İRAN TÜRKİYE OLUR MU?
1979’da İran’da gerçekleşen devrimin ardından, Türkiye’yle İran’ın birbirlerine olan bakış açılarıyla yaklaşım tarzları büyük ölçüde değişti. Bir monarşi olmasına rağmen devrimden önceki şahlık idâresi, bugünkü düzene nispetle Türkiye’nin laik cumhuriyet rejimiyle daha büyük benzerlikler gösteriyordu. Biri 1923’te Türk, diğeri ise 1925’te Fars milliyetçiliği üzerine kurulan bu iki rejimin birleştikleri nokta, Batı’ya öykünen modern bir toplum oluşturmak hevesiydi. Hedeflerinde modernlik ve Batılılaşma olan bu iki rejimin ideolojik bazda birbirleri için tehdit algısı oluşturmaları akla yakın bir ihtimal değildi.
Devrim iki ülkenin birbirlerine olan bakış açılarının değişmesinde bir milât teşkil etti. İran’da devrimden sonra doğası itibarıyla Kemâlist cumhuriyeti tasvip etmeyen muhalif karakterli bir rejimin kurulması ve ayrıca resmen ifade edilmese de yeni yönetimin devrim ihracı gibi ayağı yere basmayan niyetlerinin olması mevcut algıyı değiştirdi. Algının değişmeye başlamasıyla birlikte, hükûmetler nezdinde geçmişte olduğu gibi komşuluk ve ikili ilişkiler devam etse de rejimlerin birbirlerine olan bakış açılarıyla tavır alışları değişti. Medyanın İran’daki rejimi sürekli olarak gerilik, karanlık ve mollalıkla yaftalaması, bu ülkeye ilişkin zihnimizde irrasyonel bir algının oluşmasına ve de İran gerçeğini sadece onun üzerinden değerlendirmemize yol açtı. Gerçekte İran’daki Türkiye algısı da bundan hiç farklı değildi. Yönetim erkini elinde tutan mollaların gözündeki Türkiye bir dârü’l-harpti.
Her iki ülkenin de birbirleriyle ilgili kanaat ve değerlendirmelerine hiçbir zaman için realist bir üslûp ve derinlik hâkim olamadı. Türkiye’nin gözündeki İran, kara tehlikenin merkezi, İran’ın gözündeki Türkiye ise puta tapıcıların memleketiydi. Korkulardan kaynaklanan bir reddediş psikolojisiyle satıh üstü değerlendirmeler yapıldı sürekli olarak. Kendi rejimini kutsayan, diğerini ise kendisi için ölüme eşdeğer gören bir anlayış seviyesiyle kifâyetsizlik hâkim oldu yorumlara çoğu zaman. Belki de rejimler açısından doğruydu böyle bir tavır alış. Zîrâ her rejim, mefhûm-u muhâlifini kötüleyerek kitleler nezdindeki meşrûiyetini koruyabilirdi. Ve ayrıca bu durum, Soğuk Savaş yıllarının mantığıyla da çelişmiyordu. Seksenli yılların başında bir antikomünist olan ABD Başkanı Reagan da SSCB’yi “şeytanlıklar imparatorluğu” olarak tanımlıyordu.
2014 yılı başlarında bir dost grubuyla beraber İran’a gittik. Dokuz gün kaldığımız İran’da, önyargıları bir kenara bırakıp işittiklerimizle okuduklarımızın yanına gözlemlerimizi de ekleyerek bu ülke hakkında bir kanaat sahibi olmaya çalıştık.
Öncelikle mâlûmun îlâmı da olsa bilineni tekrar edelim: İran’ın devrim yasaları, kadınların sokakta başörtüsüz dolaşmasını kesin olarak yasaklıyor. Kadınların sokak ortasında şarkı söyleyip dans etmeleri de yasak. Beyoğlu’ndan geçerken görmeye alışık olduğunuz manzaralara orada rastlayamazsınız. İran toplum polisinin görevi, hanımların bu yasağa uyup uymadıklarını denetlemek. Bu yasak İran vatandaşı olsun ya da olmasın bu ülkeye giden bütün kadınları kapsıyor. Buna siyasetçi ve diplomatlar da dâhil. Tahran’da Gülistan Sarayı’nı gezerken aslen Tebrizli bir Türk olan tur rehberimiz Hüseyin Zamanoğlu, tura katılan hanımları kastederek bir ara bana: “Hocam! Ablalara ben başörtüsü konusunda daha fazla bir şey diyemiyorum. Bir sefer de siz söyleseniz nasıl olur?” demiş ve her an toplum polisi tarafından rahatsız edilmekten duyduğu endişeyi dile getirmişti.
Tabiî her ülke, her kent ve hattâ her insan gibi İran’ın da birden çok yüzü var hiç şüphesiz. Başörtüsü, devrimden bu yana İran kadınının simgesi olsa da herkes başını ve bedenini aynı şekilde örtmüyor. Bir yanda siyah çarşaflar içinde sıkı sıkıya örtünen hanımlar, diğer yanda ise dünya markalarını yakından takip edip kullanan kadın ve gençler. Muhafazakârlar başlarını tümüyle kapatıyor, reformcularsa örtüyü bir aksesuar olarak kullanıyor. Saçlar başörtüsünün altından dökülüyor. Burada başın üzerindeki örtü tesettüre değil, büyük ölçüde şıklık ve zarafete hizmet ediyor. Ayrıca yasaklar yalnızca kadınlara yönelik de değil. Erkeklere ilişkin de bazı kısıtlamalar var. Mesela bir erkeğin şortla sokakta dolaşması yasak. Ambargoya, rejimin sahip olduğu rezervlere ve Humeyni’nin gençlere gösteriş ve fanteziden uzak yaşamayı tavsiye eden hayat reçetelerine rağmen, tüketim ekonomisinin çarkları arasında kimlik ve heyecan arayan gençlik, marka peşinde koşuyor. Yasaklar, uyarılar, cezalar gençlerin özlemlerini bastıramıyor.
İran’da kadınlar kapalı olmalarına rağmen hayli bakımlı ve süslüler. Özellikle genç hanımlar yabancılarla konuşurken bile son derece rahatlar. Kendilerini sınırlama ihtiyacı duymuyorlar. Daha ilk karşılaştıkları insandan bile çoğu zaman tebessümü esirgemiyorlar. Alışveriş esnasında muhataplarıyla ziyadesiyle ilgileniyor ve nezâkete de riâyet ediyorlar. Diğer bir özellikleri ise yardımseverlik. Özellikle tahsil görmüş hanımlarda kendilerine duydukları özgüven hemen fark ediliyor. Sosyal hayatın içinde yer alan kadının Türkiye’deki hemcinslerinden pek bir farkı yok. Ülkemizde yüksek tahsil görmüş, başını örtmek isteyen hanımlarla, İranlı kadının talebi ortak: Her ikisi de daha özgür olmak ve hayat kalitesini arttırmak istiyor. Kendi kimliğini koruyarak…
İran’ın gelişmiş bir sineması var. Uluslararası festivallerden ödülle dönen, hattâ en iyi yabancı film Oscar’ına layık görülen bir sinema bu. Sinemada sahne ağırlığı ve görsel efektler yok. Filmler konu ağırlığı ve kendisine has anlatım üslûbuyla dikkat çekiyor. Sosyal hayata hâkim olan hassasiyetler tabiatıyla oraya da yansımış. Tıpkı sokakta olduğu gibi filmlerde de açık bir kadın göremezsiniz. Filmde bir kadın yatağa girerken bile başında örtüsü var. Televizyonda haber sunan spikerler için de durum aynı. Onlar da benzer kayıtlara tâbiler. İran devleti kadını sosyal hayattan dışlamıyor ama örtünmeyi de şart koşuyor.
İran’daki ilginç yasaklardan biri de müziğe getirilen kısıtlamalar. Rock tarzı müzik tamamen yasak. Klasik müzikle halk müziği ise serbest. Kadın mes’elesi yine burada da karşınıza çıkıyor. Zîrâ kadınların solo şarkı söylemesi yasak. Ancak erkek şarkıcılardan solist olabiliyor. Nitekim Tahran’dan ayrıldığımız akşam gittiğimiz bir lokantada canlı müzik eşliğinde yemek yerken bu durumu bizzat müşâhede ettik. Burada daha fazla dikkatimizi çeken diğer bir husus ise oraya yemek yemeye ve eğlenmeye gelen insanların neşesiydi. Kadınlı erkekli gruplar şarkıyı erkek soliste eşlik ederek söylüyor ve âdeta gönüllü vokalistlik yapıyorlardı. Şarkıyı söylerken kendilerinden geçip mest oluyorlardı. İmamların ve imamzadelerin türbelerindeki yas havası orada yoktu. Toplumun tamamı Kerbelâ’ya gönderme yapan bir mâtem kültürü içinde yaşamıyordu. Eğlenmesini de biliyorlardı.
Facebook, twitter gibi sosyal paylaşım sitelerine de serbestçe girilemiyor. Zîrâ sosyal ağlara erişimi engelleyen filtreler devrede. Buna rağmen İran halkı sosyal medyaya uzak değil. Çoğu insan, özellikle de gençler şifre kırıcılar vasıtasıyla deliyor bu yasağı. İşin ilginç olan yanı ise erişimi sağlayan şifre kırıcıların çoğu İsrail’den gelip kaçak olarak giriyor İran’a. Yirmi birinci yüzyılın dünyasında iletişim sınır ve kural tanımıyor.
Bugün yaşı ellinin altında olan kesim, şahlık devrini hatırlamıyor. Genç kuşak, yetmişli yılların sosyoekonomik bunalımlarıyla Şah ve avanesinin yaşadığı debdebeli hayata şâhit olmamış. Bildikleri, yalnızca duydukları ve okuduklarından ibâret. Hâlbuki bugünkü rejimin hayatlarına getirdiği kısıtlamalar ise bizzat yüzleşmek zorunda oldukları bir realite. O yüzden de İran’ın geçmişinden değil de bugününden rahatsız ve şikâyetçiler.
İran katı kurallara ve devlet erkini elinde tutan mollaların diş bilemesine rağmen yasakların delindiği bir ülke manzarası arz ediyor. Tahran’da toplu halde kılınan cuma namazlarında zaman zaman kadınların tesettüre gerektiği şekilde uymadıklarından ve daha kapalı giyinmeleri gerektiğinden bahsediliyor. Siyasî iktidar, kuralların gevşetildiğini gördüğünde bazen topluma ayar vermek ihtiyacı hissediyor ve o zaman da yasaklar sıkılaştırılıyor. Hicâbla ilgili kanun yürürlükten kalktığı anda milyonlarca kadının bir gün içinde başını açacağına hiç şüphe yok. Bugün İran devletine hâkim olan zihniyet bu izni vermez. Fakat cebir ve kanunla yola devam etmenin de mümkün olamayacağını görüyor. Çünkü yasaklar gövde gösterisi yaparcasına olmasa da yarı açık, yarı gizli deliniyor. Uzun sözün kısası, sökük artık dikiş tutmuyor. Soğuk Savaş şartlarında halkın özgürlük alanını yasaklarla daraltmış olan yönetim, haberleşmenin sınır tanımadığı yenidünya şartlarında zorlanıyor ve kesin bir çözüm de bulamıyor.
Başörtüsü ve tesettürle ilgili uygulama ve yasaklar zaman içinde tedricen yumuşamış. Nitekim hükûmetin konuya ilişkin açıklamalarında da görülüyor bu durum. Humeyni’nin sağlığında ve ölümünden sonra geçen sekiz yıl boyunca tesettürü en ufak bir ihlâl teşebbüsü dahi ağır bir şekilde cezalandırılırken Ruhani Hükûmeti Tahran sokaklarında “başörtüsü ve ahlâk uyarısı” yapacağını duyuran Ensar-i Hizbullah Grubu’nu uyarıyor. Öfke ve baskıyla neticeye varılacağını düşünenlerin yanıldıklarını, kadınlara saygıyla davranılması gerektiğini söylüyor. İran’daki değişim, ister dışarıdan ister içeriden olsun rahatlıkla gözlenebiliyor.
1997’de cumhurbaşkanı olan reform yanlısı Muhammed Hatemi bu göreve halkın %69’unun oyunu alarak gelmiş. 2001’de ikinci kez seçildiğinde ise halkın %77’sinin desteğini almış. Yani halkın çoğunluğu değişimden yana. Hatemi çok liberal olduğu gerekçesiyle muhafazakârlar tarafından sevilmeyen bir tip. İşbaşına gelmesiyle birlikte kadın tesettürüne ilişkin sınırlamalar hafiflemiş. 2013’te %52 oy alarak seçilen daha sonraki cumhurbaşkanı Ruhani de kitlelere Batı’ya açılma ve İran’ı şeffaflaştırma sözü vererek koltuğuna oturmuş.
Reformcu kimlikleriyle öne çıkan ve kitlelere değişim sözü veren her iki şahıs da üniversite eğitiminden önce İran’ın dini eğitim merkezi olan Kum’da kalmış ve orada klasik medrese eğitimi alarak yetişmişler. Değişim yanlısı tavırlarına rağmen her ikisi de bugün İran’ı perde arkasından yöneten o mutaassıp zihniyete uzak olmayan, en azından onu yakından tanıyan kişiler.
Başörtüsü ve diğer konulardaki liberal açılımlar, mollalara rağmen, onları devre dışı bırakarak ulaşılan bir netice olmayıp gerçekte rejimin kendisini koruma refleksidir. Kitlelerin taleplerine Şah gibi uzun süre kayıtsız kalmanın bedelinin ne olduğunu yakın tarihte bizzat görmüş olan devrim bağnazı zihniyet kerhen de olsa halkın özgürlük alanını genişletmeyi tercih ediyor. Rejim, halkın hoşnutsuzluğunu daha fazla taşıyamayacağını görüyor. Hatemi’den bu yana İran’da yaşanan gelişmeler, rejimin kendisini koruma içgüdüsünün, kırmızıçizgilerine karşı beslediği hassasiyetten daha ağır bastığını gösteriyor.
Uzun yıllar boyunca bu ülkede hep “Türkiye İran olur mu?” sorusu sorulmuş, bu endişe sürekli olarak gündemde tutulmuştur. Hâlbuki dünyadaki eğilimlere ve sosyolojik gerçeklere bakıldığında sorulması gereken soru şudur: “İran Türkiye olur mu?”
İran’ın Türkiye olma potansiyeli, Türkiye’nin İran olma potansiyelinden çok daha fazladır. Hele İran’a gidip de bu gerçeği görmemek imkânsızdır. Türkiye mâzîsinde hiç İran gibi olmamış, fakat İran geçmişinde Türkiye’ye benzeyen dönemler yaşamıştır. 1925’ten 1979’a kadar geçen şahlık idâresinin Türkiye’nin cumhuriyetçi-laik düzeninden sosyal anlamda pek bir farkı yoktur. Modernleşme projesi çerçevesinde atılan adımların ve hayata geçirilen reformların keskinliği açısından ise İran Türkiye’nin önündedir. Kemal Atatürk’ün reformları içinde kadın kıyafetine ilişkin bir devrim olmamasına rağmen, İran’da Rıza Şah kara çarşafı yasaklamıştır. İran’da bu durum çok ciddî bir muhalefete sebep olmuş, hattâ birçok kadın yasak kalkıp Şah’ın yerine geçen oğlunun kara çarşafı serbest bıraktığı güne kadar senelerce evinden dışarıya adım atmamıştır. İran’ı sadece bugünüyle değil, yakın tarihinde yaşadığı o sakim modernleşme tecrübesiyle de değerlendirmek gerekiyor.
Ülkemizin yakın siyasî geçmişinde belli çevreler tarafından sık sık tekrarlanan “Türkiye İran olmayacak.” söylemi gerçekte böyle bir tehlikenin vârit olmasından değil, rejimin kendisini tahkim etme gayretinden doğmuştur. Laikliği bayraklaştıran zihniyet tarafından İran ortaçağ karanlığının yaşandığı bir ülke olarak lanse edilmiş ve Türkiye’nin de her an ayağının kayıp İran gibi olma ihtimalinin bulunduğu yaygarası koparılmıştır. Türkiye’de rejim, kitlelerin şuuraltında sosyolojik gerçekliği olmayan sunî bir tehdit algısı oluşturarak mevzi kazanmak istemiş ve bu yolla da toplum nezdindeki meşrûiyetini korumaya çalışmıştır.
Geçtiğimiz günlerde uzun bir süreden beri görüşemediğim din bilgisi öğretmeni olan bir arkadaşımla yolda karşılaştık. Yanında eşi de vardı. Dikkatimi çeken husus yakın zamana kadar başı kapalı olan eşinin uzun bir vicdânî muhasebe döneminden sonra karar değiştirerek başını açmış olmasıydı. Geçmişte bir Kûr’ân meâli de hazırlamış olan arkadaşım konuyu bana anlatırken eşinin kendi irâdesiyle aldığı bu kararı anlayışla karşılayan bir tutum sergiliyordu.
Başörtüsünün problem olmaktan çıktığı muhafazakâr bir iktidar döneminde böyle bir örneğin yaşanmış olması hem dikkat çekici hem de Türkiye’de yaşanan sürecin normalleşmekte olduğunun bir göstergesidir. Başörtüsü kullanan kadınları edilgen, onların kocalarını ise baskıcı ve buyurgan olarak niteleyen ve de hepsini bir torbanın içine atarak değerlendiren şartlanmış kafanın iflâsıdır bu. Türkiye’de toplumun talebi daha fazla kişisel özgürlüktür. Yoksa kitleler siyasal İslâm’ı hayata geçirmek yolunda gönüllü nefer olmak niyetinde değillerdir.
Bugün “Türkiye İran olur mu?” diye kara kara düşünmenin hiçbir mantıkî temeli yoktur. Zîrâ bugünkü İran devrim ihraç etmenin gayreti içinde değil, kendi insanını rejimine ısındıramamanın çıkmazı içindedir. Kitleler hiçbir zaman baskı altında yaşamayı tercih etmemişler, kendilerine tanınan özgürlük alanının daraltılmasına da razı olmamışlardır. Hayat tarzlarına yönelik icbarlarsa, insanları dâimâ kendilerini yönetenlerden soğutmuştur. O itibarla daha kendi vatandaşını kazanamamış baskıcı rejimler, liberal rejimler için bir tehdit unsuru olamaz. Tam aksine özgürlükçü yapılarıyla liberal rejimler, baskıcı rejimler için bir tehdittir. Bugün Türkiye’deki siyasî ortam, İran’ın rejimine nispetle çok daha özgürlükçüdür. O sebeple İran Türkiye için değil, Türkiye İran için bir tehdittir. Muhafazakâr ve mütedeyyin kitlenin kahir ekseriyetinde ise ne yönetim modeli, ne de kültür ve yaşam tarzı olarak İran’ı örnek alan bir tutum ve anlayış vardır.
Kısacası halkı özgürlük arayışı içinde olan bir İran gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu gerçeği kavramak en başta entelektüelimizin görevidir. Şartlanmışlıklardan arınıp önyargılardan kurtulmak, İran’ı anlamanın ilk aşaması ve en temel şartıdır.
FACEBOOK YORUMLAR