ABD’DEKİ İSYÂNIN ŞİFRELERİ
Bir polis memurunun yol açtığı olaylar, ABD’nin kökleri çok derinlerde olan en önemli sosyal fay hattını harekete geçirdi. Kısa vadede olaylar yatışacağa benzemiyor. Yatışsa bile ilerleyen zamanda yeni ayaklanmaların çıkmayacağını ya da olayların farklı bir boyuta evrilmeyeceğini hiç kimse öngöremez. Kısacası Sam Amca’nın önünde girift ve çok zorlu bir süreç var. Tek bir kıvılcımın tutuşturduğu ateş, dünyanın en büyük gücünü yıllarca gündemine almayıp derin dondurucuda beklettiği târihinin en çetin problemiyle karşı karşıya getirdi. Hem de salgının kol gezdiği bir zamanda. Dünyanın patronu, belki de iç harpten (1861-1865) bugüne değin hiç yaşamadığı kadar büyük bir kaos ortamının içine çekilmek üzere…
Devlet ve toplumların içinden geçtiği süreçler de insanoğlunun tecrübesinden pek farklı değil. Her millet târihinin ağırlığını sırtında taşıyor. Ve günü geldiğinde de geçmişindeki defolarla yüzleşiyor. Bundan kaçabilmek mümkün değil. Bugün ABD, sınıflı bir toplum yapısından gelmiş olmanın getirdiği sıkıntılarla boğuşuyor. Köleliğin kaldırılmasının üzerinden 155 yıl geçti. Geride kalan bir buçuk asra rağmen köleci geçmişinin ayağına taktığı prangalardan ise hâlâ kurtulabilmiş değil. Fakat bunun en büyük müsebbibi de yine kendisi…
Bir toplum defolarıyla ne kadar erken yüzleşirse, bu kendisi için o kadar iyi sonuçlar verir. Zararın neresinden dönülse kârdır hesâbı… ABD ise bugüne kadar kirli geçmişiyle hiç yüzleşmedi. Yaptığı tek şey, kanûnî düzenlemelerle mâzînin üstünü örtmek oldu. Hâlbuki suyun üzerine yazı yazmaktan öte bir şey değildi bu. Sosyolojik kökleri çok derinlerde olan bir problemi kanûn çıkartarak çözemezsiniz. Ancak problemi unutturup bir süreliğine toplumun gündeminden çıkarmaya yarar o. Hiçbir adım atılmadan gündemden kaldırılmış bir problemse zaman içinde daha da büyür.
ABD’de kölelik, 18 Aralık 1865’te anayasa değişikliğiyle resmen kaldırıldı. Ve köleler kanûn nezdinde ülkenin hür ve eşit(!) vatandaşları oldular. Aynı hafta içinde (24 Aralık 1865) ise Tennessee eyaletinde beyaz ırkın üstünlüğünü savunan, zenci ve göçmen karşıtı Ku Klux Klan örgütü kuruldu. Kölelere vatandaşlık verilmesinin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden bunu hazmedemeyen zihniyet karşı atağa geçti.
Bir zihniyetin izlerini bir toplumdan kazımak çok zor. Zamana, büyük mücâdelelere ve bazı ahvâlde de olağanüstü gayretlere ihtiyâç gösteriyor. Fakat hiçbir şey çözümsüz de değil elbet. Şu âlemde ölüm dışında çözümü olmayan hiçbir dert yok. Çözümün önündeki en büyük engelse, görmezden gelerek derinlere itmek. Nisyâna terk ederek problemler karşısında devekuşu misâli başını toprağa gömmek…
Bugün ABD’de devlet, yıllarca görmezden geldiği sırtındaki kamburun kendisine çıkarttığı ağır faturanın altında eziliyor. Artık geleceğini kurtarabilmek adına geçmişiyle hesaplaşmak zorunda. Ve artık bu hesaplaşmayı erteleme şansı da yok! Ya yüzleşecek, ya da daha büyük bir felâkete kapı aralayacak. Umursamazlık, ihmâl, görmezden gelme gibi zaaflar bazen toplumların ipini çekiyor. İşte bugün ABD’nin içine düşmüş olduğu durum da tam anlamıyla bu.
Öncelikle şunu söyleyelim: Herhalde bu kadar insan, bir tek kişinin intikamını almak için ayaklanmadı. Adaletin kök saldığı bir memlekette kitleler, bir masûmun diyeti için sokaklara dökülmezler. Çünkü öyle bir toplumda herkes bilir ki, hukuk tez zamanda tecellî edecektir. George Floyd’un katli, tek kelimeyle dolan bardağın taşmasıdır. Umursamazlığa, adam sendeciliğe, görmezden gelmeye ve en önemlisi de çifte standart ve hukuksuzluğa başkaldırıdır.
Floyd’un son sözleri “Nefes alamıyorum!” oldu. Bugün ABD’de isyân eden kitlelerin ellerinde taşıdıkları pankartların üzerinde de aynı ibâre var. Sözün sloganlaşarak başkaldırının mottosu hâline dönüşmesi boş değil. Çünkü Floyd “Nefes alamıyorum!” derken suni solunumla ayakta kalmaya çalışan kitlelerin sesi oldu ve onların yüreklerinde biriktirdikleri kin ve öfkenin fitilini ateşledi.
ADALET YOKSA BARIŞ DA YOK!
İsyânın şifreleri herkesin görebileceği kadar nettir. Artık isyân, ırkçılığa karşı bir başkaldırı hareketi olmaktan çıkmış, ezilenlerin hak arayışına dönüşmüştür. Kitlelerin birçok eyalette sokaklara dökülmesi, halkın kamu otoritesine güvenmeyip kendisini yönetenlerden ümidini kestiğinin işâretidir. Yankeeler’in memleketinde siyahilerle beraber bütün ezilmiş kitleler, sadece ırkçılık ve polis şiddetine değil, itilmişliğe, gelir dağılımındaki adaletsizliğe ve her türlü hukuksuzluğa meydan okuyorlar.
İsyânın en önemli şifresi ise “Adalet yoksa barış da yok!” parolasında gizlidir. Hareketin dalgalar hâlinde birçok eyalete sıçramasının arkasında yatan sebep de odur zaten. İktidâr sahipleri sözün altındaki psikolojiyi görmezlerse yaşananların, önünde durulamaz bir çığa dönüşmesi mukadderdir. Zîrâ bu söz, bıçağın kemiğe dayandığını gösteriyor. Bu, bir ihkak-ı hak tavrıdır da aynı zamanda. “Bize hakkımızı vermezseniz, biz de size dünyayı dar ederiz.” diyenlerin çığlığıdır. “Siz bizi bugüne kadar duymadınız ama size de bundan sonra rahat ve huzûr yüzü yok!” diyenlerin öfkesidir. Bugün süpermarketlerin içini boşaltan bu öfke selinin, yarın elit ve burjuvaların yaşadıkları semtlerdeki malikâneleri yağmalaması hiçte uzak bir ihtimâl değildir. Hepsinden daha vahîmi ise devletin de bu çığın önünde durabilmesi artık zordur. O dakikadan sonra ise “Büyük Amerikan Rüyası” târih olur.
Bizim nesil ABD’yi Dallas, Flamingo Yolu, Şahin Tepesi gibi diziler üzerinden tanıdı. O dizileri izledikçe de Amerika’da herkesin konfor içinde yüzdüğü yanılgısına düştü. Çünkü bize sunulanın lüküs hayat operetinden bir farkı yoktu. Sanki orası Alice’in hârikalar diyârıydı. Zenginlerin şatafatlı hayatı üzerinden bir Amerikan rüyası pazarlandı dâimâ. Seksenli yıllarda Başkan Reagan bile ABD’nin dünya hâkimiyetini anlatırken “Dünya Dallas’ı seyrediyor.” diyordu. Tabîî bu bir illüzyondu. Gerçekler ise bambaşkaydı.
Bir başka yüzüyle ABD, Harlem’in arka sokaklarında meteliğe kurşun atanların ülkesiydi. Patlamış mısırla karın doyurup midesinin sesini bastırabilmek için üst üste demli çay içenlerin memleketiydi. Güvenlik endişesiyle geceleri sokağa çıkmaktan imtinâ edenlerin yurduydu. Gece vakti metroya inerken tanınmamak için gangster kılığına girenlerin sığınağıydı. Güvensizliğin kol gezdiği, hayatlarını riske atmamak için insanların kendilerini gizlediği bir korku imparatorluğuydu.
Bir polis memuru, sokak ortasında ve herkesin gözleri önünde fütûrsuzca cinâyet işleyebiliyorsa, gücünü nereden alıyor? Ona bu yetkiyi hangi kuvvet veriyor? O da biliyor ki yaşadığı toplumun yazılı kanûnları yanında bir de onlardan daha baskın olan yazıya dökülmemiş kuralları var. İşte bir polise bir zenciyi darp etme hakkını veren de toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş olan o sakîm anlayış. Polis, gücünü oradan alıyor. Zencinin başını ezen polis memuruyla Başkan Trump’ın vücut dilini bir karşılaştırın. Benzerlik sizi şaşırtır. Her ikisinin de yüz hatlarında o kendisinden başkasını umursamayan sorumsuz ve hodgâm ifâdeyi görürsünüz. Zenciyi öldüren polis memuruyla Beyaz Saray’ın patronu arasında seciye itibârıyla bir fark yoktur.
ABD’de devlet ile memnuniyetsiz kitleler arasında derin bir uçurum var. Bu uçurumun kapanması ise çok zor. Zîrâ kitlelere ulaşabilmek için öncelikle onları yönlendirebilme potansiyeline sahip kanâat önderlerinin yanında durmak, onlara yakın olmak gerekiyor. Onların nabzını tutmadan kitlelere ulaşamazsınız. Amerikan devleti ise bu seçeneği daha altmışlı yıllarda kendi eliyle yok etti. Martin Luther King, Malcolm X gibi kitlelere yön verebilme potansiyeline sahip güçlü figürler gizli servis operasyonlarıyla ortadan kaldırıldı.
Hem şahısların hem de devletlerin hayatındaki en ciddî zafiyet ihmâl. Yılların, asırların ihmâli ise bazen en ümit edilmedik anlarda toplumu can evinden vuruyor. Yapılacak iş, barış zamanlarında potansiyel tehlikelere karşı tedbîr almak, uzun vadeli sosyal politikalar geliştirerek yumurta kapıya dayanmadan evvel devreye sokmak. Sosyal defoların istikbâlde doğurabileceği tehdîtleri çok önceden görebilmek. Şu anda ABD bir buçuk asırlık bir ihmâlin ağır faturasıyla yüzleşiyor.
Batı dünyası artık büyük devlet adamları yetiştiremiyor. Kökleri derinlerde olan bir problemin çözümü içinse büyük fikir adamlarına, düşünürlere, irfânî derinliği olan sosyal bilimcilere ihtiyâç var. Dikkat ve enerjisi günlük siyâsî hâdiselerin anaforunda yitip giden bir başkanın ise bütün bunları görerek tedbîr alması imkânsız.
Bazılarının ifâde ettiği gibi bu durum, dünyayı karıştırarak ona yeniden düzen vermek isteyenlerin provokasyonu olarak görülemez sadece. O aysbergin görünen yüzüdür yalnızca. Asıl problemse denizin altında kalan kısmında yatıyor. Her provokasyon toplumsal bir yarayı kaşıyarak kendisine zemin bulur. Kaşınacak bir yaranız yoksa eğer, kimse bir şey yapamaz size. O yüzden de problemlere çok önceden neşter vurup yaraları tedâvî etmek gerekiyor.
ABD, bir polis ve kanûn devleti. Bu özelliğini değiştirip bir hukuk devleti oluncaya kadar da ansızın ortaya çıkıveren bu tür öfke patlamalarıyla cebelleşmeye devam edecek.
MAHMUT HALDUN SÖNMEZER