Beyaz olmanın sarhoşluğunu mu yaşıyoruz?
Son günlerde TV ekranlarında evin içinden Mehmet Çelik ile Mehmet Okuyan hocalarımızın, müfessir Mahmut Toptaş Hocamızın basında:“Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak 100 bin civarında cami, yine yüz bin dolayında imam ve müezzin görev yaptığı gibi, 20 bin Kur’an kursu öğretmeni ve yine 20 bin civarında geçici Kur’an Kursu öğreticisi varmış. Üç bin vaiz ve 1500 müftü ile Diyanet, hizmetine devam ediyor. Türkiye’de hiçbir kurum veya kuruluşun böylesine geniş imkânları yoktur. Cuma günü yapılan vaaz ve hutbelerle her hafta vatandaşlarımıza dini konuşmalar yapılmaktadır. Aynı şehirde bir tane erkek öğrenci bulamadığı için Kur’an kursunu kapattığını söyleyen yetkili, bilsin ki aynı şehirde hizmet veren özel vakıf veya dernekler öğrenci bulabiliyorlar. Hatta kapasiteden fazla müracaat olduğundan imtihanla öğrenci alıyorlar.” Eleştirilerine ben de tenkit niyetiyle değil de sade bir Müslüman olarak yakında yaşadığım bir olay nedeniyle fikrimi beyan etmek istedim.
Geçenlerde geç vakitte evime dönerken eski bir öğrencimle karşılaştım. Boşandığı evliliğinden bir çocuğu, ikinci evliliğinden de yine bir çocuğu olmuş. İkinci eşi: “ İlk çocuğunla görüşmeyeceksin, anneni, babanı, yakınlarını da bu eve istemiyorum.” İsteği karşısında cinayet işlememek için cüzdanını, montunu dahi almadan kış günü kendini dışarı zor atmış. Kahveye girip çay içecek parası da olmadığı için sokakta dolaşıyor. Genelde aile içi kavgaların iş ve aş yorgunluğu nedeniyle geceleri olduğu emniyet kayıtlarında yer almaktadır.
Öğrencimin problemini hallederek evime geldim ama konu beni hala meşgul etmeye başladı. Olayın sıcaklığında “ Nöbetçi Eczane, Nöbetçi Doktor, Nöbetçi karakol oluyor da neden nöbetçi bir cami yok?” başlıklı bir yazımla aşağıdaki duygularımı dile getirmiştim.
“Avrupa, vatandaşlarımızın yaşadığı komşu kapımız oldu. Anlattıklarına göre ki ben de şahit oldum. Aç, açıkta kalan vatandaşımızın inancına bakılmaksızın kilise karnını doyurup, cebine harçlık koyuyor da camilerimiz niye bu işlevi niye yerine getirmiyor? Kış aylarında yaşıyoruz. Dağda hayvanlar, sokakta insanlar donarak ölüyor. Hocalarımız kürsüden, Peygamberimizin“ Komşusu aç iken, karnı tok yatan bizden değildir.” Sözlerini hatırlatarak, her türlü canlıya yardımın sevap olduğunu söylüyorlar. Elhak doğru. İnanıyoruz ama çözüm sıfır. Türkiye’de en yaygın teşkilat, Diyanet teşkilatıdır. Şehirlerden en ücra köylere kadar teşkilatı olmayan köy yoktur. Cami, peygamberimiz ve ecdat Osmanlı zamanında sosyal hayatın merkezi idi. Mescid-i Nebevi ibadet yeri olmanın yanında Suffa ashabının karnını doyurduğu aş evi, okul ve spor yuvası idi. Osmanlı zamanında saydığım bütün bu sosyal kurumların merkezi, camilerin müştemilatı idi. Manisa’da Muradiye, Sultan gibi selâtin camilerinin etrafında bu yapıları görmekteyiz. Yaz- kış nöbetçi kahvehane, nöbetçi eczane, doktor, karakol oluyor da, neden kesintisiz 24 saat açık nöbetçi bir camimiz yok? Geceleri çoluğuyla, çocuğuyla sıkıntı yaşayan kardeşlerimizin dertlerini dinleyecek, rehberlik yapıp, dert ortağı olacak nöbetçi bir camide sıcak bir çay ikram edecek bir din görevlisi olmasın. Her camide güneş enerjili şadravan ile tuvaletler bulunmakta. Tuvaletlerin biri duş haline getirilse de yolda yolakta, sokakta kalan kardeşimiz orada bir duş alsa olmaz mı?” şeklinde düşüncelerimi ifade eden bir yazı yazmıştım
Geçenlerde yeni tanıştığım iki ilahiyatçı ile bir dost ortamında bulunurken bu konuyu dile getirdiğimde, meslektaşlarımdan biri” Böyle gelmiş, böyle gider” dedi. Yine konuşmamız kendi mesleğimiz üzerine devam ederken: “ Seminerlerim dolayısıyla Türkiye’yi geziyorum bugün gökten ilahiyatçı yağsa yetmez. Okullarda büyük çapta idarecilerin ilahiyatçı olduğunu Turizm mezunu öğretmen arkadaşlarımız dururken, ilahiyatçı, öğretmen evi müdürü, futbol sahasının çapını bilmeyen meslektaşlarımızın da Gençlik Spor Müdürü olduğunu görüyorum. Gezdiğim ve gördüğüm bir çok okullarda da din bilgisi dersleri emekli imamlarla, branş dışı öğretmenler tarafından doldurulduğunu” söylediğimde meslektaşım “ Başka birisi olacağına bizim arkadaşımız olsun” deyince, ben de ağzımız açıldığında “ Hz. Ömer’den ve adaletinden söz etmeye hakkımız yok” diyerek ani bir tepki sonucu hayatım boyunca yapmamam gereken bir hata ile beceriksiz meslektaşlarım hakkında bir kelime kullandım. . Arkadaş da ilahiyatçı hassasiyeti ile tepki vererek yanımızdan ayrıldı. Arkasından Whatsapla özür dilememe rağmen karşılık vermedi. Ama ben yine de buradan tekrar özrümü tekrarlıyorum.
Eskiden İslam âlimlerimiz eleştiri yapanları “ Manevi İkram dostu” olarak kabul ederlermiş. Hep övgü, takdir insanı tembelleştirir. Allah korusun “ Ben neymişim?” noktasında nefsini bile putlaştırır. Eleştiri ise insanı geliştirir, daha iyi yapmaya yöneltir. Düşmandan da gelse eleştiriyi dikkate almamız gerekir. Mesela benim Manisa’dan M. Pala, Denizli’den Okul Müdürü H. Küçükçal, Dr. Bayram Yılmaz beylerin eleştirileri dolayısıyla kendilerini manevi ikram dostum olarak kabul ettim. Onların eleştirileri benim çalışmalarımı daha da olgunlaştırdı. Ve şunu gördüm. İslam âlimlerimizin “ Manevi İkram” olarak kabul ettikleri eleştiri kültürü, öbür mahallede olmadığı gibi, olması gereken bizim mahallede de hiç yok.
Mahallemde üç tane cami var. Allah var bütün camilerimiz alttan ısıtmalı fevkalede temiz nezih ortamlar. Her bir camide cemaat sayısı üç safı bulmaz. Hocalarımızın sesi de gayet güzel. Avuç içi kadar caminin içinde 7 tane hopörler var. Ben dâhil cemaat yaşlı. Biliyorsunuz Hitlerin ölüm çeşitlerinden biri de yüksek sesle adam öldürmesidir. Hem kendimin hem de cemaatin rahatsız olduğu yüksek ses konusunda alınmasın diye isimsiz gayet güzel nazikçe bir mektup yazmama rağmen, mektubu alan hocamız, tavsiyeyi dikkate alacağı yerde “ Bir de bana mektup yazıyorlar” diye benim de bulunduğum bir ortamda tafra yaptı. Özellikle kurumlarda ve okullarda şikâyet ve dilek kutuları vardır. İmamlar da cemaatle bütünleşmesi açısından böyle bir kutu koyması gerekmez mi? Ama yukarıda meslektaşımın da ifade ettiği gibi “böyle gelmiş böyle gider” anlayışı hâkim. “Cemaat benden ne gibi bir hizmet istiyor” diye bir kaygı ve hizmet düşüncesi yok.
Gaziantep’ten A.N. adlı vatandaşımızın din görevlilerimizle ilgili internette dolaşan bir eleştirisi var. Niyetinin ne olduğunu bilmemekle beraber eleştiri üslubunu şık bulmadım. Ama aynı mahallede oturan din görevlisinin: “ A.N. nin cenazesi benim camiye gelirse namazını kıldırmayacağım “ diye verdiği cevap hiç şık değil. TV. ekranlarında İlahiyatçı meslektaşlarımızın birbirlerini tekfirlikle suçlamalarına hiç girmiyorum.
Sonuç: Seksen yıldır ben de dâhil muhafazakârların bu ülkede en çok şikâyet ettikleri konulardan biri: “ İnanç hürriyetimiz yok, din elden gidiyooor. Diye bağırıyorduk. Muhafazakârlar olarak gerçekten dün bu ülkenin zencisiydik. Ben de mesleğim itibariyle birçok olumsuzluklar yaşadım. Rahmetli kendini savunan adam, ömrü boyunca bunun mücadelesini verirken boncuk boncuk terler akıttı. Bu terler boşa gitmedi. Yiğit uzun adam bu mücadelenin sonucunu aldı. Haydi din hizmeti için bütün kapılar açıldı. Ama maalesef dine hizmet edeceğimiz yerde ehil olalım, olmayalım koltuk kapma yarışına girdik. Hatta oturduğu koltukta “ben ne verdim?” demeden arkadaşının altını oyup, onun koltuğuna göz diktik. Kısacası koltuk kapma yarışına yöneldik.
Matematik, fizik branşlı müdürden hoşlanmayan vatandaş matematik ve fizikten ürkmüyor. Ama ilahiyatçının işgal ettiği koltukta adaletsizlik ve becerisizlik olursa, insanlar onun şahsında dinden ürküyorlar.. Dine hizmet edelim derken, bazı meslektaşlarımızın beceriksizliği yüzünden insanlarımızı dinden uzaklaştırır hale geldik. Mesleğimle, meslektaşlarımın başarılı hizmetleriyle onur duyuyorum bunlardan nasıl yazılarımda söz konusu ediyorsam eksikliklerimizi ve yanlışlarımızı da savunmamız bize yakışmaz. 100 bin imamımız senede bir insanımıza bildiklerini öğretse on sene sonra bir milyon yetişmiş insanımız olur. Her sene on kişi yetiştirse on milyon olur. Açlık ve sefalet üzerine kitap yazmak yerine toprağa tohum atıp, insanlara tohum saçmasını, harman kaldırmasını öğreten daha iyidir. Dün “hizmet edeceğim ama kanunlar ve yönetmelikler engelliyooor!”mazeretine sığınan bizler, yüz binleri aşan diyanet görevlisinin yanında 86 İlahiyat fakültesi ve 6 bin imam-hatiple haydi buyurun ne hünerimiz varsa gösterelim, dinimize hizmet edelim.
“Onun yerine bizim arkadaşımız olsun” anlayışıyla din hizmeti yaptığımızı düşünüyorsak, bilelim ki bu düşünceyle sadece kendimizi aldatıyoruz. Ehil olmayan meslektaşlarımızla da bu koltukları tahsis eden iradeye zarar veriyoruz.