Kadir KESKİN

Kadir KESKİN

[email protected]

BU KAHVENİN MÜŞTERİSİ OLMAYAN VAR MI?

01 Eylül 2019 - 07:59

          BU KAHVENİN MÜŞTERİSİ OLMAYAN VAR MI?  

ÖNEMLİ NOTUM: 6 yıl önce rahmetli babamın vefatı dolayısıyla  “  Yalancılar Kahvesi” adlı bir kitap yazmıştım.  Amatör bir yazar  olarak kitabımı da  bir yayınevine   kendi param ile bastırmıştım. Ancak Yayınevi anlaşmamızı ve iyi niyetimi suistimal ederek  bilgim dışında  çok miktarda bastığı  “ Yalancılar Kahvesi  ile Eğitim Öğretim Dedikleri”   kitaplarım  bazı  büyük yayınevlerinde  internetten satışı devam etmektedir. Kitaplarıma ilgi duyan okurlarım kitaplarımı LÜTFEN İNTERNETTEN SATIN ALMAYIN.  Emek hırsızı bu yayınevi ile mücadelemi yasal yönden takip ediyorum. Arzu eden  okurlarım  kitaplarımı  internetten değil,  [email protected] dan talep edebilirler.

     Başlığı okuyup da avcıların, yaptıkları avları ve abartılı bir şekilde anlattıkları avcılar kahvesi aklınıza gelmesin. Bu başka bir yalancılar kahvesi…  Hepimiz, eninde sonunda bu kahvenin tabii  müşterisiyiz. Ama bugün,  ama  yarın… Babam   bu kahvenin   müşterisi   oldu. Yalancılar kahvesi yine  muğlâk   kaldı. Bir   şey anlamadınız  ama   hepinizin  bildiği  ve  hepimizin  yine   çok iyi bileceği “Yalancılar Kahvesini”    bir  anekdotla  size  tanıtmaya  çalışayım.
             Anadolu’nun ünlü  manevi  şahsiyetleri  olan  Mevlânâ  ile  Şems’i çok    iyi tanıyorsunuz.   Mevlânâ  Celâleddîn-i  Rûmî ,  Şems  ile tanışmazdan önce  medrese hocasıdır.  Bugünkü deyimiyle  üniversite  hocasıdır. Ancak ,   ünlü  Sofi  Şems ile tanıştıktan   sonra  tasavvufa  meyleder. Hocalığı ve Konya’daki özel  dostlarını   ihmal  eder. Gece gündüz  Şems  ile derinlikli  tasavvufi  sohbetlere  zamanını  ayırır. Mevlânâ’nın ,  Şems   ile  olan  bu dostluğu  ve  Şems’e  bu  kadar  zaman  ayırıp mühimsemesi  Konya’da dostları  arasında   kıskançlığa  sebep  olur  ve  Şems’e  karşı  bir   hasımlık  peyda   olur.  Herhalde ,  başlarına  gelecekleri  tahmin  ettiler  ki  sohbetleri  esnasında,  Mevlânâ : “Biz  birbirimizi  kaybedersek  nerede  bulacağız ?”  diye  sorması   üzerine ,  Şems:  “Beni  kaybedersen  Tebriz’de  çok  meşhur  bir  Yalancılar  Kahvesi   vardır. Beni  ararsan  orada  bulursun .”  der.

             Gel zaman git zaman Konya’da,  Şems’e  karşı  büyük  bir  muhalefet  oluşur. Şems  ise  Konya’da  kalıp  Mevlânâ’ya  bir  zarar  gelmesine  gönlü  razı  olmadığından  bir  gece  aniden  Konya’yı  terk eder.  Mevlânâ, canciğer  dostunu kaybetmenin  üzüntüsü   içinde  günlerce  onun hasretini  çeker.  Nihayet  ayrılığın   hasretine dayanamaz. Sonunda  bir  gün, o da Konya’yı  terk  ederek  Tebriz’e,  yakın  dostunu aramaya  gider. Tebriz’e  vardığında  karşılaştığı  herkese  meşhur  yalancılar  kahvesini sorar  ama  sorduğu  her   Tebrizli  bıyık  altından   güler .“ Burada  böyle  bir   kahve yok.” diye.  Lakin,  Mevlânâ  dostuna  güvenmektedir. O  yalan  söylemiş  olamaz… Mevlânâ, Tebriz’de günlerce yalancılar kahvesini arar  ama  bir  türlü   bulamaz. Sonunda  dostuna  olan  güveninin  sarsılmışlığı  içinde  Tebriz’den  dönerken  yol üzerinde,  ecdadının  medfun  olduğu  topraklardaki   mezarlığa   uğrayıp   bir   Fatiha okumayı  düşünür.  Fatiha okumak  için  mezarlığa   girdiğinde  bir  de  ne  görsün, Şems   mezarlıkta…

        İki dost gözyaşları  içinde  kucaklaşır.  Neden  sonra   Mevlânâ :  “Sizi günlerce  Tebriz’de  yalancılar  kahvesinde  aradım   da   kime sorduysam     bana güldüler. Burada  öyle  bir  kahve  yok .’’ dediler. Şems   ise  dostunu  dinledikten  sonra :“Var ,dostum, var. En  büyük  yalancılar  kahvesi  burası… Eninde sonunda buraya  gelince  onlar     da   öğrenecekler. Görüyor musun? Burada yatanların   hepsi   yalancı… Dünyada   iken  bunların   bir   kısmı  ‘malım   var’ diye, bir  kısmı  ise  ‘makamım, rütbem, sarayım, tahtım, tacım, şanım, şöhretim’  var  diye  birbirlerine çalım   atıyorlardı.  Ama görüyorsun işte !.. Bunların   hiçbir   şeyi   yokmuş. Fakiri  de zengini  de  buraya  aynı   elbise   ile  geldiler. ’’ diye, cevap   verir.

Evet, dostlarım,  bundan  6 yıl  önce gecenin  geç bir saatinde babamı  hastanenin aciline götürdüm. Doktorlar ilk müdahaleyi yaptıktan sonra  acilen  yoğun  bakıma aldılar. Ben   her   zamanki   gibi  biraz oksijen  aldıktan  sonra ( Nefes darlığı şikâyetinden ) tekrar  eve  götürmeyi  beklerken   saat  08.30’da , eski  öğrencim  Doktor  Bekir Kaynar    “Başınız   sağ   olsun… Hocam ,   babanızı   kaybettik.” deyince,  inanamadım. Sanki, doktor  - öğrencim-  benimle  şaka  yapıyordu.  Evet,  şaka değildi. Dünyanın tek  gerçeğiyle yüz   yüzeydim.  Evet, babamı kaybetmiştim. Morga beraber indik. Işıl ışıl gözleri yerindeydi  ama benim göz yaşlarımı görmüyordu. Kulakları yerindeydi ama kız kardeşlerimin feryat figanını duymuyordu.

 Rahmetli babamı,  Hoca Efendi  ile beraber  yıkadık. Ben  suyunu  döktüm. Hoca  Efendi  yıkadı.  Yıkandıkça  beyazlaştı.  Sonra, cepsiz dört beş metre kefene bedeni  sığdı. Sonrası  kabir... Biricik  babamı,  kabire  kendi  ellerimle  yerleştirirken bir  taraftan  da  empati  kuruyordum. Ölüm  denen  hakikat  , eşe  dosta, konu   komşuya gelecek  de  aileme  gelmeyecek  gibi   geliyordu  bana . İşte  babama geldi.  Er  ya  da  geç,  bana  da  gelecek  aynı   koşuşturma, aynı  feryat  figan  benim için  de… Çocuklarım, torunlarım ve  aziz  dostlarım  sizler  hepimiz  ve  herkes  için  (Allah gecinden  versin,  iman   selameti   ile  bu  şerbeti  tatmayı  hepimize  nasip  etsin)  cereyan  edecekti.

 O anda,   yamyamların aile sevgileri aklıma geldi. Yamyamlar,  bize anlatıldığı gibi her insanın etini yemezlermiş. Sadece anne babalarının etlerini yerlermiş.“Bizi doğuran annemizi, bizi  yedirip   büyüten  anne- babamızı   nasıl  kara toprağa veririz…’’diyerek  ‘‘ Onları  yersek  kendi  vücudumuzda  yaşatırız   ve   onlarla  beraber  yaşarız.’’  İnancıyla anne -babalarının  etlerini   yerlermiş.

Acaba, dedim!  Ben yamyamlar kadar  da  mı babamı  sevmiyorum? diye  bir soru  geldi aklıma. Evet, seviyordum… Fakat ben onu  yüce  dosta  emanet  ettim.      Kabire yerleştirdikten  sonra  göz   açıp  kapayıncaya   kadar   topraklarla   naaşı   kapatıldı.  Sonrası dinî merasim …

            Bu  arada   mahallemizin  Erzurumlu   Ersin  Hoca ’nın  duası  beni  çok  etkiledi. “Dünyada yollar  çoktur  ama  iki  yol  vardır  ki  biri  feryat  ile  figanla  kabre gider, diğeriyse  Hak’ka  gider. Biz  birinci  etabı   merhum  ile tamamladık.  Rabbim , şu  andan   itibaren  mevtayı   sana  yolladık.  Ne olur ,  onu ,   hata  ve  kusurlarıyla huzuruna  kabul  eyle.  Rahman  ve  Rahim  sıfatınla  ona  merhamet  eyle,  Gafûr sıfatınla günahlarını affeyle.” diye duasını noktaladı.

           Babamın büyük  evladı  olarak  evrak    işleriyle  ilgilenmek  bana kaldı. Huzur bulduğu   yuvasını,  ardında   bir   başına  bırakıp  yalnız   ve  dilsizleşen  eşyalarıyla,  ölümü  ve  dirimliği  için  biriktirdiği  üç beş  kuruşu  geride  kaldı. Hiçbirini götürmedi çünkü elbisesinin cebi yoktu  ki  nereye   koyayım.?  Arkama baka, baka kabirden ayrılırken şunu anladım: “  Ölümden başka her şey yalanmış

  [email protected]

 

 

Reklam