~~ROMA’DAN GÖRDÜĞÜM İSTANBUL
Yakın zamanda Avrupa’ya bir seyâhat gerçekleştirdik. Önce başkent Roma da dâhil olmak üzere Napoli’den Venedik’e kadar İtalya’nın en önemli şehirlerini, daha sonra da Macaristan’ın başkenti Budapeşte gibi orta Avrupa’nın mücevheri kıymetindeki bir şâheseri gördük. Gezilerimiz detaylı değil, panoramik karakterliydi. Her bir şehre ayırdığımız zamansa ya bir gün ya da ondan bile daha azdı. Tefrîk ve temyîz kudretine sahipseniz eğer bazı şeyleri anlamak, idrâk etmek ve vicdân muhâsebesi yapabilmek açısından bu sınırlı zaman bile kâfidir sizin için.
On birinci Cumhûrbaşkanımız Abdullah Gül Beyefendi cumhûrbaşkanı olduğu dönemdeRoma’yı ziyâret etmiş ve gördüklerini şöyle özetlemişti: “Şehrin yüzlerce yıllık ihtişâmlı binâları, meydânları ve sokakları öyle korunmuş ki, ne bir gökdelen, ne de bir AVM var.” O günlerde bazı kalem sahipleri kendi köşelerinden Sayın Gül’ü zımnen de olsa eleştirmişler ve “Sayın Cumhûrbaşkanı siyâsete girmeden önce Paris’i, Roma’yı ve Londra’yı görmedi herhalde.” diyerek serzenişte bulunmuşlardı.
Zât-ı devletlerinin izhâr ettikleri hayret ve hayrânlıkla karışık duygunun bir benzerini Roma’yı ve diğer İtalyan şehirlerini gezerken doğrusu ben de yaşamadım değil. Hırs, açgözlülük ve amansız bir iştihâile yok ettiğimiz, daha doğrusu özünden kopardığımız beldelerimiz geldi hemen aklıma. Rant sevdâsıyla kimliksiz ve nesebi gayrı sahîh piç mimârînin, en sefîl ve pespaye örneklerinin bir ur gibi kadîm şehirlerimizin târihi dokusuna yerleşip onları tahrîb ettiği gerçeği adeta bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Gönlüme çöken ağırlığı eşim de dâhil tur arkadaşlarıma belli etmedim ama imparatorluk başkentimizi ve rûh kökünden kopardığımız şehirlerimizi düşündükçe içim kan ağladı.
Roma’nın buram buram târih kokan sokaklarında adımlarken “Vah İstanbul’um, vah! Yazık olmuş sana!” diyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Kendi küçük dünyamda,bir gün İstanbul’un hesâbını Roma’da göreceğim zihnimin ucundan bile geçmezdi. Ancak Roma’yı gördükten sonra fark edebildim yakın târihte üzerimizden ne ağır bir silindir geçtiğini. Başımıza çöreklenen felâketin büyüklüğünü, yaşadığımız rûhi ve kültürel sahadakitravmayı, irtifâ kaybımızın azametini bütün dehşetiyle hissettim orada.
Koruyamadığımız emânetleri, tâlân edip hurdaya çıkarttığımız mâzî mîrâsını düşününce ekonomik kayıplarımız gözümde birden küçüldü. Hattâ kaybettiğimiz imparatorluk coğrafyamız bile nazarımda önemsizleşti. Çünkü bir gün o kayıpları yerine koyabilirdik. Peki, ya yok ettiğimiz medeniyyet mîrâsımız, yol açmak için fütûrsuzca yıktığımız ecdâd yadigârları ne olacaktı? İmâr faâliyyeti adı altında Sinan’ın eserlerine bile kıyan vandallığın telâfisi mümkün müydü? Ya bütün bu sefâletimizin gerçek sebebi olan rûh fukaralığına ne yapacaktık? İşte bütün bu sorular Roma kaldırımlarını arşınlarken bir heyûlâ gibi çöktüzihnime. Hoyratlığın kucağına atılıp nisyâna terk edilenler, üzerime üzerime geldi.
Hattâ hep bahsedilen fakat bir türlü açıklanmayan Lozan’ın gizli maddelerinden birisi de kültür ve medeniyyet düşmânlığı ve mefâhirimizinsistemli ve sinsi bir şekilde yok edilmesi midir, diye de düşünmeden edemedim.
Meydânlarında, bulvarlarında, sokaklarında dolaştığım Roma’da dikkati çeken en önemli özellik, bütünlük şuûrunun mevcûdiyyetiydi. Yani klasik devirden kalma bir binânın yanında yükselen modern bir mimârî örneği yoktu kesinlikle. Târih kokan bir binânın yanına kondurulmuş yeni stil bir apartman ya da AVM’yi göremezdiniz orada. Şehrin eski bölümü her şeyiyle eskiydi ve bir bütün halinde korunuyordu. Gerçek Roma da orasıydı zâten. Sadece Başkent’te değil, uğradığımız bütün İtalyan şehirlerinde aynı büyülü tabloyu seyrettik. Macaristan’ın tâcında da bizi yine benzer bir ihtişâm selâmladı. Gezdiğimiz bu şehirlerin hiçbirisinde târih, gökdelenlerin arasından başını çıkarıp varlığını isbâta çalışan bir istiklâl mücâdelesi vermiyordu. Şehirlerin siluetine uzaktan nazar ettiğinizde gözünüze çarpan en temel hakikat buydu.
Roma’da gezerken Askeri Târih Müzesi’nin de önünden geçtik. Görkemli bir yapı olan müze daha sonradan yapılmış. Şehrin korunan, otantik bölümünde yeni bir binânın yapılmasına haklı olarak karşı çıkılmış. Bunun üzerine müze, târihi dekoru bozmayan eski stil bir mimârî ile inşâ edilmiş. Yani bütünlük şuûru burada da kendisini göstermiş ve göz estetiğini bozacak bir ucûbeye izin verilmemiş. Mimârîsine baktığınızda binâyı,sanki antik devirden kalma sanırdınız.
Hep duyardım; Avrupa’da şehrin eski bölümleri bir bütün olarak korunur, modern mimârî onların semtine dahi uğramaz, yeni yerleşim birimleri de bu târihi mîrâsın etrafında teşekkül eder. Bu gerçeğe Roma’da, Milano’da, Floransa’da ve hattâ Budapeşte’de bizzât şâhit oldum. İtalyanlar ve Macarlar antik ve klasik kültürün en nâdîde örneklerini bütünlük şuûrunu öne çıkaran büyük bir itinâ ile korumuştu. Antik devirden kalma eserlerle klasik devrin müktesebâtı, yani asırların mîrâsı büyük bir uyum içerisinde koyun koyuna yaşıyordu. “Bütün yollar Roma’ya çıkar.” denir. Cihâna hâkim bir imparatorluk nizâmının mihrâk noktası olan bu kadîm şehir hâlâ eski haşmet ve asâletiyle dimdik ayaktaydı.
Şâhit olduklarımız bunlardan ibâret de değildi. İki şehir arasında yolculuk yaparken yakınından geçtiğimiz Ortaçağdan kalma kasaba ve köyler vardı. Uzaktan fırlatılan bir bakış, onların bile asâlet ve şahsiyyetini muhâfaza ettiğini görmeye yetiyordu.
Bu gezi bana mukayeseli bakış açısının önemini fark ettirdi. İstanbul kadar eski bu kadîm şehirleri gördükten sonra yüzleşebildim ancak kendi hakikatimizle. Târihi dokusunu koruyan bu şehirlerin havasını soluyunca anladım, zaman içinde ne kadar şedîd bir kültürel erozyona marûz kaldığımızı.
Türk vatanının incisi olan İstanbul’u azîz ecdâdımız adeta bir kuyumcu titizliğiyle işlemişti. Boğaziçi Medeniyyeti dediğimiz, görenlere rûh ve gönül saâdeti bahşeden zarâfet, târihle tabiatın izdivâcıydı. Bu iki unsurun buluşmasıyla Âsitâne, efsûnlu bir manâ iklimine kavuşmuştu. İstanbul sadece denizle toprağın değil, târih ile tabiatın da visâle erdiği bir yeryüzü cennetiydi. Tabîî ona bu çeşniyi Türk’ten başkası katamazdı. Tabiatın emsâlsiz ikrâmı, üslûb sihirbazı Türk’ün maddeye şekil vermekteki dehâsıyla çiftleşince görenleri kendisine meftûn eden bir güzellik doğmuştu. İşte biz o güzelliğe kahrettik en evvel.
Neleri isrâf ettiğimizi görmek için İstanbul’un eski fotoğraflarına bakmak yeter. Manzaranın ne kadar değiştiğini, daha doğrusu zaman içinde bir çok güzelliğin rant canavarı tarafından nasıl yutulduğunu fark edebilmek için 1920’lerden itibâren on yıllık aralarla belli semtlerin ve özellikle de Boğaziçi’nin kartpostallarını yan yana dizerek bakmak, bize bu meselede netve kat’îbir fikir verir. O muazzam târihi siluetin, nasıl altı kaval üstü şişhane bir kepazelikle yer değiştirdiğini rahatlıkla anlarız o zaman.
İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sonunda işgal edildi ve beş yıla yakın bir süre esâret zilleti yaşadı. Ama bu zaman zarfında İngilizler, tek bir ecdâd yadigârına dahi ilişmedi; yıkmaya, tahrîb etmeye tevessül etmedi. Belki yangın ve depremlerde bile İstanbul, bu kadar ağır darbe yemedi. Otantikliğine halel gelmedi. Ama siyâsîlerimizin sözde imâr(!) siyâseti ve makamları büyük fakat dünyaları küçük bazı fırsat avcılarının rant karşısında dâimâ tuş olmaları bizi bu seviyeye mahkûm etti. Elimizdeki en büyük açık hava müzesini hırsımıza kurbân ettik.
Bazı yetkililerimiz ısrârla İstanbul’u bir marka hâline getireceklerini söylüyorlar. İddiâ sahiplerine soruyorum: Acaba Roma ya da Floransa, sahip olduğu târih mîrâsı ve bütünlüğü bozulmamış şehir silueti ile bugün bir marka değil midir? Dersaâdeti marka şehir yapabilmek için Boğaz’ın kalbine gökdelen nâmlı hançerleri saplayarak Âsitâne’nin büyülü manâ muhtevâsına kıymak mı gerekiyordu? Yoksa Napolyon’un cihânın başkenti olmaya nâmzed gördüğü bu şehri, özellikle de Boğaziçi’ni, târihi dokusunu koruyarak geleceğe taşımak, onun değerine değer katmak olmaz mıydı? Bugün Üsküdar sırtlarından Avrupa yakasına baktığınızda yerden göğe doğru uzanan bloklar tarafından Boğaziçi’nin târihi kimliğinin kirletildiğini görürsünüz. Aynı noktadan yönünüzü sola doğru çevirdiğinizde yani Suriçine doğru nazar ettiğinizde ise yakın zamanlara kadar lâtif bir manzara okşardı bakışlarınızı. Fakat bugünlerde rant canavarı oraya doğru da uzanmış durumda. Mavi Câmi’nin arkasındanbir hilkat garibesi yükseliyor artık. İnsan düşünmeden edemiyor: Acaba bu toplumun geçmişten geleceğe bütün saflığıyla korunmuş bir hâtırası kalmayacak mı?
Necip Fazıl “Canım İstanbul” şiirini 1963’te yazmıştı. Şimdi o şiirin mısrâları arasında dolaşırken İstanbul’u tahayyül edebilmenin imkânı var mıdır? Orhan Veli misâli gözlerimizi yumarak İstanbul’u, dinleyebiliyor muyuz bugün?
Türkiye’de kendisine“muhâfazakâr” denilen bir zümre var. Ekseriyetle, muhâfaza etmesini pek bilmeyen, daha ziyâde kâr peşinde koşturan,hamâsetle yoğrulmuş bir insan topluluğu bu. Estetikten yoksun, târih bilincinden uzak, korunması gereken medeniyyet mîrâsı ile rant arasında tercîh yapmak durumunda kaldığında kılıfına uydurarak dâimâ ikincisini tercîh eden bu insan malzemesiyle biz, bugüne kadar neyi, ne ölçüde muhâfaza edebildik? Bunun bir muhâsebesi yapılmış mıdır?
Cumhûriyyet dönemi muhâfazakârlığımız ne yazık ki köklü bir târih ve kültür şuûruna dayanmıyor. O yüzden de kadük ve işlevsiz…Muhtâç olduğumuz nefes, gönül coğrafyamızdaki yirmi iki bin eserin rölövesini çıkartıp millî hâfızaya geçiren Ekrem Hakkı Ayverdi gibi bir uçbeyinin manevî derinliği ve aşk ahlâkıdır.
Artık bu toplumun sessizliğini bozup muhâfazakârlığını sorgulamasının vakti gelmiştir. Hiçbir şeyi “muhâfaza” etmeyip ancak kestirmeden “kâr” etmenin peşinde koşan,atasından kalan evi bile ocak olarak değil de emtia olarak gören bir zihniyetin üzerinde bu sıfat, emânet elbise gibi durmuyor mu? Türkiye’deki muhâfazakârlık, yok ederek “kâr” etmenin peşindedir. Bu zümre ne zaman gerçek kazancın “muhâfaza” ederek “kâr” etmekte olduğunun şuûruna erer, bunu dert edinirse işte ancak o zaman üzerinde eğreti duran o sıfatı hâk eder.
İki bin yıl önceki Sezar’ın Roma’sı hâlâ “Ben varım.” diyor. Ya beş yüz yıl önceki Fatih’in İstanbul’u? Konstantin’in Yeni Roma adını verdiği o anlı şânlı şehir…Tabiatın ikrâmından İstanbul kadar nasîbi olmayan Roma’nın sâkinleri kıymetini bilip onu korumuşlar. Biz ise İstanbul’u zarâfet ve zevk-i selîmin değil,yozluğun ve hoyratlığın ellerine teslîm ettik.
Vakti ve imkânı olan muhibbânımıza gidip görmelerini tavsiye ettiğim Budapeşte ve bütün İtalyan şehirleri, bilhâssa da Roma, kent kültürü ile târih bilincinin bütünleşerek hayât bulduğu örnek şehirlerdir. İki dünya harbi geçirmiş olan Avrupalı, mâzîsinin üzerine titrerken cumhûriyyetin ilânından bu yana savaş yüzü görmemiş bir toplum, medeniyyet mîrâsını kendi eliyle tıraş etti.
Bir târihi yok etmek için sadece bir dozer yeterlidir. Yeniden bir târih yazmak içinse asırları devirmek gerekir.
MAHMUT HALDUN SÖNMEZER