“Bu ümit, Neriman’ın neşesini iâde etti. Fakat tramvay biraz ilerledikten sonra Neriman parmağıyla Fahriye’ye caddede bir şey gösterdi:
-Allah aşkına bak! dedi, yol üstünde mezârlık olur mu? Koskoca cadde… Ortasında mezârlık… Mezârlar arasında yaşıyoruz.”
Yukarıdaki pasaj Peyami Safa’nın 1931 yılında basılan ünlü romanı Fatih-Harbiye’de geçer. Modern bir yaşantıyla kadîm değerlere bağlı bir hayât arasında bocalayan, hayrânlık duymaya başladığı Garp’la ait olduğu Şark arasında gidip gelen Neriman’ın sözleridir bunlar. Bu sözler, şehrin ortasında mezâr görmeye tahammül edemeyen bir insanın hâlet-i rûhiyyesini yansıtır bize.
Dîn ve dünya işlerini birbirinden ayıran lâiklik umdesinin anayasaya girmesiyle başladığını zannederiz her şeyin. Hâlbuki bu romanın yazıldığı yıllarda lâiklik henüz Türkiye Cumhûriyyeti anayasasına girmemişti. Bölünmüş bir kimlik ve kişilik inşâsı demek olan sekülerleşme ise çok önce girmişti hayâtımıza. Ve rûhumuzu kemirip mânâmızı iğdiş eden bu illet, bizi kültürümüzün merkezindeki tevhîd idrâkinden de uzaklaştırdı.
Ecdâd ölümle her dem yüzleşen bir hayât telâkkisine sahipti. O yüzden de her mahallede bir mezârlık vardı. Tevhîdin gereğiydi zîrâ bu. Dünya-ukbâ dengesini kurmak ve ölümü insanoğluna unutturmamak için alınmış bir tedbîrdi âdeta ölümle koyun koyuna yaşamak. Eski semtlerin sokak aralarına saklanmış türbeler, câmilerin hazîrelerine sırlanmış mevtâlar, insanoğluna hep o gerçeği hatırlatmak için vardı. “Benden nasîhat mi istiyorsun ey Ömer! Nasîhatçi olarak ölüm sana yeter!” diyen nebevî hitâb, bize hayâtı hep o şuûr içinde yaşamayı öğütlüyordu. Sekülerleşen hayât, bizi ölüm duygusundan uzaklaştırdığı nispette mezârlıkları da şehirlerin dışına itti. Her gün değil de ayda âlemde bir yüzleşir olduk hayâtımızın bu en kesin hakikatiyle…
“Doğum ölümün müjdecisidir.” diyen kelâm-ı kibâr, hayâtımızın mihveriyken hayât ve ölüm birbirinin mütemmimiydi. Yapılan ilk yanlış, dünya ile ukbâyı birbirinden ayırmak oldu. Hayâtımıza giren sekülerleşme, onları birbirini tamamlayan değil de birbirine zıt realiteler olarak sundu bize. Böylece bütünlük duygumuzu kaybettik. Artık iki dünyaya bir gözle bakmaz olduk. Ve tabîatıyla her ikisi için de birbirinden bağımsız ölçüler ihdâs ettik.
Yıllar önce bacanağından şikâyet eden bir büyüğümün dert yanışı hâlâ kulaklarımda çınlar: “Bacanak musallîdir, beş vakit namâzını kaçırmaz. Buna rağmen bir düğünde önüne içki konulduğu zaman da aslâ geri çevirmez, hemen diker. Ne zaman bu konuyu konuşsak itirâzlarıma karşı hep şu cevâbı veriyor: O iş başka, bu iş başka!”
Çok tipik bir sekülerleşme örneği. Hayâtı tevhîd şuûru içinde yaşayan bir Müslümân, alkole müptelâ da olsa, kesinlikle bu cevâbı vermezdi. İçkiyle dostluğu cümlenin malûmu olan, hayâtı ve fıkralarıyla ölümsüzleşmiş pratik Türk zekâsının timsâli Neyzen Tevfik, bu yanlışa düşer miydi meselâ? Ya da kandîlleri çalmak üzere câmiye dadanan hırsızı yakalamak arzusuyla bir gece câmide sabahlayan ve attığı tokatla hırsıza dünyayı dar eden Bekri Mustafa, böylesine bir densizliğe imzâ atar mıydı hiç?
Bizim eski devirlerdeki serhôşlarımız bile evvelemirde o hikemî hakikatin zebûnu olup içtikleri şaraptan evvel kâinâta hükmeden küllî irâdenin serhôşuydular. Biz öncelikle bizi biz yapan o medeniyyet kimliğimizi kaybettik. Her şeyin Hâk’tan olduğunu bilip cümlesini kendi potasında eriten o nâmütenâhî şuûru, her an Hâk’la hemdem olan o haysiyyetli duruşu yitirdik.
Yahya Kemal’e Madrid ortaelçisiyken bir sohbet deminde İstanbul’un nüfusunun ne kadar olduğu sorulur. Üstâd tereddütsüz; “Otuz milyon civarındadır.” der. “Aman efendim, bu mümkün değil, herhalde yanlışlıkla söylediniz.” denildiğinde ise hayli enteresan bir cevâb verir: “Ben ölüleri de saydım. Çünkü biz ölülerimizle birlikte yaşarız.”
Medeniyyet kimliğimizin en kudretli müterennimi olan üstâdın verdiği cevâb, tevhîd ikliminde yaşanmış bir hayâtın özetidir. Gün geldi, o iklimden uzaklaştık ve mezârlıklarımızın kapısında asılı; “Her nefis ölümü tadacaktır.” âyetine bile burun büken, “Kaldırın onu buradan, moralimi bozuyor.” diye feryâd eden, özüne yabancılaşmış, irfândan mahrûm aydın müsveddeleriyle karşılaştık.
İlim ve teknik moral değerlerle teçhîz edilmemişse atom bombası olur, şehirleri yok ederdi. Ve yine o ilim, irfândan mahrûmsa eğer, artık hayâtta olmayan bir sanatçımızın(!) dediği gibi; “Emek Sineması açılacaksa film göstermek, insanlar sinema seyretsinler diye açılsın. Sahnesinde namâz kılınacaksa hiç açılmasın daha iyi.” diyen çiğ ve isyankâr tabiatlı hezeyânlara dönüşürdü.
Er ya da geç bizi bulacak ölümle teması kaybetmemek, hakikatte huzûrlu bir hayâtın da reçetesiydi. Değil mi ki ölümün bizimle olan randevusunu tek saniye bile erteleme ihtimâli yoktu, o hâlde en güzeli onunla barış yapıp dost olmaktı. Ama sekülerleşen hayât, bize ölüme dost olmayı unutturdu.
O, hayâtımıza girdikten sonradır ki mezârlık gören evler bize soğuk gelmeye başladı. Ya satılmaz oldular ya da gerçek değerlerinden daha düşük fiyatlara el değiştirdiler. Dünyevileşen zihinler mezâr taşı görmeye tahammül edemiyordu zîrâ. Hiçbir şey onlara bundan sonraki adreslerini hatırlatıp morallerini bozmamalıydı. El’ân yaşıyorlar, nefes alıp veriyorlardı ya… Durup dururken ne gereği vardı ölümle yüzleşmenin? Ölümü düşünceden kovmak, derinlere itmek, bastırıp unutmaya çalışmak çâre zannedildi. Hâlbuki o, şişirirken patlayacak balondan başka bir şey değildi. Kendimize söylediğimiz kocaman bir yalandı.
Cemil Meriç yazdığı şâheserine boşuna mı vermişti “Kültürden İrfâna” ismini. Çünkü bizim ana değerimizdi o. Ve elbette onun da kaynağında tevhîd vardı. Tevhîd olmadan irfân olur muydu hem? Tevhidi şuûrumuzdan kovunca irfâni ölçüler de çekip gitti hayâtımızdan. Sözünün nereye gittiğini bilmeyen, rûhu yağmalanmış, iç dünyasında denge kuramamış tipler sardı ortalığı. Hikmetten, irfândan tek katre nasîbi olmayan yaşı büyük aklı küçük nevzuhûr adamlarla doldu cemiyyet.
Teslisin hâkim olduğu Batı’da tevhîd yoktu. Sekülerleşmeyle beraber farkında olmadan kesrete kucak açtık biz. Onu alırken de en ağır bedeli ödeyerek kültürümüzün mihenk taşını fedâ ettik. Ve insanımız zamanla kendi aslî cevherine yabancılaştı. Türk, asırlar boyu kendisini Batı’ya üstün kılan tevhîd şuûrundan uzaklaştı.
Benliğimizi işgal eden sekülerleşme irfânımızı iğdiş etti. Gerçekte ne yaşadığımız hayât ne ölüm ne de âhiret birbirine uzak hakikatlerdi. Tek bir hayâtın birbirini takîb eden farklı safhalarıydı her biri. Ölüm var mıydı ki gerçekte? Ölüm dediğimiz şey, hayâtın bir safhasından diğerine geçerken altından geçtiğimiz kapının adıydı. Onunla ebedi bir hayâta uyanıyorduk biz. Dünya ve âhiret demek bile bir tasnîf ve isimlendirmeden ibâretti yalnızca. Aynı hayâtın farklı mevsimleriydi onlar. Biri ekim yeriydi, diğeriyse hasad. Net çizgilerle birbirinden ayırabilir miydik ki onları? Dünya ve âhiret işi birbirinden ayrılamazdı o yüzden de. Kısacası; “O iş başka, bu iş başka…” denilemezdi kesinlikle.
Sekülerleşme en esaslı darbeyi irfânımıza vurdu. Onun hayâtımıza girmesiyle beraber, “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” diyen kâmil münevver sahneyi terk etti, yerini mezârlığın kapısındaki mevt âyetine bile tahammül edemeyen nâdân aldı. Onunla beraber türbe ve hazîrelerin önünden geçerken ağzından dûa ve niyâz eksik olmayan şükür ehli nineler gitti, yerini şehrin ortasında mezârlık gördüğü için hayıflanan çiğ ve isyankâr tabiatlı torunlar aldı. Ve yine onunla beraber türbe ve yatırları şehirlerin zîneti addeden ecdâd gitti, yerini karşısında mezârlık var diye çok beğendiği evi bile satın almaktan vazgeçen hâm ervâh aldı.
Gerçekte sekülerleşme örtülü bir tevhîd inkârıydı. Hâk’tan gayrı bir hayât sırrı olabileceğine inanan kör ve sefil bir iddiâya sığınmaktı. O iddiânın varacağı son duraksa ateizm olmasa bile deizmdi. Hâk’kı adeta âhirete sürgün(!) etmekti yapılmaya çalışılan.
Dîn ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması olarak bize yutturulan lâiklik, hayâtımızın içinde birbirine zıt iki farklı alan oluşturarak bize bölünmüş bir benlik hediye etti. Ve neticede, hayâtı bir bütün olarak gören cemiyyetimiz gitti, yerini bölünmüş bir kimlik ve kişilikle yamalı bohçaya dönmüş bir hayâta tutunmaya çalışan maneviyyâtı ifsâd edilmiş bir garip topluluk aldı.
Günümüz insanı ölümden korkuyor ve o duygudan uzaklaşmaya çalışıyor. Çünkü panzehir kendisine zehir olarak sunulduğundan hayâtı huzûrla yaşamanın formülünün ölmeden evvel ölmek olduğunu unuttu. Hâlbuki geçmişte bütün elemlerinin, içine düştüğü rûh buhrânlarının tek ve biricik panzehriydi bugün kendisine zehir olarak belletilen.
O yüzden de bugünün insanı ölüme doğru yürürken ecdâdın sahip olduğu o rindâne, vakur ve mütevekkil duruşu sergileyemiyor. Necip Fazıl Kısakürek ne güzel söylemiş:
“O dem ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e “hoş geldin!” diyebilmekte hüner…”
Günümüzde ise o hüneri gösterebilenlerin sayısı gittikçe azalıyor. Zîrâ hayât hızla sekülerleşiyor ve hepimiz de o hayâtın içinde yaşıyoruz ne yazık ki. O hüneri gösterebilenlerse sekülerleşme illetine benliğini kurbân etmemiş bahtiyârlar arasından çıkıyor ancak.
Mahmut Haldun SÖNMEZER