UMUDUN ZEHRİ
Serin tepelerin, bakir ormanların derinliklerinden bir ilaç bulundu. Dediler ki bu ilaç ölümün, hayatın ilacı. Herkes ölmemek için bu ilaçtan içmek istiyordu. Tabi ki söylenenlerin doğru olduğundan kimse emin değildi. Herkes dimdik ayakta durmak, acılar karşısında dirençli olmak istiyordu.
İlaçtan bir büyük fıçı alıp kralın yanına getirdiler. Kapağını açtı. Kokusu hafif keskin, görüntüsü pek iştah açıcı değildi.
Gel zaman git zaman halkın içinde sorular sorulmaya başlandı. Söylentiler aldı yürüdü. ‘’Bu ilacın yerini nasıl bulduk? Bu ilacın yerini bize kim söyledi? Bu tanrısal bilgi bize nasıl ulaştı? Aramızda bir peygamber mi vardı yoksa? Kral ve ailesi bu ilacı sadece kendine getirtmiş, ilacın yerini bilenleri öldürtmüş.’’ gibi söylemler aldı yürüdü.
Zaman geçti. Derken olayın ateşi yavaş yavaş söndü. Halk arasında unutuldu. Hayat gailesinin içinde herkes başka âlemlere daldı. Bazılarının da çıkardığı ‘’Aslında böyle bir ilaç hiç yoktu hepsi yalandı’’ söylentileri de halkı bu nisyana itmişti.
İnsanoğlu bu ya, birbirini yemeden duramaz, bir savaş çıktı. Gençler silah altına alındı. Savaşıldı, dövüşüldü. Ölenler öldü, kalanlar kaldı. Ama birisi var ki evlatlarının hepsini bu acı savaşta yitirdi. Yedi oğlunun yedisini bu savaşa, yedi kızının yedisini bu savaştan doğan kıtlığa kurban verdi.
Artık acının en kesif halini yaşamakta, kendini bu gayya kuyusu dünyada fazlalık hissetmekteydi. Bir gün intihar etmek için kafasında plan kurdu. Bu acıya dayanmadan ölecekti sadece.
Kral savaşta evlatlarını, anne ve babalarını kaybedenleri ziyaret ediyordu. Sıra bu talihsiz kadına gelmişti. Onun bütün evlatlarını kaybettiğini öğrenmişti. Bunun duyar duymaz hemen gitmesi gerektiğini düşündü. Tam eve gittikleri zamanda bu talihsiz kadının intihar etme girişiminde olduğunu gördü. Müdahale ettiler ve kadını ölümün amansız pençesinden aldılar. Kadın krala kendisini bırakması için yalvardı ancak yeni savaştan çıkılmış bundan sebep kral tebaasından bir kişiyi dahi kaybetmek istemiyordu.
Evlatları ile ilgili her şeyi dinledi. Artık kadının buna dayanacak zerre gücünün kalmadığını iyice anladı. Aklına mahzene kaldırdıkları ilaç geldi. Tez elden bu ilaçtan bir parça getirilmesini emretti. Kralın adamları hemen mahzendeki bu ilaçtan bir parça alıp geldiler. İlacı kadına yedirdiler. Ayrıca kral bu kadını kendine eş yapmaya da karar verdi.
Evet artık bu talihsiz kadın kralın eşiydi. Ancak içindeki evlat acısı onu öylesine mahvediyordu ki, bunu anlatacak kelimesi yoktu. Ölmüyor, ölümden beter derece acı çekiyordu. Yine de içtiği ilaç onu her şeye rağmen ayakta tutuyordu. Çünkü ilacı içtikten sonra aklında tanrının çocuklarını ona geri vereceği hissi doğdu. Yedi oğlunun mezarları dahi yoktu. Yedi kızının ise mezarları yan yana dizili idi. Her gün mezarlarının başına gidiyor, saatlerce ağlıyor, geri gelecekleri zamanı umutla bekliyordu. Kral ise kendisinden ona kadınlık yapmasını istiyordu.
Bir gün kral onu odasına biraz zor kullanarak soktu. Kadının gözlerinde yine hafif gözyaşları ve umutlu bekleyiş vardı. İki kolundan tuttu. Kendine doğru çekti. Kadın krala hafif direndi ve ‘’ben nasıl vereyim sana özümü, tadımı bedenimden almaya çalışma.’’ dedi. Kralın bu söze canı sıkıldı ve onu bıraktı.
Ertesi gün kadın gene mezarların başındaydı. Kral da yanına gitmişti. Kadının acısını teskin etmek için neler yapabileceğini düşündü. Ona gene tanrının kudretinden, evlatlarıyla illa bir araya geleceklerinden bahsetti. Yaşandıkça umut olduğundan bahsetti. Kadın oralı değildi. Kral buna benzer şeyleri söylemeye devam etti.
Kadın ağlamaklı sesiyle söze girdi. ‘’Ben bu acıdan sıyrılacaktım. Fani hayatından bütün acılarından kurtulacaktın. Ama sen bana beni hayatta tutan lakin beni süründüren umut ilacını yedirdin. Beni ölmeyen günlerle kandırdın, beni tanrıyla kandırdın, beni umutla zehirledin. Ben ölümün bir anlık acısından geçip yeniden doğmuş gibi olacaktım.’’
Bunları duyan kral tanrıya dua etti. Bu talihsiz kadına karım dahi diyemiyordu. ‘’Tanrım bu acıyla kaynayan talihsiz kadının acılarına son ver. Bu dumanlı dağın eteklerinde, serin yeşilliklerin, kayalıkların, toprakların, hava da gezinen rüzgarların ferahlıklarını ona ver.’’ dedi. Hava bulutlarla hafif karardı, grileşti. Aşağı doğru çok hızlı bir ışık bu kadının üzerine indi. Kadın bu ışığın üzerine inmesiyle taş oldu. Önünde yedi mezar olan bu kadın oranın köklü ve büyük bir kayası oldu.
Günler günleri, geceler geceleri kovaladı. Aylar geçti, yıllara büyüdü. Yıllar on yıllara, on yıllar ise asırlara... Kayanın önünden sular aktı. Rüzgarlar esti, ayaklar bastı. Semavi dinler vahyoldu. Kadının ve acıklı hikayesinin ünü dilden dile dolandı. Derken yedi kızın da mezarı yok oldu gitti. Ancak kadının taşlaşmış bedeni çıldırtıcı bir inatla orada duruyor, tanrının bizzat inşa ettiği bir anıt olarak yerinden kımıldamıyordu. Herkes kralı haklı buluyordu. Herkes umutla zehirleniyor, ölümün bir anlık yakıcılığından korkuyordu. Bu hikayeyi artık kimse tam bilmiyor, bilmediği için de bu umut zehrini sorgusuzca içiyordu.
FACEBOOK YORUMLAR