Ankara, tarihsiz
[5] Max Weber, sayfa 153
FACEBOOK YORUMLAR