Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

BİR AŞK SERÜVENİ: HÂLÂ BOZGUNU DURDURULAMAMIŞ BİR TOPLUMDAKİ GENÇLERİN TEREDDÜTLERİNİN ROMANI

16 Ağustos 2020 - 22:39

BİR AŞK SERÜVENİ: HÂLÂ BOZGUNU DURDURULAMAMIŞ BİR TOPLUMDAKİ GENÇLERİN TEREDDÜTLERİNİN ROMANI:
 
Bize özgü romanın peşinde koşan, fakat medyatik, popülist ve küreselleşmeci olmadığı için malûm çevrelerce görmezlikten gelinen Mustafa Miyasoğlu’nun en güzel romanı hangisidir diye sorulursa, hiç düşünmeden Bir Aşk Serüveni cevabını veririm. 1972’de kaleme alınan Pancur adlı hikâyenin bırakılan yerden devamı olan bu eser, aslında yazarın kendi kahramanlarına yönelik vicdan borcunun ürünüdür. Dolayısıyla, edebiyatımıza böylesi bir romanın kazandırılmasına sebep oldukları için, bizler de, söz konusu kahramanlara teşekkür borçluyuz. Bu kahramanlar kimlerdir? Kuşkusuz ki, hiçbir milletin tatmadığı derecede büyük bir dramı idrak etmiş bir toplumun bireyleri olarak yine bizleriz. Sanırım Bir Aşk Serüveni’nin bu kadar çok sevilmesinin ve tezlere konu olmasının sırrı da buradadır.

Bir Aşk Serüveni, yazarın kendi ifadesiyle, yalnızca bir aşk hikâyesi değildir. İlk romanı olan Kaybolmuş Günler’de belirtildiği üzere, hâlâ bozgunu durdurulamamış bir devletin topraklarında yaşayan gençlerin tereddütleri, arayışları, inançları ve itirazlarıdır. Bu haliyle Bir Aşk Serüveni Peyami Safa ile Tanpınar tarzı roman geleneğimizin son büyük halkasını temsil eder. Sıcak, samimi, temiz bir üslûbu vardır. Argoya ve hayâsız sözlere rastlanmaz. Anlatım yerli yerindedir. Eserin kahramanlarından biri, çağdaş bir edebiyat dilinin ifade imkânlarından bahseder ki, bu düşünce aslında Miyasoğlu’nun zihnini kurcalayan meseledir.

Romanın erkek kahramanı Ekrem, taşradan hukuk tahsili için İstanbul’a gelmiş, ilk ayların ürkekliğini bertaraf ederek büyük şehrin imkânlarını özümsemiş, fakat birtakım züppeler gibi nüvesini inkâr yoluna sapmamış şahsiyetli bir gençtir. Yaşının gereği diyelim, farkında olmaksızın, Tanrı’ya ulaşmak için kendine yoldaş arayan tipik bir Doğulu genç. Onun bu tavrı elbette ki kendi gerçeğini bulma çabasıdır. Tüm idealizmine, sağlam kültürüne, iyi bir aile terbiyesi almış olmasına rağmen, hayat tecrübesini henüz olgunlaştıramamış Türk genci.

Ekrem, kendisini Tanrı’ya, ilâhî aşka, kısacası iki yüzyıldır araya geldiğimiz huzura kavuşturacak yoldaşını bulmakta fazla gecikmeyecektir. İstanbul’un yozlaşmış kalabalığı içinde, çocukluk arkadaşı Asuman’la tesadüf eseri karşılaşır. Fakat bu karşılaşma gerçekten de basit bir tesadüf müdür, yoksa kader mi? İşte bu soru belki de ilâhî aşkın dünyasına açılan büyük kapının anahtarıdır. Ekrem’le Asuman yıllar önce, ilkokul sıralarında, Kayserili bir meczubun dahliyle kaderlerini birleştirmişlerdir. Cemil Emmi adındaki söz konusu meczuptan aldıkları tılsımlı boncukların gerçekte birer nişan yüzüğü olduklarını idrak etmeleri için çetin bir aşk tecrübesi yaşamaları gerekecektir. Bu, Doğuya has, Hüsn ü Aşk tarzı bir maceradır.

Ekrem’in sevgilisi Asuman, küçük burjuva sınıfına mensup Modalı bir ailenin kızıdır. Hayatından memnun olmadığını hissetmektedir. Fakat muhit psikolojisi nedeniyle benliğini realitenin akışına terk etmek zorunda kalmıştır. Her haliyle temiz kalplidir ve babasının iş hayatındaki materyalist dünya görüşünden uzak durmaya özen göstermektedir. Biraz da bu yüzden tahsilini diş hekimliğine yöneltmiştir. Gayesi hem baba parasına muhtaç kalmamak, hem de diş hekimliğinin hareketliliğinden yararlanarak insanlara daha yakın olabilmektir. Baba otoritesine isyan ve çağımız gençliğinin kendi hayatını kazanmak eğilimi de diğer etkenlerdir.

Asuman-Ekrem ilişkisinde dikkate değer bir diğer husus da, mazi olgusudur. Taşrada yaşadıkları dönemden çocukluk arkadaşı olan iki genç, ayrılışlarından on yıl sonra İstanbul’da tekrar karşılaşırlar ve bir ay gibi kısa bir sürede birbirlerine âşık olurlar. Burada söz konusu olan yıldırım aşk romantizmi değil, kader ve mazidir. Doğulu toplumlarda mazinin ne denli önemli bir yer işgal ettiği meselesi Bir Aşk Serüveni’nde mevcuttur. Tanpınar’da ve Abdülhak Şinasi Hisar’da olduğu gibidir.

Bizde mazinin –bireyi ağırlığı altında ezecek derecede– öne çıkması daha ziyade modern zamanlarla başlar. Hayatımızda devamlılığın sekteye uğraması, kurumların dayattığı değişimlere toplumun ayak uyduramaması ve bunun doğurduğu estetik yozlaşma, her çağda ve her toplumda görülmesi doğal olan tatlı-sert geçmişe özlem duygusunu ıstıraba ve altınçağ arayışına yöneltmiştir.

Romanın önemli karakterlerinden biri de emekli öğretmen Feride Hanım’dır. İlerlemiş yaşının yorgunluğuna rağmen yaşamdan kopmamış, hâlâ idealist ve hâlâ faal, yönettiği mütevazı edebiyat dergisi aracılığıyla etrafındaki gençlere temiz bir gelecek hazırlamayı gaye edinmiş, geleneğin yoğurduğu, müşfik bir hanımefendi. Gerek isim benzerliğiyle, gerek mesleğiyle, gerekse enerjik hayat tarzıyla pek meşhur Çalıkuşu romanının Feride’sini hatırlatmaktadır. Yazar, romanda, öğretmen hanımın ağzından, isim benzerliklerinin o kadar önemli olmadığını ifade etse de, romanlar arasında bağlantı kurmaya meraklı okurlarca Feride Hanım ister istemez Çalıkuşu Feride’nin yaşlanmış ve olgunlaşmış hali gibi algılanabilecektir. Metinlerarasılığa yaslanan bu keyfiyet aslında esere ayrı bir çekicilik katmaktadır. Romancılar genelde meslektaşlarının eserlerinden bağımsız kalmaya çalışırlar ve hatta diğer romanlardaki hayat kurgularını âdeta yok sayarlar. Oysaki Bir Aşk Serüveni kendinden önceki romanlara saygılıdır. Yer yer pek çok esere ve yazara gönderme yapılır, özellikle Peyami Safa’ya.

Romanın bir diğer karakteri, Asuman’ın kolejden arkadaşı olan ve dünyaya tipik devrimci söylemlerle bakmaktan hoşlanan Rasih’tir. Devrimci Rasih, Asuman gibileri küçük burjuvalılık ve Ekrem gibileri de taşralılık ithamıyla sürekli rahatsız eder. Onun bu tavrının ardında yatan gerçek neden, ideolojik yaklaşımlarının yanı sıra, Asuman’a beslediği sevgidir. Bu yüzden de genç kızın aklını Ekrem’in aleyhine karıştırmaya çalışmaktan geri durmaz. Rasih aslında göründüğü kadar olumsuz bir tip değildir. 12 Mart sonrasında adı arananlar listesine girmiş ateşli, ama dürüst bir gençtir. Keza Miyasoğlu’nun hiçbir eserinde, Batı romanında gördüğümüz denli kötü (iblis) kahraman yoktur. Birkaç olumsuz karaktere rastlamak mümkündür, ama bunların olumsuzlukları da Batı romanının kötü kahramanlarıyla kıyaslandığında pek sönük kalır. Kaldı ki, geleneksel çizgideki Türk romanının genelinde Charles Dickens tarzı kötü kahramana fazla yer verilmez. Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece ve Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye adlı romanlarında gördüğümüz kötü karakterler bu tercihin dışındadır kuşkusuz. Bilhassa Ahmet Hamdi Tanpınar’da da kötü karakter yoktur; talihin akışıyla bir yerlere sürüklenmiş bedbahtlar vardır sadece. Huzur’un Suat’ı ile Sahnenin Dışındakiler’in Muhtar’ı bu cümledendir ve onlar, iyiliğin kuşattığı “bize göre” kötülerdir. İdeoloji batağına saplanmış sosyal gerçekçi romanları es geçersek, Türk romanı niçin böyledir? Bunun nedenini herhalde tasavvufta aramak gerekir. Çağdaş Türk kültürü tasavvuftan ne denli uzaklaşmış görünürse görünsün, iliklerimize işlemiş birtakım değer ölçülerini yitirmemiz mümkün değildir. Vahdet-i vücut düşüncesi kötülükle iyiliği buluşturduğu sürece Türk romanı geleneksel çizgisinden sapmayacak ve toplum yapımız böylesi bir sapmaya asla izin vermeyecektir. Tabiatıyla bu sapmaya izin vermemek aynı zamanda gerçek hayattaki kötülüğü hafife almak demektir ki, Türk toplumu için bu tercihin birtakım gizli tehlikeleri bulunmaktadır. Dolayısıyla belki de Batı standartlarında roman çıkartamayışımızın bir sebebi de budur.

Mustafa Miyasoğlu Türk romanının bazı yönleriyle Batı romanından üstün olduğuna da inanmaktadır. Yazarımız bu düşüncesini, kahramanı Ekrem’in kaleminden okura aktarmayı da ihmal etmez: “Esasen ben, pek çok şeyi Türk yazarlarında daha iyi anlatılmış buluyorum. Bunun için Batılı yazarları okudukça bizimkilerin ne kadar önemli olduğunu anladığımı sanıyorum.” Aynı düşünce Kaybolmuş Günler’de de dile getirilir: “Biraz da onlar bizi okusun. Okusun da öğrensinler, dünyada kendilerinden başkasının da yaşadığını.

Devrimci Rasih’i mazur göstermeye yeltenip de konumuzun bir hayli dışına çıktıktan sonra, tekrar romanımıza dönelim. Ekrem’in ev arkadaşı Faruk ile Feride öğretmenin kızı Sevim de yardımcı karakterler olarak romana katkıda bulunan müspet kahramanlar arasında anılmaya değer isimlerdir. Romanın ilerleyen sayfalarında, Ekrem-Asuman ilişkisinin düzene girdiği esnada bu iki gencin aşkları başlayacaktır ki hayatın nesiller boyu benzer çizgide sürüp gittiği mesajı böylelikle aktarılmış olur. Eserde gençliğe yönelik mesajlardan biri de, erkek karşısında kadının ve kadın karşısında erkeğin tavrı meselesine dairdir. Taşralı Ekrem indinde sevgilisini kendi yaşam tarzına davet etmekten başka çıkar yol gözükmemektedir. Tipik Doğulu erkek gururudur bu. Taşralı kahramanımız Modalı Asuman’ı değişmeye ikna etmek ister. Sonuçta genç kız önemli tavizler vermeye razı olur. Zaten bunu bir yanıyla arzu etmektedir. Fakat ondaki değişim aynı zamanda Ekrem’e karşı bir zaferdir de… Genç erkek aşkına mağlûp olmuştur. Değişimin kadın-erkek cephesini kocasından ayrı yaşayan Feride Hanım şöyle yorumlar:

Öncelikle Ekrem’in mizacı, sonra Asuman’ın da ona kendini hazırlaması gerek. Çünkü netice itibariyle değişmesi kolay olan kadın tarafıdır. Erkekler çok dolaşır ama, hep kendi karakterleriyle, kendi kafalarıyla gezerler dünyada. Bazen de ne değişebilirler, ne de değiştirebilirler. Hayatı da, kendisini de kadınlar daha çabuk değiştirirler. Asuman değişmeyi becerebilirse, Ekrem’i de değiştirir. Bir şey vermeden bir başkasını almak mümkün değildir. Asuman kendini verecek ki, Ekrem’i elde edebilsin.

Miyasoğlu’nun hayat felsefesi ve deneyimleri, romana kahramanları aracılığıyla derinlemesine yansımaktadır… Kayserili Ekrem belki biraz da Miyasoğlu’dur. Muhtemelen yazar, kendi gençlik tecrübelerinden yararlanarak oluşturmuştur Ekrem’i. Herhalde Faruk’a da kendinden bir şeyler katmıştır. Yine de, yazarla kahramanları arasındaki karabet konusunu kurcalamamak daha doğru olur. Çünkü Kaybolmuş Günler’in Beşir’i şöyle der: “Kimse başından geçenleri olduğu gibi anlatamaz. Anlatmak istemez, elinden gelmez. Değiştirmek, bir düzene koymak, bizim olmasının kaçınılmaz sonucu. Bunda dürüstlüğü zedeleyen hiçbir yan yok. Bir şey anlatılmaya başlandıktan sonra, o olmaktan çıkmıştır. Başka bir şeydir artık.” Bir gazete mülâkatında yazarımız, Bir Aşk Serüveni’ni yazmasının sebebini, “…insanımızın yaşadığı değişimi bir aşk hikâyesi ekseninde gelişmiş olaylarla…” anlatmak ifadesiyle açıklar. Değişim ve aşk gerçeği hem ayrı ayrı, hem de birbirine bağlantılı olarak yazarın çok önemli sorunudur: “…değişen toplum hayatında değişmeyen değer yargılarımızın ‘aşk’la nasıl bütünleştiğini ve bu duyguyla insanımızın yozlaşmaktan nasıl kurtulduğunu…” bilhassa ve bir müjde sıcaklığıyla belirtmek ister. Yozlaşmaktan kurtulduğumuz söylenemez, hatta giderek daha da yozlaştığımız meydandadır; ama sanattan teknolojiye, günlük yaşamdan geleceğe dair tasavvurlara kadar hayatın her alanında ağırlığını koyan mekanizme karşı insanlığın umudu işte bu aşk, ilâhî sevgi, mistisizmin diğer unsurları ve kültür kodlarımızda saklı bulunan diğer sosyolojik etkenlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar - Peyami Safa - Tarık Buğra üçlüsündeki (bunlara bir diğer romancımız Abdülhak Şinasi Hisar’la şair Necip Fazıl Kısakürek’i de eklemeliyiz) espriyi henüz yeterince idrak edememiş (ya da önyargılarla idrak etmekten kaçınan) Türk romancısındaki kısırlığı ve bu kısırlığın sonucu olan yasak aşk/sapık aşk/tek boyutlu aşk saplantısını yazarımız kıyasıya eleştirir. Miyasoğlu’na göre, makbul olan ilâhî aşktır. İşlenmemiş ve bir yanıyla olumsuzluğa eğilimli benliği insan sevgisine ancak saf aşk ulaştırabilir. Yazar, Bir Aşk Serüveni ile iddialıdır da. Eserinde pek çok romana gönderme yaparken, Aşk-ı Memnu ekolüne karşı çıkmayı ihmal etmez. Aşka dair klasik halk hikâyelerimizi önemser. Özellikle Kerem İle Aslı’daki motifleri kendi romanıyla irtibatlandırır. Bu tutumuyla, kendi geleneğimizin, kendi dünya görüşümüzün biçimlendirdiği “bize has roman” özlemini dile getirmiş olur.

Aşkı bütün boyutlarıyla irdelemeyi hedefleyen roman, üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümün başlığı Ayrı Dünyalar”dır. Yıllar sonra tekrar bir araya gelen Ekrem’le Asuman’ın ayrı dünyaları. Mesele basit bir Taşra/İstanbul mesafesinden ibaret değildir. Kaldı ki, olumlu ve olumsuz yanlarıyla İstanbul’un kökeni yine taşradır. Bu konuda Feride Hanım’ın söyledikleri okuru aydınlatacak derecede yalındır: “…dünyanın her yerinde taşra ile kültür şehirleri her zaman birbirini bütünler. Büyük kentler taşralarla taze kana ulaşır… Çünkü büyük şehir tüketir, her şeyi olduğu gibi insanın dirisini de taşra üretir. Bu her zaman böyle olmuştur. Sizin kuvvetiniz taşralılıktan geliyor. Önemli olan taşralı kalmamaktır.” Buradan yola çıkarak Ekrem’i taşranın ürettiği taze kan olarak düşünebiliriz. Böylelikle Asuman, İstanbul’daki yalnızlığından –çünkü kendisini yalnız hissetmektedir– Ekrem adlı taze kanla kurtulma imkânına kavuşabilecektir. İlk bölüme başlık olan ayrı dünyalar bahsi Taşra/İstanbul ikiliğinin yanı sıra, yaşantımıza sinmiş pek çok sorunu da kapsamaktadır. Doğu-Batı çekişmesi, gelenekle yeninin dosdoğru uyuşmayı bir türlü başaramaması, kadın-erkek ilişkilerindeki çatışmalar vb… Sürekli değişen hayatla birlikte Asuman’ın da bir hayli değiştiğini ve artık ilkokul sıralarındaki Asuman olmadığını fark eden Ekrem büyük bir tereddüde düşecek, ayrılık kavramını zihninde yoğunlaştıracaktır. Bir gün Kayserili meczup Cemil Emmi’ye şöyle yakınır: “…(Asuman) tamamen başka bir hayat yaşıyor şimdi, asıl mesele de o.” Bu, gerçekten de büyük bir sorundur. Keza, benzeri tereddütler Asuman’da da vardır. Genç kız, sevdiği adamla hayatını birleştirdiği takdirde (dine yönelik önyargılarla) kafese sokulmaktan, alışık olmadığı bir yaşam tarzına itilmekten endişe etmektedir. Her ikisi de kendine göre haklıdır. Ve bu tereddütler daha epeyce gündemimizi işgal edeceğe benzemektedir. Toplumumuzdaki ikilikler belki de dünyevî kaderimizdir. Bir sorunu çözsek bile, bir diğeri karşımıza dikilecektir.

Romanın ikinci bölümü “Yol Düşünceleri” başlığını taşır. Ekrem’in çetrefilli sorunlardan kaçmayı denediği, taşradaki muhitinin sükûnetine sığınmaya yeltendiği, fakat sonuçta tekrar İstanbul’a sürüklendiği ıstırap yolunun düşünceleri. Bu yol, insanoğlunun talihidir. Herkes bu yoldan düşe kalka geçmek zorundadır. Alternatifi yoktur ki kaçınmamız mümkün olsun. Ekrem, İstanbul’u, biraz da, Bizans’tan hatıra kalan entrikalar beldesi olarak görmekte ve haklı olarak ürkmektedir. Taşranın güvenli ortamından kopmak ve İstanbullu olmak! Yazar, Ekrem’in bu endişesini şöyle dile getirir: “Yabancılaşmak, ama kime ve neye yabancılaşmak? Elbette kendisine, kendi dünyasına ve yaşadıklarına yabancılaşmak ürkütmüştü onu…” Bu şehirde ayakta kalabilmek için güçlü ve mücadeleci olmak şarttır. Kararsız, iradesiz ve pasif kişilikler İstanbul’da tükenmeye mahkûmdurlar. Kahramanımızın bütün bu tereddütlerine rağmen, seçimini hangi yönde yapacağını ilk keşfeden annesidir: “Gitti oğlum gitti…” Kadıncağızın bu hayıflanması analığın şahsî bir telâşı gibi görünse de, bunun ardında, geleneksel yaşam tarzımızın aleyhine sonuçlanacak büyük dönemece yönelik sezgiler de mevcuttur. Kapalı veya içe dönük toplum yapısının giderek bozulması, pederşahî ailenin yerini çekirdek aileye bırakması, şehirleşmenin hız kazanması, bireyciliğin ve egoizmin dayanışmacı kültür kodlarına baskın çıkması, köyden kente istikrarsız göçlerle büyük şehirlerin varoşlarında kitle toplumlarının oluşmasını hazırlayacak hareketlerin hız kazanması… “Gitti oğlum gitti” diye dövünen annenin bu feryadı belki de kapanmaya hazırlanan bir dönemin son çığlığıdır. Kaldı ki Miyasoğlu’nun bir diğer eserinin adı da, toplumsal dönüşümün konu edildiği Dönemeç’tir. Bu roman, özgünlüğünden henüz fazla bir şey kaybetmemiş bir taşra düğününün çevresinde yaşananları anlatır. Oysaki İstanbul düğünleri çok daha farklıdır. Bu farklılığı Asuman’dan dinleyelim: “Biz nasıl bir toplumuz ki, kendimize özgü bir düğün bile yapamıyoruz.

Nihayet romanın “Aşk ve Aydınlık” başlıklı üçüncü ve son bölümünde Ekrem kararını verir. İstanbullu olmanın kendisi için kaçınılmaz bir yazgı olduğu düşüncesinde yoğunlaşarak ve, her şey İstanbul’da diyerek Asuman’a döner. Asuman olmasaydı Ekrem yine İstanbul’u tercih eder miydi? Ayrı bir konudur bu. Ne var ki, Bir Aşk Serüveni’nin mutlu sonla bittiği söylenemez. Her ne kadar Ekrem’le Asuman, gerek Cemil Emmi’nin verdiği tılsımlı boncukların manevî yönlendirmesiyle, gerekse yoğun bir şekilde yaşadıkları aşk ıstırabının tecrübesiyle uzlaşmakta karar kılarlarsa da, evlilik konusunda birbirlerine mühlet vermek ve bu mutlu olayı belirsiz bir tarihe ertelemek ihtiyacını hissederler. Elbette okur, onların bir an önce birleşmesini arzulayacaktır. Fakat uzlaşmak, sağlam bir terkibe varmak göründüğü kadar basit değildir. Şartlar elverdiğince, daha fazla Doğulu olan Ekrem’le Batıya öykünmüş Asuman için hayat yeni bir mecraya sürüklenmiştir aslında. Onların Doğu-Batı sentezi esprisi içinde uzlaşmaları ihtimali, Sinekli Bakkal’daki Rabia ile Perregrini’nin –biraz da yazarının zorlamasıyla– aynı çatı altında buluşmayı başarmış olmalarına kıyasla daha mümkün ve gerçekçidir. İleride evlenmeleri mümkün olacak mıdır? Aileleri, muhitleri ve farklı yaşam tarzları önlerine başka engeller çıkaracak mıdır? Sorunları çözecek ve makul bir dinginliğe eriştirecek olan herhalde zaman, zamanla birlikte toplumun imkânları ve hepsinden önemlisi bireylerin özel gayretidir. Bireylerin diyoruz çünkü böylesi durumlarda ferdin yalnızlığı daha da belirginleşir. Bunun farkında olan Ekrem de Yalnızız diyen Peyami Safa’yı haklı bularak şöyle düşünür: “İnsan yalnız doğduğu gibi, çoğu zaman yalnız yaşamak, önemli dönemeçleri yalnız aşmak ve yalnız karar vermek zorunda. Nasıl ki yalnız ölüyoruz…” Benzer bir düşünüş Asuman’da da vardır: “İnsan biraz çevresinin eseridir, fakat ondan ibaret değildir, olamaz. İnsanın bir de kendi şahsiyeti vardır.” Nihayet Miyasoğlu da romandaki bir başka karakter aracılığıyla gençlere ana mesajını iletir: “İnsan fert olarak karar vermeyi bilmelidir.

İlk çocukluk aşklarına sadık kalanların öyküsü olan Bir Aşk Serüveni geleneksel Türk romanının bütün unsurlarını taşımaktadır. Bu haliyle, düşüncemizde derin izler bırakmış klasik romanlarımızı hatırlatır. Özellikle Peyami Safa’nın Yalnızız’ı ile Fatih-Harbiye’sine paralel bir çizgi takip eder. Keza Asuman, Ekrem karşısındaki tereddütlerinin sonucunda kendisini Fatih-Harbiye’nin Neriman’ına benzetmek durumunda kalır. Onu biraz da Yalnızız’daki kalabalık evin yalnız genç kızına benzetebiliriz. Ve hatta Asuman, İstanbul’un tarihî mekânlarında dolaşırken, bir an kendisini turist gibi medeniyetimize yabancı hisseder ki bu motif Sâmiha Ayverdi’nin Batmayan Gün adlı romanında da vardır. Söz konusu romanın genç kızı Aliye de aynı yabancılık duygusunu vicdan azabıyla birlikte sezinler. Aradaki zaman farkına rağmen her iki genç kızın da kendilerini bir dereceye kadar geleneğin dışında görmelerinden yola çıkarak, Türkiye’de bir şeylerin hâlâ değişmediği hükmüne varabiliriz.

Burada klasik romanlarımızla Bir Aşk Serüveni arasındaki ilişkiyi biraz daha açalım… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanında ayrılıkla biten bir aşk hikâyesi işlenir. Buradaki aşk bir yönüyle imkânsızlığa mahkûm değildir aslında. Ancak büyük bir huzursuzluk, tarihimizin belki de en dramatik ıstırapları Tanpınar’ın tefekküründe Mümtaz’la Nuran’ın yollarını ayırır. Peyami Safa ise Fatih-Harbiye’sinde mutsuzluğun ve ayrılığın kader olmadığı hüsnüniyetini –şahsına ait olumsuz tecrübelere rağmen– âdeta gençlere aşılamak ister. Fakat bu romandaki genç kız (Neriman) zaten bizden biridir. Salt gençlik arzularının ve Batılı hayatın giriş kapısı olan Beyoğlu’nun tazyikiyle bir an için yolunu şaşırmıştır. Yine bizden olan ve hatta fazlasıyla bizden olan Nuran’a kıyasla daha şanslıdır. Çünkü sevgilisi Şinasi’nin Mümtaz kadar huzursuz ve talihsiz olmadığı söylenebilir. Bir Aşk Serüveni’ne dönersek… Asuman ne tam anlamıyla Neriman’dır, ne de Nuran… Belki ikisi arasında bir yerdedir. Ya da onların yetmişli yıllardaki devamıdır. Onlar kadar saf, onlar kadar temiz kalpli ve iyi niyetlidir. Sevmesini bilir. Huzurun peşindedir. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak, yitirdiğimiz bütünlüğe özlem duyar. Doksanlı ve iki binli yılların genç kızlarından da ayrılır. Fakat sonuçta hepsi bizim kızlarımızdır. Şinasi’lerin, Mümtaz’ların ve Ekrem’lerin bizim delikanlılarımız olması gibi. Şu halde, biteviye şikâyet ettiğimiz devamsızlığın içinde kendimize özgü bir devamlılığı sürdürdüğümüz sonucuna varabiliriz. Neden? Bu nasıl oluyor? Çünkü büyük bir maziye sahibiz. Bizi aradığımız huzura kavuşturacak olan her şey içimizde dirençle nefes alıp veriyor. Toplum olarak hâlâ büyük buhranımızı yaşıyoruz. Yeni bir medeniyet hamlesine kadar da yaşayacağız. Türk romanı işte bu hamlenin hazırlayıcılarından biridir. Yalnız kendimiz için değil, bütün insanlığın haysiyeti için… Üstat Mustafa Miyasoğlu’nun dediği gibi: “Dünyayı değiştirmek istidadı taşımıyorsa, parmağımı ne diye oynatayım?

EK: Bu yazıyı bir anıyla ve bir espriyle tamamlamak istiyorum. Bir Aşk Serüveni romanına dair kaleme almış olduğum bu yazı ilk olarak yıllar öncesinde Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanmıştı. Üstat Mustafa Miyasoğlu o zamanda hayattaydı. Vaktiyle ilk romanımla katılmış olduğum roman yarışmasının jüri başkanlığını etmiş olan Miyasoğlu ile görüşüp duruyorduk. Tabii ki kendisine kıyasla pek genç ve amatör bir yazardım o günlerde. Roman yarışmasında birinci olup da ödülümü almamın akabinde Miyasoğlu Hoca beni evine akşam yemeğine götürmüştü ve roman sanatı hakkında bana çok şeyler öğretmişti. Kendisinin birtakım görüşlerine katılmadığımı da amatörlük cesaretiyle söylemiştim kendisine. Şaka yollu azarlamıştı beni. Evindeki yemek salonunda hiç kitap yoktu. Şahsi kütüphanesinin nerede olduğunu sorduğumda konuyu değiştirmişti hemen. Şimdi de ben böyle yapıyorum çünkü mimli kitap kurtlarının kitaplarını yürütmek âdettendir. Söz konusu akşam yemeğinin çok sonrasında Bir Aşk Serüveni romanına dair yazım Türk Edebiyatı dergisinde çıkınca Üstat Miyasoğlu beni telefonla aramış ve yazıyı pek beğendiğini, romanını iyi anlamış olduğumu söylemişti. Fakat tabii bu telefon görüşmesi yaklaşık bir saat sürmüştü ki kendisiyle daha evvelsinde yapmış olduğum bir başka telefon konuşması da takriben bir buçuk saate sarkmıştı. Üstat son derece kibar ve medeni bir insandı. Tek zaafı bilhassa telefonda çok konuşmasıydı. Bir keresinde (katılmış olduğum yarışmanın jürisinde bulunan) Mehmed Niyazi’ye Miyasoğlu hocamızın zaafından yakınmıştım. Üstat Mehmed Niyazi bana şöyle sormuştu:

-        Telefon görüşmeniz ne kadar sürdü?

-        Bir buçuk saat kadar sürdü hocam.

-        Sen yine iyi kurtulmuşsun. Biz onunla iftar akşamlarında telefonlaştığımızda anca sahurda ahizeyi bırakabiliyoruz.

METİN SAVAŞ

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum