Hüseyin Nihal Atsız’ın kült romanı Ruh Adam’ın başlangıcında yer alan Uygur masalındaki Açığma-Kün’e dair birtakım değerlendirmelere ve çözümlemelere yelteneceğiz bu yazımızda. Milliyetçi okurlarca çok bilinen ve çok okunan bir roman olduğu için Ruh Adam’ı veya Uygur masalını burada özetlemeye gerek görmeksizin doğrudan doğruya konuya girelim.
Açığma-Kün yasak ağacın meyvesidir. Yüzbaşı Burkay yasak meyveyi yiyebilmek uğrunda evdeşini ejderler kağanı Naranta’ya kurban verince emeline ulaşmış, yasak meyvenin tadına bakmış (Açığma-Kün ile yatmış)tır, fakat bunun bedeli olarak da kıyamete dek lânetlenmiştir. Anadolu Aleviliğinde hâlen devam eden şekliyle Yüzbaşı Burkay düşkün ilân edilmiştir. Âdem ile Havva’nın yasak ağaca yaklaşması sonucunda ilk cennetten dünyaya düşmelerinin eşdeğeri bir düşkünlüktür bu.
Yasak ağaç nedir? Yasak ağaç kozmostur. Yasak ağaç evrendir, ama bu evren metafizik âlem değildir. Burada (Ruh Adam’daki Uygur masalında) söz konusu olan, cennetteki yasak ağacın dünyevî yansıması veya gölgesidir. Ruh Adam romanında yasak ağacın işlevini çam ağacı üstlenmiştir. Bu ağaç (yasak ağaç) hayat ağacı mıdır yoksa bilgi ağacı mıdır? Hayat ağacının meyvesini yiyen kişi ölümsüzlüğe kavuşur. Bilgi ağacının meyvesini yiyense iyilik ve kötülük bilgisine erişir (yani şuur edinir ve iyilik ile kötülük arasında seçim yapma imkânıyla donatılarak sorumluluk sahibi olur). Bilgi ağacının bekçisi yoktur fakat hayat ağacının bir bekçisi vardır ki bu bekçinin yılan kılığına girmiş iblis olduğunu hepimiz biliyoruz. Masallara canavar olarak yansımıştır bu bekçi (nitekim Türk folklorik anlatılarında, nerede bir hazine/define varsa o hazineye ulaşma yolunda engel teşkil eden bir şahmeran/yılan muhakkak vardır). Yüzbaşı Burkay yasak meyveyi yiyerek canavarın (iblisin) tuzağına düşmüştür. Burada edilgen olan sadece Açığma-Kün’dür. Yüzbaşı Burkay ilân-ı aşkta bulunduğunda Açığma-Kün şöyle der: “Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belâm çoktur, görünmeden dokunur sana…” Ne var ki Yüzbaşı Burkay kendi seçimini yaparak evdeşini ejderler kağanına (canavara) kurban ettikten sonra aşk belâsından ölecektir. Burkay’ın “Beni seviyor musun?” sorusuna hiçbir zaman karşılık veremeyerek “Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum,” demekle yetinen Açığma-Kün’ün edilgenliği meydandadır. Yüzbaşı Burkay yasak meyveyi yemekle ölürken dünyevî ölümsüzlüğe mahkûm kalmıştır; onun ruhu Selim Pusat’a kadar intikal edecek, bu ruhu tevarüs eden her beden acı çekerek ölecek, fakat o ruh kıyamete dek bedel ödeyecektir.
Yüzbaşı Burkay, dip ecdadı Âdem’in yanılgısını tekrarlayarak hayat ağacı yerine bilgi (nefs) ağacına dadanmıştır. Bu yanılgı aslında iblisin (yılan kılığındaki bekçinin veya canavarın) tuzağıdır. Açığma-Kün’ü elde etmek ihtirasındaki Yüzbaşı Burkay evdeşini ejderler kağanına kurban etmesi gerektiğini şeytanların başı Madar’dan öğrenmiştir nitekim. Dinler tarihçisi Mircea Eliade şöyle soruyor: “Peki yılan neden Âdem’e yalnızca bilgelik kazandıran bilgi ağacının meyvesinden yemesi için ısrar etmiştir? Eğer yılan, kötülüğün ruhunu temsil ediyorsa ve bu yüzden insanın ölümsüz olmasını istemiyorsa insanın hayat ağacına yaklaşmasını engellemiş olsa gerektir. Yılan, ölümsüzlük kaynağı ve hayat ağacı arayışında, insanın önündeki engeldir.”[1]
Ruh Adam romanının kurgusunun arketipler üzerine inşa edilmiş olduğu malumdur. “Arketipler,” diyor Jung, “psişenin yok edilemez varlıklarıdır… Arketipler mitolojideki sayısız motif içinden yeterince kanıtla kendini gösteren karanlık düşünceler krallığındaki hazineyi oluşturur… Arketipler kadim zamanlardan beri gelen tüm insanlığın gök kubbesinde yer almışlardır.”[2] Bu itibarla Ruh Adam anlatısının arka planında insanlığın karanlık mazisi yatmaktadır. Açığma-Kün iyiliği ve kötülüğü bünyesinde barındıran bilgi ağacının çift yönlülüğüne uygun olarak hem müspet hem de menfi bir arketiptir. Açığma-Kün hem yasak meyvedir, hem o yasak meyveyi yiyen Havva’dır (dolayısıyla annedir), hem baştan çıkartıcı sevgilidir, hem müşfiktir ve hem zarar vericidir ve hem de içimizdeki tanrıçadır. Yirminci yüzyıl insanı olan Selim Pusat’ın içindeki tanrıçayı ise Prenses Leylâ Mutlak temsil etmektedir. Jung’a göre anne arketipinin üç temel unsuru bulunmaktadır: “İyilik, tutku ve karanlık. Annenin şefkatli ve geliştirici iyiliği, heyecan verici duygusallığı, kasvetli derinliği.”[3] Kaldı ki çocukların dünyasındaki ürkütücü fantezilerde ve kâbuslarda anneler kâh kurtarıcı melek kâh canavar olarak zuhur etmektedirler. Buradaki zıtlık tabiidir. “Bir fikrin olabilmesi için karşıtının da olması gerekir. Taban tabana zıt olmalarına rağmen, biri olmadan diğeri de olamaz.”[4] “Bu, klasik Çin felsefesinde de ifade edilmiştir: yang (aydınlık, sıcak, kuru, eril prensip) yin (karanlık, soğuk, nemli, dişil prensip)… Bu yüzden madde ruhun özünü, ruh maddenin özünü içerir.”[5]
“Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana,” diyen Açığma-Kün’ün kuruntuları apaçık meydandadır. “Aşırı evhamlı bir annenin çocuklarının düzenli olarak rüyalarında annelerini kötü bir hayvan ya da bir cadı olarak görmeleri, çocuk ruhunda bir bölünmeye yol açar.”[6] Açığma-Kün ile Yüzbaşı Burkay tecrübesini iç dünyasında tevarüs etmiş olan Yüzbaşı Selim Pusat’ın parçalanmış ve yarım bilinçli bir yirminci yüzyıl insanıdır. Anne (veya sevgili veyahut da içimizdeki tanrıça) arketipinin bünyesindeki karşıtlıkların Ruh Adam romanında çam ağacına ve Çamlı Koru’ya tekabül ettiğini söyleyebiliriz. “Simyacı, “diyor Jung, “karşıtlar birliğinin simgesi olarak ağacı görür ve günümüz insanındaki bilinçdışının, dünyaya kök salmış ve göğe uzanan –ayrıca insanın kendisi olan– kozmik ağaç simgesine tekrar dönmesi şaşırtıcı değildir.”[7] “Kuzey Türklerinden Sahalar, çamın aydınlık ağaç olduğuna ve Tanrı kutu taşıyan bu ağacın kutunun Saha insanına sindiğine inanırlar.”[8]
“İki katmanlı olmaları ya da en azından kopyalanma becerisine sahip olmaları psişik figürlerin temel karakteristiğidir. Her durumda iki kutupludurlar, ve olumlu ve olumsuz anlamlar arasında gidip gelirler.”[9] Yekdiğerinin zıttı olan bu çift kutupluluğun tasavvuftaki algısı ise şöyledir: “İnsan, berraklık ve aydınlık ile yoğunluk ve karanlığı bünyesinde bulundurduğu gibi, bir de nefse sahiptir. Zira ruh aydınlığı (nûrâniyyeti), madde ve hisler karanlığı (zulmâniyyeti) doğurup nefs de bu ikisi arasında aslını ispat için bulunan âdeta özel bir aynadır.”[10] Genelde yasak ağacın, Ruh Adam romanında ise çam ağacının bilgi ağacı mı yoksa hayat ağacı mı olduğu yönündeki belirsizliğe bu zaviyeden baktığımızda yasak ağacın da çift kutuplu olduğu hükmüne varabiliriz ve onun hem bilgi hem de hayat ağacı olduğunu varsayabiliriz. Kaldı ki Ruh Adam romanında kâh Yek (kötü ruh) kâh Key (iyi ruh) görünümüyle Selim Pusat’a musallat olan mendebur da yine çift kutupludur. İşbu mendeburun çift yönlülüğü romanımızda şöyle tasvir ediliyor: Aksak ve hafiften kamburdur. Çipil gözlüdür. Onun yüzü yıpranmış bir gencin yüzüne benzediği gibi, genç kalmış bir ihtiyarın yüzüne de benzemektedir ki, bu o mendeburun zaman aşırı bir mahlûk (arketip) olduğuna işaret eder. Dikkat edilirse, Türkçü bir roman olan Ruh Adam’daki Yek veya Key milliyetsizdir çünkü arketipler evrenseldir.
İslâm mistisizmine göre, yaratılan ilk ruh Hazret-i Muhammed’in ruhudur ki tasavvufta buna rûh-i muhammedî denmektedir. Diğer bütün beşerî ruhlar bundan türemiştir. Kâinatın tek bir çekirdekten büyük patlamayla oluşmasına benzemektedir bu türeyiş. “Rûh-i Muhammedî akl-ı küll’ün suretidir ki, o da Âdem’in hakikatidir. Havva nefs-i küll’ün suretidir. Çeşit çeşit suretlerin meydana gelişi akl-ı küll ile nefs-i küll’ün izdivacındandır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının,’ buyrulmuştur. Bu taayyünat (meydana çıkma) içinden pek çok fail ve münfail (etken ve edilgen) suretler gelmiştir. Fail suretler erkekler, münfail de kadınlardır.”[11] Ruh Adam’daki Açığma-Kün’ün hem canavar/iblis Naranta ve hem de Yüzbaşı Burkay’ın tutkulu aşkı karşısında pasif (edilgen) kaldığını hatırlayalım. Yasak ağaç (romanımızda çam ağacı) insandaki şuurun uyanmasına sebebiyet verdiği için hem aklı-küll’e hem de nefs-i küll’e tekabül etmektedir. Zira akıl olmasaydı nefs harekete geçmeyecekti ve nefs olmasaydı akıl yürütmekte âciz kalacaktık. Buradan anlıyoruz ki, insanın parçalanmışlığının kökeninde yasak ağaç vardır.
Tasavvufî algıdan yola çıkarak Ruh Adam romanını anlamaya devam edelim: “İnsanların anne ve babası Âdem’in hakikati akl-ı küll’dür ve Havva’nın hakikati nefs-i küll’dür. Bunlar ulûhiyet mertebesinde bilkuvve mevcuttur. Bu taayyünler zât-ı ulûhiyetin varlığında hayal ve rüyadan ibarettir. İşte bu hayalî olan taayyünler, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip esfel-i sâfilin’e doğru uzanmış ve zât mertebesinden uzaklaşmıştır. İşte bu ağaç Kur’an-ı Kerim’de zikredilen şecere-i mel’ûne’dir. Onun tane ve meyvesi zulmet-i tabiiyye’dir. Akl-ı küll ile nefs-i küll bu meyveye yaklaşınca ihbitü emriyle zâtın cennetinden suret âlemine inerler. Bu yaklaşma iblisin ve vehmin nefs-i küll’e ve nefs-i küll’ün akl-ı küll’e üstünlüğü ile gerçekleşir. Bu âlemde onların zürriyetleri olan Âdemoğulları da her an bu hayalî olan kesrete ve Kur’an-ı Kerim’deki şecere-i mel’ûne’ye meftun olmuşlardır. Bu husus bir âyet-i kerimede şöyle anlatılır: ‘Hani sana Rabb’in, insanları, çepeçevre kuşatmıştır demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik.”[12]
“Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana,” diyen Açığma-Kün’ün kuruntuları apaçık meydandadır demiştik. Tasavvuf ise yasak ağaca yaklaşmayı iblisin ve vehmin (kuruntunun) nefs-i küll’e üstün gelmesiyle mümkün görmektedir. Açığma-Kün’ün ‘yaklaşma bana’ uyarısı bir bakımdan yasak ağacın seslenişidir. Çünkü yasak ağaç da Açığma-Kün gibi edilgendir ve kötülüğün tasallutu altındadır. Fakat bu yaklaşmadan kaçış yoktur. Beşeriyetin bir sınavdan geçmesi gerektiği için o lânetli ağaca yaklaşmak kaçınılmazdır. Çamlı Koru’daki fısıltılı ses işte bu yüzden Selim Pusat’a “Mutlak seveceksin beni. Bundan kaçamazsın!” deyip durmaktadır.
“Ey Habibim! Şu vakti hatırla ki, biz sana, muhakkak senin Rabbin insanları zât-ı uluhiyeti ile kaplamıştır. (Yani onların gerçek vücutları yoktur, onların hepsi isimlerinin gölgesinden ibarettir.) Ve zılâl ise hayaldir. Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’an’da olan şecere-i mel’ûne insanlara fitnedir. (Yani sana gösterdiğimiz bu maddî âlem rüyadır demektir.) Nitekim sen de bu hakikati anladın da: ‘İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar’ buyurdun. Biz onları (ruh ile nefisten meydana gelen insanları) ‘ikiniz şu ağaca yaklaşmayın’ diyerek her an korkutuyoruz.”[13]
Ruh Adam romanında, Selim Pusat’ın evindeki Yüzbaşı Şeref’in duvara asılı fotoğrafı zaman zaman (Selim Pusat’ın ruhsal vaziyetine göre) değişmektedir. Nihayetinde Selim Pusat da çerçevenin içinden çıkarak sırra kadem basacaktır. Âyet-i kerimedeki zılâl sözcüğü gölgeler demektir. Aslında olup biten her şey bir rüyadır, bir vehimdir. Amerikalı yeni fizikçi Michael Talbot şöyle diyor: “Toplu tevehhüm olgusunu gözden geçirdim ve şu neticeye vardım: Dünyayı düşlemekteyiz.”[14] Selim Pusat’ın evindeki fotoğraflardaki görüntülerin hareket etmesine ne diyeceğiz peki? Talbot bunu şöyle cevaplıyor: “Sübjektif gerçek ve objektif gerçek arasında kat’i bir bölünme olmadığını ileri sürdüm; bilinç ve fizikî evren, temel bir fizikî mekanizmayla bağlantılıdırlar. Zihin ve gerçeklik arasındaki bu ilişki, tek taraflı ya da tarafsız değildir, fakat çok taraflıdır.”[15]
Zihin ve gerçeklik ilişkisine Fransız düşünür Jean Baudrillard şöyle bakıyor: “Hemen her şeyin bizi gerçeklik süreci içine çekip yerleştirmeye çalıştığı sırada dünyayı boyun eğmekte olduğu gerçeklik ilkesinden kurtarmak gerekmektedir… Mevcut dünyanın olduğu gibi, yani özgün bir evren olarak algılanmasını engelleyen şey de bu kafa karışıklığıdır… Nesnellik diye bir şey yoktur. Zaten öznellik diye de bir şey yoktur. Bu ikili bir yanılsamadır… Dünya olmadan bilinç diye bir şey düşünülemeyeceği gibi, bilinç olmadan dünya diye bir yer de düşünebilmek mümkün değildir… Biraz düşünecek olursak, bilincimizin dışında kalan nesnelerin nesnel gerçekliği konusunda herhangi bir bilgiye sahip olamayacağımızı da anlarız. Zira şeyleri, onları zihnimizde yeniden canlandırabilme yeteneğimiz ölçüsünde anlayabiliriz. Bu yeniden canlandırma ve izlenimlerin dışsal nesneler tarafından belirlendiğini düşünmek de zihinsel bir canlandırmadan başka bir şey değildir… Dünya temel bir yanılsamadır, nesnel dünya diye bir gerçeklik yoktur… Dünyayı nesnel bir gerçeklik şeklinde sunan şu zihinsel yeniden canlandırma ya da batıl inanç sıradan bir düş gücünün ürünü olup, kendisi de dünya adlı büyük yanılsamanın parçasıdır. Bizler bir yandan büyük yanılsamanın parçasıyken, bir yandan da onu yansıtmaya çalışan ayna görevi yapmaya çalışıyoruz… Dünyanın bir parçası olan insan bilinci, dünyayı yansıtma hakkının kendine ait olduğunu düşünmektedir. Ayna yansıttığı nesnenin bir parçası olduğundan asla nesnel bir gerçeklik sunamayacaktır.”[16] Şimdi burada tasavvufî düşünceyi tekrar edelim: “Ruh aydınlığı, madde karanlığı doğurup nefs de bu ikisi arasında aslını ispat için bulunan âdeta özel bir aynadır.”
“Fiziğin kanunlarının değişmezliği, iman edilmiş bir efsaneydi,”[17] diyor Michael Talbot ve ekliyor: “Gerçeğin nihai tabiatı kelimelerle tasvir edilmenin ötesindedir. Hem mistik düşüncenin hem de yeni fiziğin azami müşterekleri her ikisinin de dilin kifayetsizliğine işaret etmeleridir.”[18]
Ruh Adam romanını alelâde bir anlatı gibi okumamız doğru olmayacaktır ve Ruh Adam’ı salt bir roman olarak okumak da onu anlamamızda zorluklara sebebiyet verecektir. “Bir miti, bir roman ya da gazete yazısını okuduğumuz gibi (yani satır satır, soldan sağa okuyarak) okursak, miti anlayamayacağımız çok açıktır. Çünkü mit bir bütün olarak kavranmalı ve mitin temel anlamının, olaylar dizisiyle değil –denebilirse– olaylar paketiyle (bu olaylar öykünün değişik yerlerinde görünse bile) ifade edildiği keşfedilmelidir… Yani, yalnızca soldan sağa değil, aynı zamanda dikey olarak yukarıdan aşağıya da okumak zorundayız. Her sayfanın bir bütünsellik olduğunu kavramalıyız.”[19]
Nitekim tasavvufî bakış açısı da kâinatı ve insanı okunması gereken bir kitap olarak tasavvur etmektedir. Son peygambere gelen ilk vahiy olan İKRA (OKU) buyruğunu bu anlamda kavramamız gerekiyor belki de. Şimdi burada Wilhelm Reich’ın seslenişine kulak kabartalım: “Çevresinde olup bitenle tam bir bağıntı halinde olduğundan, İsa hiçbir zaman soruna yan çizmemektedir. Bir manzaraya bakmakta, oradaki birliğin farkına varmaktadır. Bizler gibi tek tek ağaçlar, tek tek dağlar, tek tek göller görmemektedir. Ağaçları, dağları, gölleri gerçekte oldukları gibi görmektedir… Bütün nesneleri varlığının bütünüyle görmekte, işitmekte, dokunmakta, dirimsel enerjilerini onlara boşaltmakta ve onlardan verdiğinin yüz katını almaktadır.”[20]
METİN SAVAŞ
KAYNAKLAR
[1] Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, sayfa 287, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003
[2] Carl Gustav Jung, Feminen (Dişilliğin Farklı Yüzleri), sayfa 126, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2015
[3] Feminen (Dişilliğin Farklı Yüzleri), sayfa 124
[4] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, sayfa 44, Metis Yayınları, İstanbul 2003
[5] Feminen (Dişilliğin Farklı Yüzleri), sayfa 152
[6] Dört Arketip, sayfa 24
[7] Feminen (Dişilliğin Farklı Yüzleri), sayfa 153
[8] Türk Kültüründe Ağaç Kültü, sayfa 261
[9] Feminen (Dişilliğin Farklı Yüzleri), sayfa 158
[10] Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, sayfa 255, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2000
[11] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, sayfa 231, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1997
[12] Tasavvuf ve Tarikatlar, sayfa 231
[13] Tasavvuf ve Tarikatlar, sayfa 232
[14] Michael Talbot, Yeni Fizik, sayfa 7, İnsan Yayınları, İstanbul 1997
[15] Yeni Fizik, sayfa 7-8
[16] Jean Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh, sayfa 34-37, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2012
[17] Yeni Fizik, sayfa 9
[18] Yeni Fizik, sayfa 73
[19] Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, sayfa 53-54, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986
[20] Wilhelm Reich, Dirimin Öldürülüşü, sayfa 45, Payel Yayınları, İstanbul 1989
FACEBOOK YORUMLAR