BEŞİR GÜNER’İN BOZGUNU
Mustafa Miyasoğlu’nun ilk romanı olan Kaybolmuş Günler’deki Beşir Güner herhalde Türk edebiyatının unutulmayacak karakterlerinden biridir. Zira o, insanlığın müşterek tâlihiyle birlikte, Doğu’nun bütün çırpınışlarını üzerinde toplamış sembolik bir tiptir. Yazarın tasviriyle, her şeyden öfkelenen, gergin ve tedirgin, ipin ucunu kaçırmış, kaybettiklerinin acısını çevresindekilerden çıkarmaya kararlı, daha da ötesinde hayli yorgun yirminci yüzyıl genci. O, bu bedbin haliyle, ateşli ve dâvâsı uğrunda canını vermeye hazır çağdaşlarından ayrılır; fakat öfkesiyle de onlardan biri olduğunu kanıtlar. Taşralı sıradan bir ailenin çocuğu olan Beşir Güner, henüz on yaşındayken annesini yitirmiş, analığına hiçbir zaman ısınamamış, istikbalini küçük oğluna bağladığını düşündüğü babasından uzaklaşmış, dolayısıyla ev ve aile fikrinden caymış bir gencin karamsar ruh hâleti içerisinde soluğu (tahsil bahanesiyle) İstanbul’da almış yalnız bir ferttir. Öylesine yalnızdır ki, ne taşrasına dönecek imkânları yeşertme umuduna sahiptir, ne de beş yıllık yüksek tahsil birikimine rağmen İstanbul’a uyum sağlayabilecek ihtirası ve harareti yakalayabilmiştir. Hayatın içinde yalnız ve hayata yabancı kalan Beşir Güner’in genç yaşındaki iflâsı hayli vahim bir hâdisedir. Yazarın Beyazıt’taki kahvehanelerden birinde tanıştığı (daha doğrusu muhayyilesinde bulduğu) kahramanımız, “Ben tam anlamıyla yanlış yaşamış, kaybolmuş biriyim. Hayatımın ne mânâsı var, onu da bilmiyorum(s.9).” diyecek kadar müflis biridir. Hayatın içindeki yalnızlığı ve yabancılığıyla Beşir’in Don Kişot’a benzediğini söyleyebiliriz. Fakat bütün roman kahramanları kendi zamanları ve mekânları dâhilinde akıntıya kürek çeken birer Don Kişot değiller midir? Yahut da modern toplumların şuur altlarındaki feryadı (dokuz köyden kovulmak bahasına) dile getiren Raskolnikov’lar… Peyami Safa’nın Simeranya ülküsü peşinde koşan yalansız Samim’i, Tanpınar’ın basacak sağlam bir zemin arayan Mümtaz’ı ve hatta Musset’in ruh hastalığından şikâyetçi Zamane Çocuğu… Yahut da, Ortaçağın tükenmesiyle değişime uğramış tabiat içindeki gezginlerin şehirli aylak vârisi… İbn Haldun’un terimleriyle ifade edecek olursak, bedevilikten hadariliğe, oradan da sonsuzluk iradesine sahip ümrandan dünyevî uygarlığa kesin geçişin (olumlu ve olumsuz tarafları bulunan, istikbal vaat eden ve istikbalimizi karartan) hareket alanında yönünü şaşırmış bir mazlum.
Beşir Güner’i hayatının en verimli olması gereken çağında bezginliğe sürükleyen buhran nedir? Şüphesiz ki, ondaki yılgınlığın temel sebeplerinden biri annesini çok erken kaybetmiş olmasıdır. Keza annesizlik motifi Yeni Türk Edebiyatının göze çarpan meselelerinden biridir. Fakat niçin? Ahmet Hâşim’de, Yahya Kemal’de ve Tanpınar’da derin izler bırakan ölüm fikri ile anne özlemi hangi sebeple birbirine bu kadar bağlıdır? Herhalde Doğulu aydının muzdarip bilincinde ve bilinçaltında bu bağlantının ipuçlarını yakalayabiliriz. Ana rahminin korunaklı ikliminde ifadesini bulan anavatan cennete hasret midir gerçek sorun? Hâşim’in O Belde’siyle Peyami Safa’nın Simeranya’sı ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın “benim gerçek cennetim” dediği Geçmiş Zaman Köşkleri mitolojik mağara kültüne ne kadar yakındır? Medeniyet değiştirmeye mecbur bırakılmış, fakat bu zoraki değişimden umduğunu bulamamış Şark’ın gönül penceresinden bakarak şu soruyu da pekâlâ sorabiliriz: Bizler bir şeyleri kurtarmak uğrunda başka bir şeyleri yitirmeye sürüklenmiş bir devrin çocukları değil miyiz? Mağlûp ve bir dereceye kadar umutsuz nesiller. Geride neler bıraktığımızı iyi-kötü bilen, ama bildiklerimizi tahlilden âciz kalan ve bütün bunlarla birlikte geleceğimizden içten içe şüpheye düşen kayıp nesiller. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz yeni bir terkibi ararken her adımda yalpalayan, ilahî hedeflerin kadere bağlı yolunda tuzaktan tuzağa düşen ve her hamlede biraz daha sersemleyen bizler, Deli Dumrul’un bahtsız torunları. Bir farkla ki, en buhranlı çağında asabiyetine özgü direncini boşlamayan uzak ecdat Deli Dumrul aradığını bulmuş, Bozkır harsıyla İslâm medeniyetini sağlam bir terkibin teknesinde yoğurmayı başarmıştı. Oğuz’un bu destan kahramanını Azrail Aleyhisselâm’a kafa tutmaya iten sebep, geçmişin muhafaza edilmesi gereken yönlerinin bulunmasıydı. Onun torunları olarak, bizler de, birkaç asırdan beri aynı mücadelenin neferleriyiz.
Yine de Deli Dumrul bizden çok daha tâlihliydi. Onun arkasında hayat sahamızdaki yeri inkâr edilmeyen Bozkır ve önünde sonsuzluğu müjdeleyen Kabe vardı. Biz bugün İslâm’ı ardımıza almaktan ziyade onu miskinliğimize vesile kılmışızdır ve önümüzde ise bir Tepegöz gibi mekanizm duruyor. Bütün beşerî değerleri altüst eden, fertle Tanrı’nın arasına mekanik kolaycılığı bir kalkan gibi sokan, haysiyeti ve ahlâkı ezerek yerine konformizmi ikame eden hodbinlik. Burada Beşir Güner’e kulak verelim: “Herkes bunaldığımı söylüyor ya, niçin bunaldığımı bilen, anlatabilen yok. Bir zamanlar insan olduğu sanılan hürriyet gibi… Adına destanlar düzüldü, şehitler verildi ama kendisini gören olmadı(s.15).” Bu yakınmalardan yola çıkarak şöyle bir tespitte bulunabiliriz: Modern insan ufkunu göremeyen, geleceğinden emin olamayan insandır! Yine Beşir Güner’i dinleyelim: “Ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı bilmiyordum ve bu beni ürkütüyordu. Gün gün kaybolduğumu, eriyip gittiğimi, en kötüsü yarının bugünden daha iyi olmadığını görüyordum(s.24).” Korkularıyla birlikte yaşayan Beşir Güner’in hayattan kopmasını yadırgayabilir miyiz? Tabii ki hayır. Onu anlayabiliyoruz. Fakat istediğimiz bu değildir. Kahramanımızın bir diğer tavrı da, dışında kaldığı hayata yönelik zayıf bağlılığını seyircilik vasfıyla sürdürebilmesidir. Bunu irâdî olarak değil de, herhalde içgüdüleriyle yapmaktadır. Bir vesileyle kendisi için “seyirci soğukluğu(s.13)” ifadesini kullanan Beşir Güner Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal’a ne kadar da yaklaşır. Halefi gibi seyirci, ama halefinden daha pasiftir Beşir Güner. En azından romanın finaline dek böyle kalır.
“Anneciğim yaşasaydı, belki de bütün bunlar başıma gelmeyecekti(s.9)” hayıflanmasıyla teslim bayrağını çeken Beşir’in gelecekten beklediği hiçbir şey yoktur. Romanın ilk sayfalarından edindiğimiz kısa ama yoğun bilgilendirmelere göre, anlatı zamanından beş yıl önce İstanbul’a kapağı atmış, nice Anadolu gencinin sıkıntılarına ortak olmuş, kâh sokaklarda sabahlamış, kâh kahvelerde gecelemiş, mahrumiyet içindeki bir yığın öğrenci arasında tutunmaya gayret etmiştir. Bu süre zarfında başını devamlı olarak sokabileceği yegâne sığınaksa, bir vakıf yurdunun medrese tipi kubbeli odalarıdır. “Ama,” diyor Beşir Güner, “bu medrese bozuntusu yurtta, hayatımı kurtarmak için katlandığım kahır dolu günlerden sonra elime geçen ne? Yanlış yaşanmış ve bir daha geri gelmeyecek ilk gençlik yılları değil mi?(s.8)” Dikkat edilirse, kahramanımız “yanlış yaşanmışlık” sorunu üzerinde ısrarla durmaktadır. Bundan ne anlıyoruz? “Yanlış yaşanmışlık” hangi mânâya çekilebilir? Bu sorunun en çıplak cevabını Miyasoğlu’nun dördüncü romanı olan Bir Aşk Serüveni’indeki bir başka soruda buluyoruz: “Biz nasıl bir toplumuz ki, kendimize özgü bir düğün bile yapamıyoruz?” Şu halde Beşir Güner kimliğini yitirmiş bir cemiyetin bütün ıstıraplarını içinde yaşadığı için buhrana sürüklenmiş olmalıdır; şahsî meseleleri ise bu içtimaî ıstırapları körükleyen unsurladır. Keza Kaybolmuş Günler adını taşıyan hikâyemiz, 12 Mart Muhtırası sonrasında, Cumhuriyet’in ellinci yıl kutlamalarına hazırlanıldığı bir dönemde geçmektedir. Bu itibarla, roman, biraz da söz konusu elli yılın –ve Tanzimat’ın ilânına kadar inen merhalenin– muhasebesi niteliğindedir. Düşüncelerinde son derece samimi bir tavır takınmaya gayret sarf eden Beşir Güner, hoşumuza gitsin ya da gitmesin, Tanzimat’tan ellinci yıla uzanan süreçten fazlasıyla şikâyetçi bir gençtir: “Benim bozgunum, her biri bir yerlerde harcanan bir kuşağın bozgunudur. Hâlâ bozgunu durdurulamamış bir devletin topraklarında yaşıyoruz. Her parça kendi içinde küçük parçalara, her grup daha küçük gruplara ayrılıyor ve çeşitli etkiler altında yaşamasını sürdüren halk, geleneksel hayatı içinde ne yönde geliştiği bilinmeyen bir değişimi yaşıyor(s.114).”
Bu –pek çoğumuza rahatsızlık verecek– cümleler düpedüz parçalanmışlıktan şikâyet anlamına gelmektedir. Günümüzdeki selefî zihniyetle uzaktan yakından hiçbir ilintisi bulunmayan samimi bir şikâyet söz konusudur. “Bana öyle geliyor ki, içinde yaşadığımız toplumun insanı, kendi köklerinden o kadar koparılmış ve öylesine yalnızlığa itilmiş ki, Cennet’ten kovulmuş ve Havva’sından ayrılmış ilk insanınkine benzer bir acıyı yaşamaya mahkûm gibi. Hem o yeryüzüne niçin geldiğini, neyi aradığını, kime yönelip medet umacağını bizden daha iyi biliyordu. Bütün bunların apaçık gerçekliği vardı onun için. Bizse, anlamını yitirdiğimiz bir dünyada neyi aradığımızı bilmiyoruz(s.125).” Evet; pusulasını şaşırmış bir hayat tarzı duruyor karşımızda. Karşımızda mı? Yanlış… İçimizde demeliydik. Peki ya, itirazlarını ve tenkitlerini içtenlikle ifade eden Beşir Güner bir muhalif midir? Abes bir soru. Kuşkusuz ki öyledir. Fakat onun karşı çıkışlarında açık bir vefa, bir sağduyu, bin yılın tecrübelerinden süzülüp gelmiş bir gizli direnç mevcuttur. “Adı ne olursa olsun, bizim devletimizdi bu devlet… Adı bozuk düzene, talancıya, mütereddiye çıkmış bir düzen var, şimdilik elde olan bu. Önemli olan bu. Önemli olan bunun geleceği(s186).” Görüldüğü üzere, kahramanımızın pasif direnişinde “müspet muhalif” kimliği hâkimdir. O, ne devlet düşmanıdır, ne de zorunlu değişim rüzgârlarına uyum sağlayamayan toplumunu hor gören bir züppe. Miyasoğlu’nun diğer romanlarındaki aslî karakterler gibi milliyetçilikle muhafazakârlığı buluşturmanın peşindedir. Beşir Güner, dünya vatandaşlığı türünden söylemlerin de palavra olduğunun farkındadır. Remerque’in İnsanları Seveceksin kitabını eline aldığında verdiği tepki gayet manidardır: “Niçin seveceğim insanları? Her şeyi açıklama çabasına düşen ve sudan sebeplerle çevresini aldatan sözüm ona hümanistler, içi boşaltılmış bu sevgi kavramıyla daha ne kadar konuşabilirler? Orta malı şarkılardan başka geçerliliği kalmayan bir sözü, yeterli gerekçeleri ortaya konmadan nasıl kullanırlar?(s.108)”
Kahramanımız sosyalizmi eleştirirken de şöyle demektedir: “Bizim için kişiliği ortadan kaldıran bir şey… Temelde Hıristiyan olan bir dünyanın sosyal görüşleri çünkü. Baştan beri gerçekleştirilemeyen, fakat hep özlenen ve gerçekleştirilemeyecek kadar tabiata aykırı bir eşitlik özlemi(s.158).” Hümanizm, sosyalizm, kapitalizm, feminizm nevinden güya evrensel değerleri Batı’nın çarpık zihniyetinden fışkırmış oyunlar olarak algılayan Beşir’in derdi, aslında hiçbir zaman bütünüyle var olmayan, ama geçmişte nispeten idrak edilen huzurun yitirilmiş olmasıdır. Onun düşüncesine göre, insanlığın esaslı bir silkinmeye ve arınmaya ihtiyacı vardır. Medresevâri odasında yalnız kaldığı bir gecede Beşir’in gözleri kubbedeki örümcek ağına takılır. Şaşırmıştır: “Hay Allah, ne zaman yapmış bunu, daha geçen gün temizlendi odalar. Besbelli içimizdeki karmaşa gibi unutulmuş. Unutursun unutursun, işte bir gün böyle, en olmadık zamanda kendini gösterir birdenbire. Tepeme düşecek gibi sallanıyor. Bir süpürge olsaydı indirirdim şunu. Şöyle uzun saplı bir süpürge(s.15).”
Yukarıdaki paragraflarda annesizlik’ten bahsetmiş ve bu yoksunluğu cennete özlem duygusuyla bağdaştırmıştık. “Anneciğim yaşasaydı, belki de bütün bunlar başıma gelmeyecekti,” diyen Beşir Güner’in dramına artık daha rahat eğilebiliriz. Burada meselenin adını koymamız gerekiyor: Anneyle birlikte yaşanan huzurlu günler açıktan açığa mazi’dir. Kendimiz gibi olduğumuz, hissettiğimiz gibi yaşadığımız, bir dereceye kadar hükmettiğimiz, tuzaklar karşısında en az aldandığımız ve kimseyi aldatmadığımız, tevazu ile debdebenin iç içe geçtiği parlak asırlar. “Beni ancak bir sevgi kurtarabilirdi; köklü, diri ve dünyamızın ufkunu aşan yüce bir sevgi… Kendime, çevreme ve bütün dünyaya karşı, ama yine onlar için… Herkesi ve her şeyi aşan bir şey… Bunu bulmalıyım asıl. Yaşanmaya değer hayatın kaynağı olacak ve her şeyin anlamını belirleyerek dünyamı kaostan kurtaracak bir değer(s.114-115).” Beşir Güner, “Aydede evin nerde?(s.146)” sorusunu yöneltirken de hep bu özlemi dindirmenin peşindedir. Ne var ki, modern insanın mevcut haliyle “ncesuyu” bulması imkânsızdır ve bu uğurda uzun saplı süpürgeyle topyekûn bir temizlik yapması elzemdir. Çünkü; “Yeni insan için yeni değerler gerek(s.114)”mektedir.
Kendisini –kendisiyle birlikte mensubu bulunduğu toplumu– kurtaracak sevginin hayaliyle yorgun düşen, bu yorgunluğundan ötürü söz konusu sevgiye ulaşmak yolunda açık bir gayret sarf edemeyen Beşir Güner’in önündeki büyük engelin “bozgun gerçeği” olduğu artık anlaşılmıştır. Mustafa Miyasoğlu Roman Düşüncesi ve Türk Romanı adlı eserinde bozgun gerçeğini tekrar vurgulamak ihtiyacıyla şöyle der: “Bunu kısaca devletsizliğin ya da gücünden mahrum bırakılmış bir devletin topraklarında yaşanan sancı olarak ifade edebilirim.” Devletsizlik saptaması dar anlamda anlaşıldığı takdirde son derece ağır bir ithamdır; ne var ki kudretten ve intizamdan mahrum bırakılmışlık gerçeğini aklı başında hiç kimse inkâr edemez. Şayet siyaset arenasında ifsat edilmiş bir devlet var ise, o devletin coğrafyasında yaşayan milletin de bütün hayatı, istikbali, tasavvurları, beklentileri ve hatta mazisi kuşatma altına alınmış demektir. Dolayısıyla, varlığını sürdürmeyi sağlayacak imkânlara yönelik muazzam tecavüzler söz konusudur. Ve asıl mesele de budur.
Biz bu denemede Kaybolmuş Günler’i her ayrıntısıyla ele almaktan bilhassa uzak durduk. Aksi halde Beşir Güner’in bozgununu daraltabilir, ferdî bir maceraya indirgeyebilirdik. Elbette ki, bu romanda –diğer bütün iddialı romanlarda olduğu gibi– pek çok ayrıntı mevcuttur. Kahramanımızın şahsına ilişkin yalnızlığı, bu yalnızlığı kırmaya az-çok muktedir (Nezihe ve Kâmuran adlarında) iki genç kızın varlığı ele alınması gereken hususlardır. Ayrıca, mektuplar yoluyla romana sürüklenen ve kahramanımıza yeni bir çıkış yolu sunan taşralı genç kızı da unutmamalı. Ve elbette Beşir’in çevresinden hiç ayrılmayan oda ve okul arkadaşları da –dikkate değer ama yeterince işlenmemiş karakterleriyle– ilgimizi beklemektedirler. Neredeyse bin sayfalık ve dolayısıyla söz kalabalığı içinde dağılmış destansı romanlar (büyük anlatılar) kaleme alma devrinin geçtiği inancına haklı olarak sahip bulunan Miyasoğlu elbette ki kendi romanını mümkün mertebe kısa tutacak ve okurunu Cinler’in boğucu atmosferinden uzak tutmayı tercih edecekti. Yine de şu soruyu kendimize sormadan edemiyoruz: Üstat sıfatına malik bir romancı olması hasebiyle Miyasoğlu bu 207 sayfalık romanı mevcut halinden iki kat daha uzun yazsa idi Beşir Güner’in çevresindeki karakterler bize nasıl intikal ederlerdi?
Kaybolmuş Günler büründüğü yoğun atmosferle beraber, pek de umulmadık bir tarzda, bir Berat kandili gecesi, gecenin anlamına uygun olarak, Beşir Güner’in kendisini bir anda toparlamasıyla son bulur. Yine de onun toparlanması mucizevî bir hadise sayılamaz; metnin bütününe yayılmış ıstırabın makul veya arzulanan sonucudur bu. Zira Beşir Güner, kurtuluşu ve ödüllendirilmeyi –okur açısından, inançlı okurun Tanrı’dan beklentileri açısından– hak eden bir gençtir. O, aynı zamanda, okurun –ve elbette yazarın– tükenmeyen umutlarıyla ve bin yıllık geçmişten devraldığımız iradesiyle ayakta kalmayı başaracaktır. Keza romanın finalinde inisiyatif Beşir Güner’den yazara intikal etmiştir. Bu intikali nereden anlıyoruz? Kaybolmuş Günler’in prolog bölümünden öğrendiğimize göre kahramanımız yazarla, daha önce de belirttiğimiz üzere, Beyazıt’taki kahvehanelerden birinde tanışmış, bu tanışma faslını ertesi akşamki ikinci buluşma izlemiştir. Beşir Güner burada yazara “Kedi Günlüğü” adını taktığı (hatıralarından ve düştüğü notlardan oluşan) düzensiz müsveddelerini teslim eder. Aslında intikal bu el değiştirmeyle başlamıştır. (Kedi Günlüğü ile Kaybolmuş Günler’in baş harflerine dikkat ediniz!). Zira Beşir şöyle demektedir: “Bu notlar, bir zamanlar yazdığım, şimdi de ne yapacağımı bilemediğim günlüklerim. Bunlardan bir roman çıkabilir. Ben yorgunum, hiçbir şey yapmak isteği gelmiyor içimden. Fakat sen yapabilirsin, elinden gelir. İstersen, bazı değişiklikler de yaparak yayınla(s.5).” Daha da ötesinde, Beşir, günlüğü üzerinde hiçbir hak iddia etmeyeceğini ve ilgisini bütünüyle keseceğini de bilhassa ifade eder. Demek ki yazar Kedi Günlüğü’ne dilediğince yahut niyeti doğrultusunda müdahalede bulunduğunu/bulunacağını anlatının ilk sayfasında açığa vurmuştur. Söz konusu intikalin bir diğer kanıtı da, Beşir Güner’in intihar eğilimi kokan yılgınlığıdır: “Ben hayatı istiyorum, fakat pek fazla yaşayacağımı da sanmıyorum(s.6).” Yine de onun intiharı düşündüğünden emin olamıyoruz. Belki de ömrünün kısa süreceğine kendisini inandırmıştı. Ne var ki, romanın finali onun bu karamsar ruh hâletiyle asla bağdaşmaz; Beşir Güner pes etmeyi reddederek ve genç yaşta öleceği vehminden sıyrılarak hayata yeniden bağlanır. Bu mutlu son, bizce, yazarın niyetiyle ilintili bir tercihtir. Kahramanımızın burada hiçbir dahli yoktur. Nasıl olsun ki? O, netice itibariyle bir roman kahramanıdır. Kimilerinin zannettiği gibi gerçekten yaşamış biri değildir. Onun yegâne gerçekliği, kaybolmuş bir neslin roman sanatında (kurmaca anlatıda) edindiği sembolik yerden ibarettir. Hatta ve hatta, Kaybolmuş Günler’de okuduklarımızı bir rüya veyahut sayıklama olarak da algılayabiliriz: “Yahut bütün bunlar, tuhaf bir gece geçirmiş, aç ve uykusuz birinin sayıklamalarıydı(s.206).” Galiba Miyasoğlu, ustalıkla tasarlanmış bir ironi yoluyla okuru sarsmak ve uyandırmak emelini gütmüştür. Varlık sebebi olan kültür kodlarından sapmış Türk toplumunun yüksek ateşli düşler arasındaki sayıklamalarıdır: “Düzen bozuksa, sorumluluklarından kaçan, bunları kötüye kullanan insanlar suçluydu(s.206).” Şu halde asıl suçlu Beşir Güner gibilerdir; yani bizler! Hasımlarımız büyük oyunu elbette kuralına göre oynayacaklardır; hüner yakınıp sızlanmak değil, bu büyük oyunun hazırladığı tuzaklara düşmemektedir. Yılgınlığa kapılarak hayattan –kendi hayatımızdan– vazgeçmemek, ölüm ve bozgun hadiselerini daha müspet bir tarzda algılamak, güçlüklere direnebilmek. Rüyada değil, ütopik toplum tasarılarında hiç değil, hayatın acı gerçekleri içinde akıllıca yaşamak. Kedi Günlüğü’nü bir kahvehanenin masasına fırlatıp atarak kaçmak değil, hikâyenin sonuna konacak mimi kendi irademizle belirlemek. İşte Kaybolmuş Günler’in en çarpıcı cümlesi: “İlahî kader, bizim irademizi kullanışımıza, kendi tercihimize göre değişiyordu zaman zaman(s.206).”
METİN SAVAŞ
[*] Bu denemedeki (sayfa numaraları parantez içinde belirtilen) esere ait alıntılar Ötüken Neşriyat 1998 tarihli baskısından yapılmıştır.