HÜVEL BAKİ?( Birinci Bölüm)
Her can ölümü tadacaktır. Mümin, kâfir, herkes ölüm gerçeğini kabul etmektedir. Çünkü en sevdiği canlar, zenginler, fakirler, krallar, cumhurbaşkanları, dünyanın en gelişmiş hastanelerinde, en kaliteli tıp profesörlerinin gözetimi altında ölüp gitmektedirler.
Dünya kalsa Muhammed’e (peygamberimize) kalırdı,
Can satılsa onu dünün zengini Karun, bugünün zengini Bill Gates satın alırdı.
Derman bulunsa bunu Lokman Hekim ve bugünün ünlü tıp doktorları bulurdu.
“Bu ölümdür, buna çare bulunmaz.” der, Derviş Hacı.
Yaşa bakmıyor, mevkie bakmıyor, izbelerde buluyor, saraylarda yakalıyor. Dünyanın en kaliteli doktorlarının elinden çekip, alıyor ve götürüyor.
Ölmemeye çaremiz yok. Öyleyse gelecek günlere ecdadımız gibi hazırlık yaparak arkamızda sevap defterini açık tutacak kendi gücümüzde eserler bırakalım. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken her an öleceğimizi de unutmayacağız. Mutlaka bir gün “Er kişi niyetine!” veya “Hatun kişi niyetine!” diye namazımız kılınacak. Hikâye olarak dinlediğimiz kıssalar mutlaka hepimizin başına gelebilecek olaylardır. İşte bunlardan ikisi…
Yeni taşındığı apartmanın bahçesine, halk arasında adına “mezarlık ağacı” da denen selvi ağaçlarından dikmişti Nuri Bey! Niyeti, ağaca baktığında öbür dünyayı da hatırlamaktı. Elbette ölümden kaçış yoktu… Nuri Bey’in gayesi, dünyada kazanmaya çalışırken âhîretin varlığını da unutmamaktı. Çünkü Peygamberimizin iki kalıcı nasihatini hiç unutmuyordu Nuri Bey. Onlardan biri Kur’an-ı Kerimi, diğeri ise ölümü unutmamaktı. Daire komşuları da onun bu düşüncesinden ve yaşantısından etkilenirlerdi. Ona karşı ayrı bir saygınlık duyarlardı.
Bir gün, apartmanın önündeki ağaçları sularken yoldan geçen hanımlardan biri, Nuri Bey’e yaklaşıp sordu.
“Apartmanın üst katı boş gözüküyor, acaba kiralık mı?”
Nuri Bey, soruyu soran hanıma, “Sahibi taşınacak.” demeye kalmadan, gruptaki hanımlardan birisi sinirli bir şekilde lafa karıştı.
“Ne yapıyorsun Semra? Deli misin Allah aşkına?” diye arkadaşına çıkıştı. Arkadaşı,
“Ayol, niye deli olayım Mehtap! Sana yardımcı olmaya çalışıyorum. Sen kiralık ev aramıyor musun?” diye karşılık verdi adı Semra olan.
“Teşekkür ederim. Ev arıyorum da yalnız hiç bu binadan ev kiralanır mı?” diyerek sitemkâr bir ses tonuyla söylendi Mehtap Hanım.
“Neden?” diye şaşkınlığını atmaya çalışan Semra Hanıma, durumu anlatmaya çalışıyordu Mehtap Hanım.
“Durumu görmüyor musun?” diye apartmanın önündeki ağacı göstermeye çalışıyordu kaş göz işaretiyle.
Semra Hanım, şöyle bir etrafına bakındıktan sonra sordu:
“Ben bir şey göremiyorum, sen ne görüyorsun?” diyerek daha da şaşkın bir hâlde sordu.
Ev arayan Mehtap, müstehzi bir ifadeyle cevap verdi.
“Ne göreceğim Semracığım. Baksana, bahçeye mezarlık ağaçları dikmişler. Bu binada her gün bunlara bakarak yaşanır mı?”
Selvi ağaçlarından rahatsız olan Mehtap son sözünü söyledi:
“Yürü Allah aşkına! Memlekette kiralık daire mi kalmadı? Ölümü hatırlatan ağaçların olduğu yerde oturmam ben!”
Onlar hızla uzaklaşırken Nuri Bey de selvi ağacının altında şaşkın halde kalakalmıştı. Bu olayı, yakın dostlarına “ibret vakası” olsun diye anlatmıştı. Dostları arasında Mehtap Hanımı tanıyanlar çıktı.
Neyse uzatmayalım, yıllar yılları kovaladı. Bir gün öğle vakti semt camisinde Nuri Beyin kulağına, cenazenin başındaki imamının gür sesi geldi. “Hatun kişi niyetine!” Nuri Bey de cenaze namazına iştirak etti. Namazdan sonra cemaatten biri, Nuri Beyin kulağına eğilerek şunları söylüyordu.
“Namazını kıldığın bu kadının kim olduğunu biliyor musun?”
“Bilmiyorum.” dedi, Nuri Bey. Arkadaşı devam etti.
“Vaktiyle senin bahçede, mezarlık ağacı görmeye dayanamayan bir kadın vardı ya namazını kıldığın cenaze, işte o kadının… Şimdi onu götürüyorlar ve bir selvi ağacının dibine kazılan mezara gömecekler.”
Her can ölümü tadacaktır. Ölmemeye çaremiz yok
Diğer hikâyemiz de şöyle.
Hayri Bey, uzun zamandan beri görmediği arkadaşına rastladı çarşıda. Çok sevindi elbette. Daha sonrasını kendinden dinleyelim.
Arkadaşım Doğan’la karşılaştığımızda ezan okunuyordu. Kısa bir hoş beşten sonra,
“Haydi Doğan, camiye gidelim. Bugün Cuma!” dedim. Doğan’ın namaza karşı soğuk olduğunu yıllar öncesinden de biliyordum. Ama belki değişmiştir, düşüncesiyle Cuma namazına beraber gitmeyi teklif ettim. Ama üzülerek gördüm ki yıllar geçmişti, Doğan’ın fiziği değişmişti, saçı başı ağarmış, yüzünde derin çizgiler, gözlerinin altında avuç içi kadar mor halkalar oluşmuş, benim gibi artık merdivenin tersine doğru basamaklarının sonuna yaklaşmıştı. Fakat Doğan olarak hiç değişmemişti.
“Sen benim camiye gitmediğimi biliyorsun Hayri!” dedi ve devamla “Boşuna ısrar etme, sen git bizim için de dua et!” diye teklifimi boşa çevirdi.
“Neden direniyorsun be Doğan!” dedim. “Bu gelişin bir de gidişi var. Bak, biz artık yaşımızı başımızı aldık. Nereye varacak bu işin sonu?” dedim. Cevaben bana,
“Ne bileyim, olmuyor işte!” dedi. “Belki çevrenin tesiri belki de… her neyse … Hem sana bir şey söyleyeyim mi Hayri, pantolonumun ütüsü bozulur, diye endişe ediyorum!” demez mi? İster istemez güldüm ve
“Herhalde şaka yapıyorsun Doğan, bunun için namaz terk edilir mi?” dedim, gülüştük.
Yarı şaka, yarı ciddi olarak Doğan’a inandım. Gerçekten giyimine çok düşkündü. Ütüsüz pantolon giymez, özellikle de yeşilin tonu olan renkteki kıyafetleri tercih ederdi.
“Peki, hayatında hiç camiye gitmedin mi?” dedim!
“Çocukken dedemle birkaç kez gitmiştim.” diye cevap verdi.
Söyledikleri beni son derece şaşırtmıştı. Bu konuyu açtığıma pişman olmuştum. Daha sonra öğrencilik arkadaşım Doğan’la el sıkışıp ayrıldık. Onunla görüştüğümüzden iki sene sonra Doğan’ın camide olduğunu söylediler. Hemen o hayli uzak mesafedeki camiye gittim. Caminin bahçesinde insanlar saf tutmuşlardı. Bizim Doğan da safın en önünde duruyordu. Üzerinde ise yine her zamanki kıyafetine uygun yeşil bir örtü vardı. Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle, “Hani camiye gelmeyecektin Doğan?” dedim. Hiç ses vermedi, itiraz da etmedi. Musalla taşının üzerinde ve yeşil örtülü bir tabut içinde öylece yatıyordu.
O, camiden uzak bir hayat yaşadı, ama son durak yine cami oldu.