~~Mısır'dan Manzaralar... -1
MAHMUT HALDUN SÖNMEZER
“Kalküta’dan bakınca etrafta pislik yığınları arasında nasıl çalışabildiklerine hayret edeceğiniz fakîr, yoksul, pis insanlar göreceksiniz. Bunlar Batı uygarlığının refâh ve mutluluğunun harcını karıştırıyorlar.”
Marsel Parnaya
Darbeden tam beş ay önceydi. Bir dost grubuyla birlikte Mısır’a gidiyorduk. Bu, benim ve eşimin ilk yurtdışı seyahatimizdi aynı zamanda. İlk defa vatan toprağı dışında bir coğrafyaya adım atacağımız için de heyecânlıydık. Dünyayı tanımaya Ortadoğu’nun yüzük taşı mesâbesindeki bir ülkeden başlıyorduk. Uçağımız Kahire Havalimanı’na iniş yaptığı andan itibâren yeni ve çok farklı bir tecrübe yaşamaya başladık. Daha önce misline tesâdüf etmediğimiz bir duygu ve heyecân seli kuşatıverdi tüm benliğimizi.
Kadîm bir medeniyyete ev sahipliği yapan bu ülkedeki ilk durağımız İmâm-ı Şâfiî Hazretleri’nin türbesi oldu. Firavun mezârlarını değil de İslâm’ın gözbebeği büyük İmâm’ın kabrini ziyâret ederek başladık turumuza. Rûh ve gönül mimârlarımızın en büyüklerinden biriyle yapıyorduk açılışı. Uzun ve hayli bakımsız bir yolu aştıktan sonra ulaşabildik büyük İmâm’ın medfûn bulunduğu mevkie. Türbeye oldukça uzak bir mesâfede otobüsten inmiş, hayli yürümüştük. Yolda ilerlerken dikkatimize çarpan en ilgiye değer husûs, bir kahvehânenin önünde oturan ve bakışlarını üzerimizde yoğunlaştıran insan topluluğu oldu. İnsanlar, mesâfeli fakat mütecessis bir edâ ile süzüyorlardı bizi. Boş boş bakan çehreler yoktu karşımızda. Adeta anlamaya çalışır gibiydiler. Tahkik eden tecessüs dolu nazarların üzerimizde gezindiğini hissettik bir an. Bakışları tek yöne kilitlenmiş bu insanlar, ilginç bir görünüm arz ediyordu. Onların bir fotoğrafını çekmek, sosyal dokuyu resimlemek açısından çok güzel bir malzeme olurdu hiç şüphesiz. Tek bir resim karesi, kelime yığınlarının söyleyemeyeceği ne çok şey anlatırdı görenlere. Fakat daha Mısır’a gitmeden evvel uyarıldığımızdan elimiz fotoğraf makinesine uzanmadı bir türlü. Halk, kendisini görüntüleyen cihâzlara, patlayan flaşlara karşı fazlasıyla tedirgindi zîrâ. Yabancı bir ülkede huzûr duygusunu fedâ etmek istemeyen insanın yapacağı iş değildi, görüntü almaya kalkışmak.
Menzile vardığımızda gözümüze ilk çarpan, türbenin karşısında yükselen hilkat garibesini andırır yapı oldu. Çevrenin estetiğine, muhîtin genel görünümüne aykırı bu devâsâ binâ, göz konforumuzu bozuyordu. Hayâlete benzeyen o ilkellik karşısında rûhumun daraldığını hissettim bir an. Gerçi İslâm dünyasında nereye gitseniz benzer manzaralarla karşılaşırdınız. Kâbe’nin karşısında yükselen ve Allah’ın beytine tepeden bakmayı marifet sayan çiğlik geldi birden aklıma. Edeb irfân yoksunluğuyla rant hırsını Haremeyn’in sadrına kadar sokan o mübtezellik geçti gözümün önünden. Suçu birilerinin üzerine atmak kolaycılıktı. İhtiyâcımız olansa topyekûn bir vicdân muhâsebesiydi. Târihle tabîatın emsâlsiz bir buluşması olan Dersaâdetin böğrüne, bulutlara meydân okuyan plazaları saplayarak Boğaziçi’ni mâzîsine hasret bırakan da mı Suud’du? Kimsenin kimseyi suçlayacak hâli yoktu. İslâm dünyası olarak nisbet duygumuzu kaybetmiştik. Coğrafyadaki tevhîde yabancı, hayâta o şuûrla bakamayan kör idrâkten ne umulurdu ki zâten? Tevhîd idrâkinden kopuş, bizi bu derekeye mahkûm etmişti. Gördüğünü iddiâ eden fakat gerçekte ne gördüğünün farkında olmayan, özüne yabancılaşmış, yalancı bir şâhidler topluluğundan ne beklenebilirdi ki?
Rûhumu meflûc eden düşüncelerin ağırlığı altında yüreğime hafakanlar basmışken türbenin kapısından içeriye doğru süzüldük. Geniş bir mekâna giriş yapmıştık ve karşımızda da büyük İmâm’ın merkâdi duruyordu. Ve insanlar etrafında toplanmış, dûa ediyorlardı. Biz de türbeye yaklaştık ve herkes gibi ellerimizi semâya açarak büyük İmâm’ın rûhâniyyetinde kaybolmaya çalıştık.
Şehrin sokaklarında gezerken yaklaşmakta olan felâketin ayak seslerini duyar gibiydik. Ortam gergindi ve alıp verdiğimiz her nefeste biz de onu hissediyorduk. Kelimenin tam anlamıyla bir keşmekeş hâkimdi bütün şehre. Ve işin daha kötüsü, bu kaostan yakın zamanda bir kozmos çıkması ihtimâli de zayıf görünüyordu. Görenlere tedirginlik ve istikbâl adına da ümitsizlik aşılıyordu, sokakların ve insanların manzarası.
Bazen sessizlik insanın derûnunda daha büyük gürültüler koparır, daha şedîd fırtınalar estirir. Buradaki durum da aynen öyleydi. Ortamın ağırlığına rağmen garip bir sükûnet hâkimdi sokaklara. Yaklaşan kasırga, gelmekte olduğunu fısıldıyordu hâl diliyle. Derinlerden gelen o sesi, sükûtun perdesini yırtan çığlığı duyar gibiydim. Hiç de hayra alâmet bir hâl yoktu ortada. Sanki fırtına öncesi sessizlik hüküm sürüyordu Kahire sokaklarında.
Kalp, insan vücudundaki en hassas organdır. Tahrir Meydânı da sadece Kahire’nin değil, bütün Mısır’ın kalbiydi. Başkentin bu en güzide meydânına, şehrin kalbine doğru ne zaman gitmeye niyetlensek yaşı hayli ilerlemiş Mısırlı şoförümüz tarafından engellendik. Kendisi bu sorumluluğu almak istemedi ve hattâ; “Hiç tavsiye etmem.” dedi. Israrımızı sürdürdüğümüzde ise; “Ben sizi otele bıraktıktan sonra siz kendiniz gidin. Beni o mesuliyyetin altına sokmayın.” diyerek otobüsü yakınından geçmesine rağmen o istikamete sürmedi. En başta şehrin kalbine hâkimdi ritim bozukluğu. Yayılarak bütün şehre sirâyet etmesiyse an meselesiydi. Kalp tekliyorsa eğer, bedenin felç olması mukadderdi. Mısır’da geçirdiğimiz beş gün boyunca bir türlü gidemedik Tahrir Meydânı’na. Söylenenler hep olumsuzluk ihtivâ ediyordu orası hakkında. Şehirdeki düzensizlik, merkezindeki ritim bozukluğundan ileri geliyordu. Ve o bozukluk, fevç fevç yayılarak bütün organizmayı kilitliyordu.
Taksim, bizim için ne ifâde ediyorsa Tahrir Meydânı da bir Mısırlı için aynı anlama geliyordu. Hiç şüphesiz yakınından bile geçemediğimiz o meydân, Taksim Meydânı’ndan daha kritik bir öneme sahipti Mısır için. Sanki orada her an patlamaya hazır, düzeneği kurulmuş bir bomba vardı. Piminin ise kim tarafından, ne zaman çekileceği meçhûldü. Kimin aklına gelirdi ki bombanın pimi, tam beş ay sonra Sisi isimli bir general tarafından çekilecek.
ŞEHRİN HÂL-İ PÜR-MELÂLİ
Şehrin ana caddelerindeki binâlar bile bakımsızlıktan dökülüyordu. Bazılarının cephesine belki otuz kırk yıldır boya vurulmamıştı. Görüntü kirliliği had safhadaydı. Caddelerdeki, binâlardaki sefâlet manzaraları ile insanların görünümlerindeki yoksulluk birbirini tamamlar gibiydi. Toplum sadece mâddî refâhtan yoksun değildi, hâl ve tavır itibâriyle de fukarâydı.
Kahire’ye ayak bastığımız günün gecesinde kaldığımız otelin civârında bir akşam tenezzühüne çıktık. Caddede adımlarken şehri daha yakından tanımak adına bir ara sokağa girdik. Daha sonra “kâbus sokağı” adını vereceğimiz bu sokakta gördüklerimiz bizi şoke etti. Her taraf çöp yığınlarının işgali altındaydı. Hattâ sokağın bir köşesinde çöpten bir dağ yükseliyordu. Üzerimize devrilmesinden ürktüğümüz için uzağından geçmeyi tercîh ettik. Ortalık pislikten geçilmiyordu.
Kâbus sokağını terk ederken daha önce İran’a da gitmiş olan yol arkadaşım Harun Dizieğri’ye şu soruyu sordum: “İran insanıyla Mısır insanı arasındaki fark nedir?” Hiç düşünmeden beklediğim cevâbı verdi: “İran insanının kendisine olan özgüveni daha fazla.” Sömürge dönemi geçirmiş toplumların ortak yazgısını paylaşıyordu Mısır. Yaralı ve çâresizdi. Tutunacak dal arıyordu. Bir yıl sonra İran’a gittiğimde aynı gerçeği ben de müşâhede edecektim. Bu açıdan iki toplum arasında sıradağlar vardı. Türkiye gibi târihinde bir sömürge dönemi olmayan İran insanı, daha dik duruşluydu. İki insan tipi arasındaki mesâfe, elifle dal arasındaki fark gibiydi.
Biz sokaklarda toplumun yoksul kesimini görüyorduk. Zenginlerse çok uzaklarda, Nil Nehri’nin en mutenâ köşelerindeki kâşânelerinde gözlerden ırak bir debdebenin keyfini sürüyordu. Mısır’ın en büyük handikapı, gelişmiş bir orta tabakaya sahip olmamasıydı. Zengin çok zengin, fakîrse çok fakîrdi. Toplumdaki olağandışı gerilimin en önemli sebebi de hiç şüphesiz buydu. Tutkal vazîfesi görüp toplumu ayakta tutacak gelişmiş bir orta sınıfın yokluğu en büyük şanssızlığıydı bu garip ülkenin. Sağlıklı bir toplum yapısının garantisi olan güçlü ve şişkin bir orta sınıfın olmayışı toplumsal gerilimi tırmandırıyordu. Sınıflar arasındaki uçurum büyüdükçe gerginlik de artıyordu.
Mısır insanı fakîrdi ve kaybedeceği fazla bir şey de yoktu. Fakat fakîrlik, içine yuvarlandığı en büyük felâket değildi kesinlikle. Belki de kayıplarının en hafîfiydi. Her şeyden evvel yörüngesini kaybetmişti bu toplum. İnsanlar nasıl bir zemin üzerinde yürüdüklerinin bile pek farkında değillerdi. Müthiş bir savruluş yaşanıyordu. Ne yapacağını bilemeyen, hangi tarafa döneceğini kestiremeyen bir rûh hâli hâkimdi çehrelere. Kendilerine uzanacak bir dost elini arar gibiydiler.
Henüz rüştüne erememiş bir insan yığını vardı karşımızda. Varlığına yabancılaşmış böyle bir cemiyyet, kendi kaderine hükmedemezdi. Günü kurtarmaya endeksli bu toplumun yalçın dalgalara direnebilmesi de zordu. Beş ay sonra gerçekleşen darbenin niçin başarılı olduğu ortadaydı. Maddeten ve manen fakîr, özgüveni eksik, şaşkın ve hedefsiz toplum, istemeye istemeye de olsa, bir zâlime boyun eğmişti.
Müdekkik bir nazarla başkentin sokaklarında dolaşıyorsanız toplumun niçin bir oldubittiye teslîm olduğunun kodlarını da çözerdiniz rahatlıkla. Çünkü karşımızda ne istediğini bilen, bir hedefe yönelebilecek bir insan topluluğu yoktu. Rûhen meflûc, istikametini tayînden uzak, fakîrlikle boğuşan kalabalıklar arasında dolaştık beş gün boyunca.
Kahire sokaklarında yürürken geçen asrın başlarında Marcel Parnaya’nın Hind toplumu için söyledikleri geldi aklıma. Parnaya’nın geçmişte Hindistan için söyledikleri, bugünün Mısır’ı için de geçerliydi aynıyla. Kalküta’nın yerine rahatlıkla Kahire’yi koyabilirdiniz. Aradan geçen bir asra yakın zaman, İslâm toplumlarının kaderinin değişmediğini gösteriyordu bize. Müslümân ülkelerin şehirlerinde dolaşırken Batı emperyalizminin bugüne uzanan neticeleri ile karşılaşmanız kaçınılmazdı. Zaman akıp geçmiş fakat İslâm toplumlarının makûs talihi bir türlü yenilememişti. Diz boyu sefâlet sanki defile yapıyordu Kahire sokaklarında.
Başkentin trafik düzeni de bir başka muammâ idi. Düz yolda trafik ışıkları olmasına rağmen kavşaklarda yaya ve araç geçişlerini düzenleyen tek bir ışık yoktu. Ters yönlerden gelen araçların kesiştiği ve tabîatiyle trafiğin en çok sıkışıp düğümlendiği noktalarda trafik akışını düzenleyen bir uygulamanın olmaması cidden büyük garâbetti. Şehrin kaos ve karmaşasını tetikleyen en önemli unsurlardan biri de oydu şüphesiz. Sistemi İngilizler kurmuş, giderken de kültürel bir mîrâs olarak geride kalanlara bırakmışlardı. Yani her bozuk, kötü şey gibi onun da üzerinde “Made in England” mührü vuruluydu. Müstemleke idâresi çekip giderken bile düzensizliği ve karmaşayı bırakmıştı Mısır halkına. Bütün kötü hâtıraların kaynağında Batı denilen iblîs vardı.
Daha Türkiye’deyken dilenciler konusunda îkâz edilmiştik. El-hakk doğruydu. Her köşe başında size el açıp “Bahşiş!” diye sayıklayan, kötü kıyafetli birileriyle karşılaşmanız mümkündü. İyi niyetiniz galebe çalıp hayırhâh davrandığınız takdîrde ise nereden çıktığını bilemeyeceğiniz en az yarım düzine fırsat avcısının etrafınızı çevirmesi kesindi. Turist olarak bu şehrin sokaklarında geziyorsanız yakınlarda sizi gözetleyen ve uygun sinyali almaya çalışan bir yığın mobese kamerasının olduğunu bilmeniz gerekir. Her köşe başında en az iki çift göz, frekanslarını size doğru çevirmiştir mutlaka. İstanbul’un dilencilerinden kaçan kişinin sığınacağı yer değildi kesinlikle Kahire. Her şehrin bir alâmet-i fârikası vardır. Bu şehrin alâmet-i fârikasıysa keneyi andıran satıcı ve dilencileriydi.
Oteldeki ilk akşam yemeğinde aynı masayı paylaştığımız Seyfi Bozçelik Bey’in bana söylediği şu söz, zihnime adeta bir mıh gibi çakıldı: “Hocam! Mısır’a geldim ama hayâl kırıklığına uğradım.” Daha yirmi dört saat bile geçmeden verilmiş bir hükümdü bu. İzleyen günlerde bu hüküm giderek netlik kazandı. Herkes ilk anda sahip olduğu kanâatin ne isâbetli bir teşhîs olduğunu, takîb eden günlerdeki tecrübeleriyle teyîd ederek kendi idrâkine teslîm etti. Evet, bu tesbît seyahate katılan herkesin ortak kanâatiydi. Sözün sahibi, ekibin hissiyyâtını dile getiriyordu bir bakıma. İnsanlar, eski bir uygarlık merkezine gelmenin hayâli içindeyken şâhid olduklarıyla o tatlı düş ansızın kâbûsa dönmüş, zihinlerdeki masmavi balon birden patlayıvermişti.
Otel odasında geçirdiğimiz ilk gece televizyonu açar açmaz karşımıza “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin eski bölümleri çıktı. Pargalı İbrahim’le ma’şûkası Hatice Sultan beliriverdi birden gözlerimizin önünde. Doğrusu hoş bir sürprizdi bizim için. Gün içinde Türkiye’den geldiğimizi fark eden insanların gözlerinin içi parlayarak bize söyledikleri; “Sultan Süleyman” sözünün kaynağı da anlaşılıyordu böylelikle. Tabîî Sultan Süleyman dedikleri adam gerçeği değildi, Muhteşem Yüzyıl dizisinin aktöründen bahsediyordu her biri.
Mısırlılar, Türkiye ve Türk insanını, Türk dizileri ve belli şahıslar üzerinden tanıyorlardı. Tabîatiyle iletişime geçerken de onları kullanıyorlardı. Hasan Şaş, Tayyip Erdoğan ve Sultan Süleyman... Beş gün boyunca adını en çok duyduğumuz kişilerdi onlar. Türk dizileri, spor ve popülaritesi bölgeye hâkim bir lider figürü. İletişimin sınır tanımadığı, çekilen film ve dizilerin bütün dünyaya pazarlandığı bir ortamda son derece normaldi bu.
PİRAMİTLERİ GEZERKEN MISIR’IN GEÇMİŞİNE DEĞİL DE BUGÜNÜNE ŞÂHİD OLDUK!
Yolunuz Mısır’a düşer de piramitler görülmez mi hiç? Hele o; sırtlarını Sfenks’e dayamış, birbirine çapraz vaziyette sıralanan Gize Piramitleri… Bu ülkeye adım atan her beşerin en merak ettiği yerdir hiç şüphesiz orası.
Baştan söyleyelim, Gize Piramitleri’nin bulunduğu bölgeye Mısır’ın geçmişini keşfetmeye gidiyorsanız hayâl kırıklığına uğramanız kaçınılmaz. Öncelikle buna hazırlıklı olun, derim. Zîrâ gün boyu piramitlerin etrafında cirit atan satıcılar, size o fırsatı vermez. Rahat nefes alıp vermekte bile zorlanırsınız. Bu mıntıkada kelimenin tam anlamıyla dünyanın en gayrı medenî adamları kümelenmiştir. Evvelemirde bu sırnaşık ve görgüsüz adamlardan yakanızı nasıl kurtaracağınızın derdine düşersiniz de gözünüz piramitleri dahi görmez olur.
Mısır’ın sosyal gerçeğine vâkıf olma noktasındaki en ciddî tecrübeyi burada yaşayacağımız aklımıza hiç gelmezdi doğrusu. Zîrâ bir beşer için Ehrâmları ziyâret, kadîm devir Mısır’ına yolculuktur. Bizlerse burada Mısır’ın târihine şâhitlik etmekten ziyâde ülkenin o gününe, daha doğrusu hâl-i pür-melâline dâir tesbîtler yapma imkânı bulduk. Târihin esrârını keşfe dönük ârzûmuz, şartların zorlamasıyla sosyolojik içerikli gözlemlere bıraktı yerini.
Keops Piramidi’nin bulunduğu sahaya adım atar atmaz dünyanın en sırnaşık adamları tarafından kuşatıldık. Dertleri bize bir şeyler satmak olan bu adamların, grup içinden gözlerine kestirip çengel attıkları ilk kurbânsa ben oldum. Ellerinden kurtulmanın bedeliyse alelacele bir puşi satın almak oldu. Gruptaki diğer arkadaşlar da sırayla benzer tecrübeyi yaşadılar. Her biri korku filminin içinden fırlamışa benzeyen zombiyi andırır bu adamlar, bize zor ve tekrarını hiç de arzu etmeyeceğimiz nahoş dakikalar yaşattı.
Piramitlerden ayrılırken otobüse binen bir bayan arkadaşın bezgin bir edâ ile şu sözler döküldü dudaklarından: “Piramitleri de eksik olsun!” Hiç de haksız sayılmazdı hani. O esnâda her birimizin rûh hâli, onunkinden hiç de farklı değildi zîrâ.
Adım başı ayağınıza dolanan çapulcu tâifesini yara yara ehrâmları tavâf ederken aklınıza ister istemez şu soru geliyor: Yetkili birimlerin, her gün tekrârlanmakta olan bu kepazelikten haberi yok mudur acaba? Cevâb ortada: Bir devlet, en zayıf anında bile birçok şeyden haberdârdır, burada gün boyu tekrârlanan rezâletten mi haberi olmayacak? Bu sefer ikinci bir soru daha sür’atle hücûm ediyor zihninize: Peki, o hâlde devlet, Mısır turizminin imajını katletmekten başka hayrı(!) olmayan bu adamlara karşı niçin tedbîr almaz, ân-be-ân tekrâr eden bu kepazeliğe neden göz yumar? Gördüklerinizi Mısır’ın genel tablosuyla birleştirdiğinizde bu soru da kolaylıkla cevâbını buluyor. Satıcıları yasakladığınız ya da sınırladığınız takdîrde ellerinden her şey gelebilecek bu adamların daha farklı işlere yönelmeleri, adlî vak’alara karışmaları çok kolay. Zîrâ yapıları buna son derece müsâit. Bu da tabîatiyle suç oranının yükselmesi demek. Devlet ister istemez ehven-i şer olanı tercîh ediyor.
Bu adamların bize ödettiği bedelse yaşattıkları sevimsiz dakikalarla sınırlı kalmadı ne yazık ki. Ellerinden kurtulmak için otobüse binip hemen oradan uzaklaşmayı tercîh ettik. Ve o kargaşa içinde piramitlerin içine girmeyi de unuttuk hâliyle. Doğrusu bu da bize çıkarttıkları en ağır fatura oldu. Piramitlerin yanına kadar gelip de içine girememek! Vah ki vah…
Ne demişler: Misâfir umduğunu değil, bulduğunu yermiş. Biz de gördüklerimizle yetinmek zorunda kaldık artık.