“Ortalık toz dumanken beklemek gerek, sabretmek gerek. Zaman bütün hakikati ortaya çıkartacak nasıl olsa. Elimizden gelen bize ne düşüyorsa ensar olmanın hükmünde muhacirliğe düşene yardım etmek. Elinden geldiğince, hatta fazlasıyla.”
SUSMANIN KALESİNE SIĞINIYORUM
Ekranlardan yansıyan görüntüler. Göz yangınları, gönül yangınları… Aradan yıllar geçse de acısı yüreklerden hiç çıkmayacak yaşanılanlar. Ekrana bakan yürekler böylesine yanarsa, böylesine çaresizliğin doruk noktasında hapsolursa o görüntülerin sahipleri ne durumdalar. Kanar, kanar yürekler.
Yine ekranlardan yansıyanlara bakalım. Diyor ya şair insan için “..kiminden nur akar, kiminden kir..” Öncelikle kir akan yüzlere bakalım, insan olduğumuzda utandığımız yüzlere ve onlardan yansımalara.. Hiçbiri resmedilememiş. Kiminde kan, kiminde karanlık, kiminde renksizlik. İnsan yüzleri, insan ruhundan arındırılmış bir ceset soğukluğunda. Ruhsuz, duyarsız sözcükler eşliğinde acıya, hüzne, eleme, kedere veda! Kanıksanmış, özümsenmiş bir donukluk! Acıdan beslenen gözler, kafalar, düşünceler!. Cehaletin diz boyu sarmalandığı kaybolunmuşluk.
Ve nur akan yüzlere bakalım, her gördüğümüzde tazelendiğimiz, umutlandığımız. Karanlık gölgelerine mahkûm ettiklerimize inat, bunca felaketin içinde filizlenen güzelliklere. Hep inançlı, hep dimdik ayakta. Bir canı daha kurtarabilir miyim derken vermeyi bilen, verdikçe çoğalanlara. Her bir cana nefes olmaya vesile kılındığında gözleri yaşaran, arkadaşlarına sarılan gül yürekli insanlarıma. Arayış, arayış ve umutlar. Çaresiz değiliz, kimsesiz değiliz. Zerre zerre çoğalan sessiz çığlıklar gökteki yıldızlar kadar çok.
“Susmanın kalesine sığınıyorum
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü gök var”
Erdem Bayazıt
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü gök var”
Erdem Bayazıt
Ve yanılsamalar. At gözlüğüyle bakmaya sürgün bırakılan kitleler. Sadece ne okuduysa, ne gördüyse onun peşi sıra gidiverenler. Muhakeme gücünü, iradesini kaybetmişler. Ortalık toz dumanken beklemek gerek, sabretmek gerek. Zaman bütün hakikati ortaya çıkartacak nasıl olsa. Elimizden gelen bize ne düşüyorsa ensar olmanın hükmünde muhacirliğe düşene yardım etmek. Elinden geldiğince, hatta fazlasıyla. Konformist yardımlardan bahsetmiyorum. Bağışta bulundum işim bitti, içim rahat artık diyemeyiz. Benim elimden gelebilecek ne varsa. Bugün kara günlerdeyiz. Benim milletim kara günlerde ne yapacağını iyi bilir. Ekranlara, sanal alemlere ve gittikçe birbirine giren sözlere aldanmadan.
Mağaradan çıkan insan medeniyet ufkuna sitelerde ulaştı. Medeniyetle düşüncesinin hükmüne vardı, toplum olmayı başardı sitelerde. Şimdi yine sitelerdeyiz. Sitelere – adlarıher neyse; Allah’tan Türkçe onların adlarıyla kirlenmemiş- yamanmış durumundayız, ya da o sitelerin yanaşması durumundayız. Artık yaşam kaynaklarımızla nefes alma, yeme içme de dahil sitelerdeyiz. Düşünmeyi, hükmü bizim adımıza onlar gerçekleştirdiği için bize sadece seyretmek veya kopyalayıp yapıştırmak kalıyor. Kopyala yapıştır, olsun bitsin.
Kendine ait olmayan kopyalar üzerine ahkâm kesmek de kolay; daha da kolayı var “beğen” geç. Bütün bunları gerçekleştirmek için bir de arkadaş olman gerek. Sözcüklere bakıyorum, onları dinlemeye çalışıyorum, anlamaya çalışıyorum. Manasızlaştıklarından ne ses veriyorlar ne de görüntü. Ruhları yok, kaybolmuşlar. “Beğenmek, arkadaş olmak” insana incelik, güzellik katan sözcükler!.Ama; hükümleri olmadığından sadece birer silik gölgeden ibaretler.
Depremin iki yüzü, felaketin iki boyutu. Gerçekten fiziki olarak yaşadığımız adına “asrın felaketi” dediğimiz deprem, bir de kayboluşun girdabına savrulduğumuz düşünce dünyamızdaki deprem. Her ikisi de “imdat” çığlığında. Bizler şu an yaşadığımız her şeyde uyanık, bilinçli olmak zorundayız.
Fotoğraflardan, sözcüklere bizim olmayan, bizden olmayan bir evrene hapsedilmeye çalışılıyoruz. Bilinçli, kararlı, kendinden emin bir el, senin son derece temiz, bir o kadar yürekten katıldığın duygularına, düşüncelerine hükmetmeye çalışıyor. Sen farkında bile değilsin aslında. Nabzının attığı tüm içtenlikle oradasın. Bağlıydın, bağımlı hale geldin. Zamanından çalıyorlar, içini tüketiyorlar. Yine farkında değilsin.
Dündar Taşer’in bir sözü akla düşüyor, diyor ki: “Yolcuların çoğu tarafından istenilmek, insana kaptan olma niteliğini kazandırmaz.” Düşündürüyor. Kalabalıkların içinde bir yere ait olma isteğiyle kapılandığın yer aslında senin kapın, senin ocağın değildir. Şuurunun, aklının aydınlattığı yol sana neyi gösteriyor? Neredesin, farkında mısın? İşte cevap aradığında gördüklerin. Kayboluşun ne kadar hızlı olduğunu bir fark etsen!
Mağaradan çıkan insan medeniyet ufkuna sitelerde ulaştı. Medeniyetle düşüncesinin hükmüne vardı, toplum olmayı başardı sitelerde. Şimdi yine sitelerdeyiz. Sitelere – adlarıher neyse; Allah’tan Türkçe onların adlarıyla kirlenmemiş- yamanmış durumundayız, ya da o sitelerin yanaşması durumundayız. Artık yaşam kaynaklarımızla nefes alma, yeme içme de dahil sitelerdeyiz. Düşünmeyi, hükmü bizim adımıza onlar gerçekleştirdiği için bize sadece seyretmek veya kopyalayıp yapıştırmak kalıyor. Kopyala yapıştır, olsun bitsin.
Kendine ait olmayan kopyalar üzerine ahkâm kesmek de kolay; daha da kolayı var “beğen” geç. Bütün bunları gerçekleştirmek için bir de arkadaş olman gerek. Sözcüklere bakıyorum, onları dinlemeye çalışıyorum, anlamaya çalışıyorum. Manasızlaştıklarından ne ses veriyorlar ne de görüntü. Ruhları yok, kaybolmuşlar. “Beğenmek, arkadaş olmak” insana incelik, güzellik katan sözcükler!.Ama; hükümleri olmadığından sadece birer silik gölgeden ibaretler.
Depremin iki yüzü, felaketin iki boyutu. Gerçekten fiziki olarak yaşadığımız adına “asrın felaketi” dediğimiz deprem, bir de kayboluşun girdabına savrulduğumuz düşünce dünyamızdaki deprem. Her ikisi de “imdat” çığlığında. Bizler şu an yaşadığımız her şeyde uyanık, bilinçli olmak zorundayız.
Fotoğraflardan, sözcüklere bizim olmayan, bizden olmayan bir evrene hapsedilmeye çalışılıyoruz. Bilinçli, kararlı, kendinden emin bir el, senin son derece temiz, bir o kadar yürekten katıldığın duygularına, düşüncelerine hükmetmeye çalışıyor. Sen farkında bile değilsin aslında. Nabzının attığı tüm içtenlikle oradasın. Bağlıydın, bağımlı hale geldin. Zamanından çalıyorlar, içini tüketiyorlar. Yine farkında değilsin.
Dündar Taşer’in bir sözü akla düşüyor, diyor ki: “Yolcuların çoğu tarafından istenilmek, insana kaptan olma niteliğini kazandırmaz.” Düşündürüyor. Kalabalıkların içinde bir yere ait olma isteğiyle kapılandığın yer aslında senin kapın, senin ocağın değildir. Şuurunun, aklının aydınlattığı yol sana neyi gösteriyor? Neredesin, farkında mısın? İşte cevap aradığında gördüklerin. Kayboluşun ne kadar hızlı olduğunu bir fark etsen!
“Önünü alamıyorum bu kör gidişlerin yollarda
Herkes bir yere gidiyor önünü alamıyorum
Çaresiz direniyorum bu dönüm noktalarında kimse elini uzatmıyor
Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya, boşalan bir deniz gibi
Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu.”
Erdem Bayazıt
Herkes bir yere gidiyor önünü alamıyorum
Çaresiz direniyorum bu dönüm noktalarında kimse elini uzatmıyor
Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya, boşalan bir deniz gibi
Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu.”
Erdem Bayazıt
Kahır, kahır, hep kahır! Yürekler yanmakta, yürekler kanamakta! Hani yanan yürekleri bir nebze soğutacak dost nefesi, hani kanayan yüreklere merhem olacak dost yüreği!. İşte burada, önümüzde. Ben çığlıkları atmadan, ötekileştirmeden, tek vücut “biz”de “bir”de toplanarak bakılanda, görülende. Acının çarşaf çarşaf ekrana, sayfalara donatılmış fotoğrafları, isyan sözcükleri! Acı bugün Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te, Hatay’da, Adana’da, Malatya’da, Osmaniye’de, Adıyaman’da, Diyarbakır’da, Kilis’te, Şanlıurfa’da… Yarın başka yerlerde, başka isimler altında. Çözümü, devası!. Yine insanda, yine insanda. “Ben”de değil “Biz”de!..
İsyanım doğrudan bu acılardan nemalananlara! Acıdan pay edip kendi güdümlerinde hazırladıkları senaryolarda masumiyeti tüketmelerine. Acılardan bal eyledik biz! Ağulu aşları bal eyledik biz! Acımızdan muradımızı çıkardık. Unutmadık, unutturmadık, inandık, mücadele ettik, ödün vermedik, düşsek de dimdik ayağa kalktık. Acı özümüzdeydi, mayamızdaydı, benliğimizdeydi. Acılarımız ruhsuz, renksiz fotoğraflara, sözcüklere kurban edilmemişti.
Hissemize düşen insan olduğumuzu unutmamak!. İrademizi her dem şuurumuzun kontrolünde tutmak, her dem “bizden olmak, bizde olmak, biz olmak!” Bırakalım gözyaşlarımız aksın, isyan hamurumuz kabarsın, pişsin olgunlaşsın, birlikte paylaşılsın. Paylandıkça, paylaşıldıkça nedenler, niçinler sorgulanır, birlikte cevaplar aranır. Gençlerimizi acılarımızda, sevinçlerimizde omuz başımızda görelim, acıyı da sevinci de onlarla paylaşalım.
FACEBOOK YORUMLAR