SILA GURBET HASRET (II)
Kapı ardı gurbet derler ya sevdiceğim
Aynen öyle
Ezel âleminden dünyaya göçen bizler kapı ardına konulan gurbet çocuklarıyız. Hani 70 li yılların bir arabesk şarkısı vardı, hatırlar mısınız bilmem? Şarkıda diyordu ki
Ara ara göç ettiler bırakarak yoldaşları,
Gözler yaşlı terk ettiler, ağlayan gurbet kuşları.
Bizler de ruhlar âleminden ayrı düşmüş, ebede doğru yürüyen gurbet çocuklarıyız. Maddî âleme doğup da, göbek bağımız kara toprağa atıldığı günden beri gurbetçiyiz. Gurbetimiz bedenimiz, gurbetliğimiz Dünya…
Dünya Veysel için iki kapılı bir han, ömür gece uykuda bile menzile doğru yürünen uzun ince bir yoldur. Hakikaten dünya iki kapılı bir han değil mi? Bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkıyoruz. Hem de bir göz açıp kaparcasına geçip gidiyoruz.
İnsan iki gurbetin yabancısıdır. Biri beden denen kalıp, diğeri ise bu âlem. İkisi de geçicidir. İkisi de insana hizmet için var edilmiş bizlere emanettir.
Bedenimiz; kendi hakikatimizi aradığımız, yine kendimizle yüzleşip, kendimizi özümüzde bulduğumuz bir han. Gayemiz ise aklımız ve ruhumuzu barış ve sulh içinde yaşatmak. Hz. Mevlânâ için dünya bir medrese, âlem ise bir tekkedir.
Dünya; kimimiz için hüzünlendiği, yük taşıdığı, tam bir çilehanedir. Kimimiz için de altın kadehte sunulan şerbettir. Âşıklar, veliler, sadıklar, gönül sultanları gibi niçin yaratıldığının idrakinde olan mümtaz şahsiyetler içinse dünya Allah’a ulaşmak için sadece bir araçtır. Onlar için gerisi çerden-çöpten ibaret, teferruattır.
Her iki emanetimize iyi bakmalı hakkını vermeliyiz. Aslımızı unutmadan, kendi özümüzden aldığımız kuvvet ve kudretle tekâmül ederek, rahvan rahvan yol almalıyız. Yüce yaratanın bizlerden beklediği ve istediği budur. Yeter ki dünya içinde yaşayıp dünyayı içimize sokmayalım. Yeter ki dünya bize değil biz dünyaya hâkim olup ona hükmedebilelim.
Burası bir han ve bu handa kimse eğleşmez. İşini bitiren yola revan olur. Kalmaya sebep arayanlar içinse, sebep çok. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde geçen bir hikâyede, Padişahın dert ortağı olan Ayaz anlatılır:
Ayaz yaşadığı ânın değerini bilmek ve geldiği yeri hatırda tutmak için eski elbiselerini her gün özenle sandığından çıkarır, onlara bakar ve kendi kendine “bak Ayaz geldiğin yeri sakın unutma, Padişaha nankörlük etme” der. Yine özenle elbiselerini sandığa tekrar kaldırır.
Biz de tıpkı Ayaz gibi aklımızla ruhumuzla bütün varlığımızla niçin yaratıldığımızı sorgulayıp geldiğimiz yeri ve geri döneceğimizi unutmamalıyız. Dünya bu kadar iliğimize kemiğimize işlemişken bunu yapmak çok kolay değil, lakin imkânsız da değil. Menzili hatırdan çıkarmayanlar, yoldan da sonundan da korkmazlar.
Biz ezelde Rabbimize bir söz verdik. Bu beden ve dünya gurbeti bizi aldatmamalı, kanımıza girmemeli. Bize Padişahı ve sılayı unutturmamalı. Ömür denen bu hediye, ışıltılı, parıltılı yol şaşkına çevirip bizi yorsa da verdiğimiz sözden döndürmemeli. “Evet Sen bizim Rabbimizsin”i hatırdan çıkarmadan, o söze yaraşır bir şekilde hayatımızı yaşamak gerek. Burası gurbet ve yaban eller ancak içimizdeki nefes bize bizden daha yakın, bizi herkesten çok seviyor.
Bozkırın gurbetçisi Neşet Ertaş da bunu fark edenlerden şüphesiz. Onun sözleriyle biz de kendimize bir kez daha soralım.
Vade tekmil olup ömrün dolmadan
Emanetçi emanetini almadan
Ömrünün bağının gülü solmadan
Varıp bir canana ikrar verdin mi?
Varıp bir cananın kulu oldun mu?
Yoldan şaşanın menzili bulması güç olur, Nefsimiz şaşırtmasın, nefesimiz yerine ulaşsın. Vesselâm…
FACEBOOK YORUMLAR