BOYACI SANDIĞI
Kimini dünya taşır sırtında sefa çeker
Kimi dünyayı taşır çileyle dert çeker
Bundan yaklaşık on üç ya da on dört sene evvel Manisa’mızın kenar mahallesinde bulunan bir ilköğretim okuluna tam zamanlı görevlendirilmiştim. Mevsim sonbahar, aylardan Ekimdi sanırım. Okul büyük bir okul ve henüz tam gün eğitim veriyorduk. Orta kısmında Teknoloji Tasarım derslerinin tamamına giriyorum. Bir de Okul idaresi sekizinci sınıflardan bir şubenin rehber öğretmenliğini verdi. Derslere giriyor, çevreyi ve çocukları tanımaya çalışıyordum. Çocukların çoğunda gelecekle ilgili en ufak bir kaygı, umut, beklenti, meslek edinme gibi bir fikir, düşünce yoktu.
Görev her yerde, her zaman biz öğretmenler için kutsaldır. Çünkü bir öğretmen için bir çocuğun hayatına dokunup değiştirmek, dönüştürmek en güzel ödüldür. İlk günlerde birbirimizi anlamak için hayli zorlandık. Çünkü hayata tutunmak için gayesi olmayana bir şeyler vermek, inanın çok güçtür. Biraz zaman geçtikten sonra onları tanımaya başladım, onların pek çoğu da beni anladılar sanırım. En azından asgari müştereklerde buluşabiliyorduk artık. Okula, öğretmene farklı bakmaya başlamışlardı.
Okuldaki çocukların pek çoğu suç işlemeye meyilli olsa da aralarında karakteri düzgün çocuklar da vardı. Belki bu çocuklar bir başka aileye sahip olabilselerdi hayatları yüzde yüz değişirdi. Daha sağlam, şahsiyeti oturmuş, güzel insan, topluma faydalı birer fert olabilirlerdi.
Okula gidiş gelişlerimde şehir içi otobüs hattını kullanıyordum. Bir gün dersimiz bitmiş hazırlanıp otobüs durağına geçmiştim ki bir öğrencimle karşılaştım. Şaşırmıştım, az evvel dersinden çıktığım sınıftaki öğrencimdi. Ne ara evine gitmiş üstündeki okul kıyafetlerini değiştirmiş ve durağa gelmişti şaşırdım. Sırtında hayatın yükünü taşıdığı ayakkabı boya sandığı vardı.
O bir Lostracı, ve Lostra dükkanını sırtında taşıyanlardandı. Okul geleceğe baktığı yüzüydü ama o şu anı yaşayabilmek için savaşmalıydı ve çarşıya gidiyordu. Üzülmüştüm. Henüz ortaokul öğrencisiydi ve yaşıtları sokakta oyun oynuyor, ders çalışıyor, hatta bazı akranlarının yemeği önüne getirilirken, o hayatın zor tarafıyla bugünden yüzleşmişti.
Beni görünce bir suçlu gibi yüzü kızarmış, utanmıştı. Mütebessim bir şekilde selamlaştık. Ertesi gün sınıfta çalışmanın büyük bir erdem olduğundan, ailede herkesin üzerine düşeni yapması gerektiğinden, insanın alnının terini, elinin emeğini yemesi kadar güzel bir şey olmadığından bahsettim. Öğrencimin yavaş yavaş bakışları değişti rahatladı, sırasında daha dik oturmaya başladı. Kendine geldi ve artık çalıştığı için suçluluk duymayacaktı. Ben de rahatladım.
Artık ders çıkışları otobüste hep karşılaşır olmuştuk. Birbirimizle selamlaşıyor, ineceği durağa gelince iyi akşamlar demeyi unutmuyorduk. O yıl birinci yarıyıl sonunda o okuldan ayrıldım, Ali Rıza Çevik İlköğretim Okulu’na geri döndüm. Bir gün yine çarşıya inmiş otobüsle geri dönüyordum, durakta lostracı oğlumu gördüm. Eve dönecekti sanırım. Yine boyacı sandığı sırtındaydı. Elinde dönerciden aldığı dürümü bitirmek için adeta savaş veriyordu. Sanki suç işleyen birinin tedirginliği vardı halinde tavrında. Ben yüzümü diğer tarafa döndürdüm. Görüp üzülmesini istemedim. İki okuldaki öğrencilerimi mukayese edince gerçekten insan doğarken elinde şans biletiyle doğuyor ya da tam tersi oluyor. Her doğan bebeğin şans bileti anne babasıdır. Bir çocuğu dünyaya getirmek maharet olsaydı bugün yetiştirme yurtlarımıza ihtiyaç olmazdı.
O okuldan bana güzel-çirkin hatıralar kaldı. Ama o son fotoğraf karesi bana çok şey öğretti ve gözümün önünden hiç gitmedi. Biz öğretmenler de diğer insanlar gibi her an yeni şeyler öğreniyoruz. Kimi zaman bir öğrenci de bize hayatla ilgili bilmediğimiz şeyleri öğretir. Demek ki bazıları dünyada şansını kendi elleriyle yeşertiyor. Elimizdeki şans biletlerimizin kıymetini bilelim. Şansınız, bahtınız hep ilkbahar gibi yemyeşil, taze olsun…
FACEBOOK YORUMLAR