BİR SİYÂSÎ DENGE ADAMI: TURGUT ÖZAL - 2
Özal, güçlü liderlik sergilemiş bir devlet adamıdır. Kendisine güvenen, gücünü yalnızca kendinden alan bir profil çizmiştir. Sırtını bir yerlere dayamaya, oralardan güç almaya çalışmamıştır. Bunun dikkat çekmeyen tezâhürlerinden biri de, siyâsete girdiği ilk günlerde ANAP’ın geçmişteki hiçbir partinin devamı olmadığını sık sık vurgulamasıdır. Bir siyâsî geleneğe dayanmıyor olmayı eksiklik olarak görmemiştir. Geçmişteki bir siyâsî partiyle arasında bağ kurarak onun siyâsî mîrâsından istifâde etmeye çalışmamıştır.
Büyük başarılarından biri de, zaman içinde konumunu güçlendirip şartları kendi lehine çevirmesini bilmesidir. İktidârının ilk günlerinde darbeci generalin koltuğu altında geçinen Özal, daha sonra onu bozuk para gibi cebinde taşımaya başladı. Özellikle 1986-87 yılları Özal’ın ipleri eline aldığı dönemdir. Bu o kadar bârizdir ki, devlet televizyonu TRT bile bu yıllarda Özalvizyona dönüşmüştür. Evren’in zaman zaman başörtüsüyle ilgili çıkışlarına bile kamuoyu önünde; “Tartışma başlatma!” diyerek set çekebilmiştir.
Başbakanlığı döneminde Özal’ın başını ağrıtan meselelerden biri de Bulgaristan Türklüğüne uygulanan sistemli asimilasyon politikası oldu. 1984-89 yılları arasında soydaşlarımız büyük sıkıntılar çektiler. Başbakanlığının son döneminde Bulgar devlet başkanı Todor Jivkov ile aralarında günlerce süren bir söz düellosu yaşandı. Rakibinin restine restle karşılık veren Özal, sözün bittiği yerde büyük bir riske girerek; “Kapıları açtık, gönderin Türkleri.” dedi. Sınır kapılarının açılmasıyla beraber insan selleri Türkiye’ye akmaya başladı.
O günlerde birtakım sıkıntılar çekildi. Devlet, yeterince organize olmadığından iâşe ve ibâte açısından bazı zorluklar yaşandı. Hükûmet de politikasından dolayı eleştirildi. Turgut Bey’e yüklenenler ise şu gerçeği göremediler. Her mesele tereyağından kıl çeker gibi çözülemez. Bazı risk ve zararları göze almadıkça büyük sıkıntıları aşamazsınız.
Ülkemizdeki nüfusun %5’inin bir anda ülkeyi terk etmek üzere yollara döküldüğünü farz edelim. Bu olağandışı hareketliliğin Türkiye’nin dengelerini sarsmayacağını söyleyebilir miyiz? Aynı durum Bulgaristan için de geçerliydi. Dokuz milyonluk bir ülkede nüfusun onda birinin ülkeyi terk etmek üzere harekete geçmesi, dengeleri sarstı.
Bu konuda Turgut Özal’ı kusurlu bulanların, politikasından dolayı onu eleştirenlerin yanıldıklarını düşünüyorum. Ameliyatı göze almadan bu yaranın kapanması zordu zîrâ. Evet, birtakım sıkıntılar yaşanmış ama sonuç da alınmıştı. Gelen nüfusun önemli bir kısmı sular durulduktan sonra yeniden Bulgaristan’a döndü. Komşu yaptıklarından bir şey kazanmadığı gibi, ağır bir maliyetle kapattı asimilasyon defterini. Ve ayrıca olup bitenler, Özal’ın değil de Jivkov’un sonunu hazırladı. Yıl bitmeden iktidârdan uzaklaştırıldı.
Bir kültür adamı, bir entelektüel değildi. Belki de o yüzden bu konulara ilişkin dikkat ve hassâsiyetleri zayıftı. Siyâsetinin eğitim ve kültür ayağı, iktidârı boyunca hep aksamıştır. Ekonomiye yaptığı katkıyı bu sahada yapamadı. Buna, ne şahsî formasyonu müsâitti, ne de kurmaylarının çapı. Yakın çalışma arkadaşları içinde de kültür adamı denilebilecek şahıslar yoktu. Daha net bir hüküm vermek gerekirse, bu dönem, devletin tutarlı ve insicâmlı bir kültür politikasının olduğu söylenemez.
Sait Halim Paşa gibi kıymetleri istisnâ edecek olursak yakın târihimiz Aliya İzzetbegoviç, Vaclav Havel gibi entelektüel devlet adamlarından mahrûmdur. Turgut Özal da bu kaideyi bozmayan örneklerden birisi olarak hâfızalara kazınmıştır.
Bu, târihçi Yılmaz Öztuna gibi şahsî dostlarının bile söylemekten imtinâ etmedikleri bir keyfiyettir. Hiç şüphesiz bu toprağın insanıydı. Bazılarının iddia ettiği gibi ABD tarafından devşirilmiş bir siyâsetçi nümûnesi değildi. Mâzî ve mefâhirimize dönük muhabbeti ve ecdâda olan saygısında da samîmî idi. Fakat ayağı yere basan bir târih bilgisiyle sosyal kültürü, duygu ve düşünce dünyamızla beraber eğitim ve kültür hayatımıza yön verecek derinlikli bir tefekkürü yoktu.
1988’de çekilen bir siyâsî reklam filminde, bir Mercedes’le yeni yapılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçmekte ve yanında oturan eşiyle sohbet etmektedir. Söz arasında eşine; “Haydi, bir kaset koy da şöyle bir neşelenelim Semra Hanım.” der. Fazla söze hacet yok, bu sözün bile çok şeyi anlattığı kanâatindeyim.
Başbakanlığı, özellikle de cumhurbaşkanlığı döneminde aydınlarla olan yakınlığı bilinmektedir. Onlara hiçbir devlet başkanının vermediği ayrıcalıkları bağışlamış, devletin rezidanslarını ardına kadar açmıştır. Bu şahıslar, gecenin bir vaktinde özel numaradan bir cumhurbaşkanını arayabilmenin imkân ve imtiyâzına kavuştular bu dönemde. Fakat yakınına aldığı şahısların kimliğine bakıldığında, birinci sınıf entelektüeller olmadığı, çoğunun gazeteci-yazar kimliğine sahip şahıslar olduğu görülür. Bir, De Gaulle-Sartre yakınlığına benzer bir yakınlık göremezsiniz O’nun hayatında.
Kısacası büyük beyinlerle yakın ilişki içinde değildir. Yakınına aldıkları daha ziyâde belli bir entelektüel birikime sahip gazetecilerdir. Bunları yakınında tutmasının altında da farklı niyet ve hesaplar yatıyordu kuşkusuz. Zîrâ bu şahıslar incelendiğinde, ilginç sonuçlara ulaşılır. Birçoğu meslek ahlâkını kolayca çiğneyebilecek yaradılışta adamlardır. Devletlilerle yakın olma uğruna, her devrin adamı olmayı aydın olma haysiyetine tercih edecek tiplerdir. Buna rağmen Özal, bunları karşısına almaktansa yanında ve yakınında tutmayı tercih etmiştir.
Bunlardan bazıları da dünyadaki düşünce kuruluşları ve yabancı istihbârât örgütleriyle irtibâtlı şahıslardır. Siyâseten onlarla yakın olmayı uygun görmüş, şahsında devletin imkân ve itibârını ayaklarının altına sererek tasmalarını elinde tutmayı tercih etmiştir.
Özallı yıllar arabeskin halkın zevk çeşnisine eklendiği, televizyonların yavaş yavaş gecekondu magazinciliğine teslim olduğu senelerdir. Bunu, uygulanan ekonomik sistemin gereği şartların zorladığı bir politika olarak göremeyiz yalnızca. Arabeskin devlet tarafından teşvik edildiği gün gibi ortadadır. En pespaye tipler, devletliler nezdinde itibâr görerek züppelikten sanatçılığa terfî ettiler. Zamanında Münir Nurettin Selçuk, Şerif Muhittin Targan gibilere sanatçı payesi veren toplum, bu yıllarda Türkçeyi bile doğru dürüst konuşmaktan aciz züppelere sanatçı demeye başladı. Toplumun değer algısı, zevk ve kültür anlayışı değişerek gecekondu magazinciliği kitle iletişim araçlarının vazgeçilmezi hâline geldi.
Özal sonrası dönemde Anavatan Partisi’nden siyâsete giren Agâh Oktay Güner’in 16 Kasım 1994 Çarşamba akşamı Bergama Uyarlar Düğün Salonu’nda, paranın şımarttığı bir tip hakkında söylediği şu söz, bugüne değin hâfızamdaki canlılığını korudu: “ANAP’ın affedemediğim hatalarından biri de ……. …….. denilen bir deliyi televizyona çıkartması olmuştur.”
Evet, hiç şüphesiz bu büyük bir hataydı. Bu şahıslar seksenli yılların sonlarından itibâren devlet televizyonlarında boy göstermeye başladılar. İktidârının son yıllarına doğru özel kanalların da devreye girmesiyle birlikte medyadaki konumlarını artık bir daha geri dönülemez bir şekilde güçlendirdiler.
Bu dönem özgürlük, demokratikleşme, insan hakları gibi kavramlar üzerinden büyük tavizlerin koparıldığı, toplumun en hayatî konulardaki reflekslerinin zaafa uğratıldığı bir dönemdir. Bu değerler bizde hep öne çıkarılmış, hattâ abartılmıştır. Bazı ahvâlde ise toplumun, hürriyetten fazla otoriteye muhtâç olduğu görülmemiştir. Ülkenin cuntalar eliyle yönetildiği dönemlerde ise mezkûr değerler âdeta piyasanın geçer akçesi hâline dönüşmüştür. İnsan haklarının yerlerde süründüğü bir ülkede yaşadığımızın propagandası yapılarak sürekli gündemde tutulmuştur.
12 Eylül askerî rejiminin bitmesinden sonra başlayan süreçse bu değerlere vurgunun artış gösterdiği yıllardır. Hattâ devletin, toplum ahlâkını korumaya dönük olarak koyduğu bazı yasaklar da yine bu değerlere aykırılıkları üzerinden eleştirilmiştir. Bu yasaklardan biri de transseksüellere getirilen sahne yasağıdır. Yasak 1988’de kaldırılır ve cinsiyet değiştirmeye izin veren kanun çıkarılarak transseksüellerin belirsiz olan hukukî durumları netleştirilir. Hepsi kadın statüsü kazanarak pembe nüfus cüzdânına kavuşurlar.
Uzun sözün kısası, günümüzdeki LGBT kepazeliğinin temelleri de yine o dönemde atıldı. Yasağın kaldırılarak bu şahısların önce sahneye daha sonra da televizyona çıkmalarıyla önemli bir eşik aşıldı. Daha özgürlükçü ve demokratik bir vizyon sergileme adına zararları istikbâlde görülecek, aile ve sosyal hayatımızda yıkıcı etkiler yapabilecek büyük ödünler verildi. Millet her ne kadar tasvip etmese de göre göre zamanla kanıksayarak bu yeni duruma alıştı.
Bu normalleşme sürecine katkı sunan unsurlardan biri de o devrin siyâsî mes’ûlleridir. Zîrâ bu şahıslar, o yıllarda devlet nezdinde itibâr görmüş, hattâ devletlilerin masasında ağırlanmışlardır.
Türk milleti varlığını devletiyle özdeşleştirmiş bir toplumdur. Görülmüştür ki, bu toplum ancak devletin koruyucu kanatları altında maddî-manevî varlığını idâme ettirebilir. Etkileri orta ve uzun vadede görülecek millî-manevî varlığımıza yönelik en yıkıcı darbelerin sinsice bu dönemde vurulduğunu söyleyebiliriz. Bu dönem, birçok konuda meselelere bakış açımızın ve ahlâk anlayışımızın değişmeye başladığı bir dönemdir.
Maalesef bu tuzağa Turgut Özal gibi muhâfazakâr bir siyâsetçi de düşmüş, farklı kesimlere mesaj vermek, özgürlükçü ve demokratik bir vizyon sergilemek isterken toplumun belli konularla arasına koyduğu mesâfenin kapanması yolundaki ilk adımları atmıştır.
Devrinin en zararlı icrâatlarından biri de başta Milli Piyango olmak üzere, şans oyunlarına gösterilen rağbetin yükselişi olmuştur. Hiç şüphesiz pazar ekonomisinin uygulandığı ülkelerin sosyal hayatında çekilişler ve şans oyunları sistemin dolgu malzemesiydi. Umutların hiçbir zaman gerçekleşmediği fakat sürekli olarak beslenip sömürüldüğü bu ortamda milyonlar hayal ticâretiyle ömürlerini tükettiler.
Ne Spor Toto’yu ne de Milli Piyango’yu O îcât etmişti. Ama şans oyunlarının toplumun rûhunu kemiren bir iptilâya dönüşmesi kendisinin döneminde oldu. İlk defa bir yılbaşı gecesi çekilişinde milyarlık kumar başbakanlığı döneminde oynandı.*
Mezhebi geniş adamdı. Ayrıca birçok siyâsetçide var olan bir karakter husûsiyeti O’nda da mevcuttu: Pişkin bir tabiata sahipti. Belki de siyâsetin ağırlığı altında ezilmemek için öyle olmaya da mecburdu.
Ölümünden yaklaşık beş ay önce (21 Kasım 1992 Cumartesi) kendisini, hayli nezih bir ortamda, Ankara-Çankaya’daki Türk Demokrasi Vakfı’nda dinlemiştim. Sözü bir ara siyâsete nasıl girdiğine getirerek seksen sonrasında ortamın uygun olduğunu, eğer o günlerde siyâsete değil de iş hayatına girmiş olsaydı, şimdi Türkiye’nin sayılı zenginleri arasında olacağını söylemişti. Salondakilerin hâlini görecektiniz, milleti gülmekten kırıp geçirmişti.
Turgut Bey, ailesi üzerinden çokça eleştirilmiş bir siyâset adamıdır. Zaman zaman onlardan farklı bir yapısı olduğu, eşi ve çocuklarının kendisine benzemediği yorumları da yapılmıştır. Ben bu değerlendirmelere katılmıyorum. Aile fertlerinden farklı yönleri olsa da benzerliklerinin daha fazla olduğu kanâatindeyim. Bir siyâset adamı olarak Turgut Bey, sadece onlardan daha dikkatli davranmıştır. Dediğim gibi mezhebi geniş adamdı.
Görünürde Özal’ın en büyük kamburu ailesidir. Hâlbuki aile fertlerinin kamuoyu nezdindeki imajı, o günlerin Türkiye’sinde kendisinin çok işine yaramış, parti ve toplum ölçeğinde bir takım sıkıntılara sebebiyet veriyor görünürken devlet nezdinde O’nu kabul edilebilir kılmıştır. Özal’ın zaman içinde oy kaybetmesinde, partinin erimesinde ailesinin önemli bir faktör olmadığı kanâatindeyim. Özal’a kazandıran da kaybettiren de siyâseti olmuştur.
Geniş bir kesim Özal’ın Çankaya’ya çıkışını eleştirdi. Hattâ farklı sâiklerle en yakınındakiler bile muhâlefet ettiler. Özellikle yakın çalışma arkadaşları, ANAP’ın geleceğini düşünen partililer, bu işe sıcak bakmadılar.
Evet, bu insanların endişeleri yersiz değildi. Nitekim zaman onları haksız da çıkartmadı. Şüphesiz benzer endişeleri Turgut Bey de taşıyordu. Fakat bir yol ayrımına gelinmiş, tercih yapılması zorunluluğu doğmuştu. Yapılacak tercihse partiyi ya da Çankaya’yı tercih değildi. Parti ile millet arasında yapılacak bir tercihti. O günlerde millet adına atılacak en doğru adımsa, Turgut Bey’in devletin başına geçmesiydi. Seksenli yıllarda sivilleşme siyâseti ciddî bir ivme kazanmıştı ama devletin en yüksek makamı hâlâ vesâyetin gölgesi altındaydı.
Özal, Çankaya’ya çıkmasaydı, âdeta bir teâmül hâline dönüşen emekli askerlerin cumhurbaşkanı olması geleneği son bulmayacaktı. Çankaya 1960’dan sonra bir inzivâ makamına dönüşmüştü. Özal’ın tercihi, sadece sivilleşme siyâsetine hız vermedi, devletin en yüksek makamını da emekli cenneti olmaktan çıkartıp fonksiyonel hâle getirdi. Çankaya’yı lâyık olduğu mevkie oturttu.
Kendisi o makama çıkmayıp da partisinden bir başka ismi seçtirmiş bile olsaydı, istenilen netîce alınmazdı. Zîrâ ANAP’ta kendisinden daha nitelikli ve umûr görmüş bir isim yoktu. Özal’ın siyâsî duruş ve ağırlığına sahip olmayan bir kişi orada ancak emânetçi olurdu.
Kısacası Özal, en doğru olanı yaptı. On yıllık iktidârının en isâbetli icrâatı, Çankaya’ya çıkması oldu. Cumhurbaşkanı olduktan sonraki en hayırlı hizmeti ise başkanlık sistemini kamuoyunun gündemine taşıyarak o günlerden bugünlere ışık tutması olmuştur. Çankaya’da otururken hükûmet ve partisiyle yaşadıkları, toplumun başkanlık sistemini gündemine almasının zeminini hazırladı.
Fazla dikkat çekmeyen ayrıntı ve garip tecellidir. Demirel ve Özal, her ikisi de farkında olmaksızın siyâsette birbirlerinin önünü açtılar. Özal 1977’de AP’den milletvekili adayı olmak istemiş fakat Demirel bu işe sıcak bakmadığından geri çekilmiştir. O da şansını MSP’de denemiş fakat İzmir gibi seçilmesi en zor yerden aday gösterildiğinden yine gayesine erişememiştir. AP’den aday gösterilseydi, büyük ihtimâl seçilecek fakat üç sene sonra da siyâsî yasaklılar listesindeki yerini alacaktı. Kaderin hesabından habersiz Demirel, Özal’a cumhurbaşkanlığına kadar uzanan yolu açtı.
İnisiyatif alma becerisi kıt, hâdiselere takaddüm etme cesaretinden mahrûm Demirel ise kendisinden önce bir sivil Çankaya’ya çıkmasaydı, o makamı ancak rüyasında görürdü. Süleyman Demirel siyâsî hayatının finalini devletin zirvesinde yapmışsa eğer, bunu yıllarca didiştiği ve o makama çıkmasını bir türlü hazmedemediği selefine borçludur. Özal her şeyi göze alarak Çankaya’ya çıkmış ve böylece Demirel’in de önünü açmıştır. Sivilleşme siyâsetini başlatarak Çankaya’yı militarizmin karargâhı olmaktan çıkartmıştır. Yoksa Süleyman Bey’in, bir omzu kalabalığın arkasından o makama çıkması zordu.
Turgut Bey, vesâyetin siyâset üzerine düşen gölgesini tamamıyla tasfiye edemedi ama yine de sivil siyâsete önemli bir alan açmayı başardı. En azından bazı konularda mutâbakat sağlanarak bu yoldan Türkiye’nin kangren hâline gelmiş bir yığın meselesine neşter vuruldu.
Refahyol hükûmeti döneminde yaşananlar, 28 Şubat sürecinin sebep olduğu travma, siyâsetinin ne kadar ma’kul ve mâhirâne olduğunu göstermiştir. Eğer kendisi devletin başında olsaydı, 28 Şubat gibi bir ara dönemin yaşanmayacağı kanâatindeyim.
Turgut Özal, büyük siyâsî virajları aşmış, çok önemli politik başarılara imzâ atmış, özellikle de halkın devlete olan bakış açısını değiştirmiştir. Fakat aynı başarıyı sosyal sahada gösterememiştir. Siyâsetinin kültür ayağı eksik olduğu için, izlediği politikaların olumsuz netîceleri, zaman içerisinde sosyal hayatta fazlasıyla hissedilmiştir. O günlerin Türkiye’sinde fazla önemsenmeyen, ayrıntı gibi görünen bazı münferit durumlar, zaman içerisinde gelişme istîdâdı göstererek toplumun belli konulardaki hassâsiyetlerini zayıflatmış, direnç noktaları üzerinde ciddî tahrîbâtlar yapmıştır. Bu sözleri hiç kimse abartılı bulmasın. Bugün yaşamakta olduğumuz bazı altüst oluşların izlerini sürdüğümüzde, yolumuzun o günlere çıktığını görürüz. Meselelere farklı yönlerden nüfûz edebilen, kuşatıcı bakış açısına sahip büyük devlet adamına duyduğumuz ihtiyâç, geçmişte olduğu gibi bugün de kendini fazlasıyla hissettiriyor.
Siyâsette son söz dâimâ milletindir. Sizin kendinizi nasıl gördüğünüzden daha önemli olansa, toplumun sizi nasıl gördüğüdür. İmajınız, kendinize biçtiğiniz değerin önünde gider. Cenâzesinde taşınan pankartlar, toplumun O’na biçtiği değeri gösteriyordu.
Ankara ve İstanbul’da düzenlenen törenlerde yüzbinler, kendisini “sivil, demokrat, dindar cumhurbaşkanı” sloganlarıyla uğurladılar. Toplum, hakkındaki son sözü böyle söyledi. Hiçbir devlet reisine nasip olmayan bir coşku ve sevgi seliyle ebedî istirahatgâhına tevdî olundu. Arkasından söylenenler ve bu tören, Anadolu insanı için neyin önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Bütün bunlar, sadece kendisine biçilen değeri göstermiyor, toplumun taleplerini de yansıtıyordu. Özal, millet nezdinde o taleplerin tecessüm etmiş ifâdesiydi.
Demirel’in millî vicdânda sahip olamadığı milletin adamı imtiyâzı, Özal’a nasip oldu. Çünkü O, güç karşısında eğilmemişti. İşte o yüzden de bu millet, bütün günah ve kusurlarına rağmen öldüğü gün O’nu bağrına bastı.
MAHMUT HALDUN SÖNMEZER
--------------------------------------------
* Memleketim olan Bergama’da, bir zamanlar halk arasında anlatılan hikâyedir. Şehir efsânesi midir, yoksa gerçekten yaşanmış mıdır, bilmiyorum. Yalnız atalarımız “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” derler. Eğer yaşanmamışsa bile bunun Özal’a yakıştırılmasını manîdâr buluyorum.
Sene 1977. Turgut Özal, MSP’nin İzmir milletvekili adayıdır. Seçim çalışmaları için Bergama’ya gelir. Bir vakit namazı için maiyetiyle beraber on altıncı yüzyıl yapısı Şadırvanlı Cami’ye uğrar. Abdest aldıktan sonra, sırtını şadırvanın direklerine dayayarak ayakta çoraplarını giymeye çalışır. Tabiî mülâhham yapısı itibârıyla zorlanır. Cemâatten zorlandığını görenler, kendisine cami avlusundaki bir finans kuruluşuna ait bankı göstererek; “Turgut Bey, kendinizi yormayın, üzerine oturarak çoraplarınızı giyin!” derler. Özal, işâret edilen yere baktıktan sonra cemâate dönerek şöyle der: “Câiz değil, fâiz kokuyor.”
FACEBOOK YORUMLAR