“Nefsinin istekleri seni her an tüketiyor, belleğinden ve benliğinden uzaklaştırıyor. Kendi adanda Robinson gibi tek başına yaşıyorsun. Keşke mecazen olmasa da hakiki manada Robinson gibi insanlar kendi adalarında yaşama tecrübesi edinseler. Başkalarının sesini değil kendi seslerini bir duyabilseler.”
İsmail ZORBA
([email protected])
İsmail ZORBA
([email protected])
EŞİĞİN NERESİNDE?
Şehrimin sokaklarında devam eden yolculuklarım şimdiki zamana geçmiş zamanı eklediğim anlarla tamamlanmaya devam ediyor. Aralık ayına giriyoruz, kışı selamlıyoruz bu devridaim mekânımızda. Dünya dönmeye, zamanın çarkları ilerlemeye devam ediyor. Biz her yaşadığımızı bugünkü zamana hapsettiğimizden çoğu zaman ne geçmişe ne de geleceğe bakabiliyoruz. Eşiği geçemeyenlerin anlık sıkıntılarını yaşıyoruz bir nevi.
Eşiği geçemeyenlerden olmasaydık pekâlâ? Neler yaşardık, neler yaşanırdı. Öncelikle geniş zamanlarda olurduk. Zaman belki yine kendi serüvenini yaşardı ama bizler zamanı hiçlikler arasında tüketmez, kendimizi kaybetmezdik. Yaşamak hatta nefes almak için bile amacımız, hedefimiz olurdu. Eşiği geçemeyenlerin en büyük sıkıntısı bir amaçlarının, hedeflerinin olmaması değil mi?
Sabahleyin niye erkenden kalkıyorum, işe neden gidiyorum, niye evleniyorum, niye çocuk yapıyorum, arkadaş bu dünyaya gelmeyi ben mi istedim? Bunca dünya yükünü niye taşıyorum? Amaçsız ve hedefsiz olunca her yaptığın beyhude oluyor, aldığın nefes bile. Anlık alınan kararlar, anlık yaşanan duygular nelere mal oluyor? Nefsinin istekleri seni her an tüketiyor, belleğinden ve benliğinden uzaklaştırıyor. Kendi adanda Robinson gibi tek başına yaşıyorsun. Keşke mecazen olmasa da hakiki manada Robinson gibi insanlar kendi adalarında yaşama tecrübesi edinseler. Başkalarının sesini değil kendi seslerini bir duyabilseler.
Belki içlerindeki o insan sesini hiç duyamadan yaşayıp gidecekler, ömürlerini tamamlayacaklar. İnsan yaradılış olarak her ne kadar bir iktidar sahibiyse de eşiği geçemediği an her daim aciz ve muhtaç kalmaya mahkûm olacaktır. Bir bakalım acaba kaç kişi başkalarının ne dediğinin enkazında kalmadan kendi başlarına hareket etmekteler. Kendi kalelerinin burçlarına bayraklarını özgürce dikebiliyorlar. Sonsuz ufuklara kendi başlarına özgürce kanat takabiliyorlar. Eşiği geçememenin sıkışıp kalmışlığını yaşamıyorlar.
Eşiği geçemeyenleri fazla eleştirip de haklarını yemeyelim. Onlarda en azından kurtarılabilecek insani kimlik mevcut. En azından kelime olarak söylediğimiz ama hiç yaşamadıkları merhamet, vicdan, ülkü, ideal gibi kavramları duygu olarak tanımlayabiliyorlar. Varlığından haberdarlar.
X, Y, Z bilmem nasıl adlandırılır? Geleceğin nesillerini meydana getiren ve çoğunluğu oluşturan suretlere ne demeli? Bırakın eşiği geçip geçmemeyi, geçecek eşik var mı onu bilmiyorlar. Her şeyin üstünü çiğneyip, yakıp yıkıp geçiyorlar. Ağızlarını tatma eylemi için değil yeme eylemi için tahsis ediyorlar. Tat almaktan, bundan oluşacak zevki yaşamaktan yoksun kalınca diğer duyular tamamen devreden çıkıyor.
Görme yerini bakmaya, işitme yerini sadece kendini duymaya, dokunma ya da hissetme duygusu sadece kendisi ile başlayan ve biten duyguları tanımlamaya kodlanmış durumda. Ve ben bu konuşmaları kendini ifade etme olarak görmüyorum. Bırakın kendini ifade de düşünme eylemi gerçekleşir az buçuk. Aklına ne gelirse konuş da konuş. Bağır, yırtın, küfret ağzına ne gelirse. Nasıl olsa ağzı olan konuşuyor dostlar.
Konumuz şehirde gezmek ve şehrin güzelliklerinin tam anlamıyla hakkının verememekten imtina edecekken buralara nasıl geldik? Sokaklar arasında dolaşırken, bir yerde otururken maske/mesafe/temizlik üçlüsünü sadece virüsten korunmak amacıyla değil iki ayaklı musibetlerden korunma amacıyla da kulağımıza, gözümüze de korunma amacıyla bir şeyler takma ihtiyacı hâsıl oldu. Ya temizlik, virüsten korunmak için ellerini sabunlaman yeterli. Ya kulağının duydukları, gözünün gördükleri.
Bir zamanlar evlerimizin şenliği televizyonda izlediklerimiz cabası. Ya birebir görüp şahit olduklarımız. Her şeye bağıran çağıran, her daim öfkeli, ben ben çığlıklarıyla meydanları dolduranlar. Hastanede kavga, pazar yerinde kavga, fırından ekmek alırken kavga. Vukuat var demek için beklemeye gerek yok. Vukuat her daim hazır. Görmeyen, duymayan, hissetmeyen insanlar topluluğu. Gençlerden dem vuruyoruz ya, kastım onlara değil. Onları yetiştiren bizlere. Onlara karşı sorumluluklarımızı zamanında yerine getirmeyen bizlere.
Eskiden kıyafetler, şekiller üzerinden eleştirirdik şimdi artık numune arıyorum aralarında. Güzellik penceresini açtıracak, nefes aldıracak numuneler. Yüzler, dudaklar gerilmiş, şişirilmiş acayip bir makyaj, dövmeyi geçtim; zaten dövmeye karşıyım. Delik olmuş vücudun her bir yeri. Takıp takıştırmanın da bir üslubu olmalı değil mi? Zevksizlik diz boyu. Ve kulaklarım hiç anlamadığım bana ucube gibi görünen seslerin kirliliğinde tıkanıyor, işitmiyor. Orhan Veli’nin küfürler, şarkılar, laf atmalar mısrası ne kadar da güzel geliyor kulağa. Bir kere anlamıyorum konuşulanları. Mars keşfedilmişti acaba uzaylılar mı işgal etti dünyayı. Nerede yaşıyoruz?
Teşbihte mübalağa olmaz, derler. Biraz abartarak ifade ediyor olabilirim, normalin anormalliğinde elle tutulacak bir dalım kalmıyor bazen. Kendisini saygıya davet eden, yaşına hak ettiği hürmetin gösterilmesini isteyen bir insana hakaret edilirken hatta tekme tokat girişilirken; bir yanda hiç bilmeden tartışma içerisine girdiğin insan seni daha ne olduğunu bile anlamadan bıçaklamaya kalkarken ya da gözünün önünde her gün bir kadın tacize uğrarken hatta yaşamlarına kast edilirken, sokaktaki masum hayvanlara işkence edilirken normal zamanların anormalliğinde bu salgının sonunu düşünemiyorum bile.
Bu kadar ağzım dolu dolu size bir şeyler aktarırken rotası şaşmış bir gemiden daha şaşkınım. Bizler, Lale devri çocukları; belki zamanımız geçti. Bizlerin yaşadığı güzellikleri, nezahet dolu anları belki bir daha yaşayanlar olacak mı? Aşk şarabından hakiki manasında bu çocuklar bir gün tadacak mı? Aşkın kimyasında sabretmek, olgunlaşmak hatta ermek olduğunu bir gün olsun anlayabilecekler mi?
Ümit var olmak adına, bütün bu söylediklerimizin aksine inanmaya, insana inanmaya devam edelim. Bir yerlerden Ahmet Haşim her ne kadar yıllar önce bizim de ebeveynlerimize; “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” dese de; bizler “Lale devri çocuklarıyız, zamanımız geçti” desek de Yunus’a kulak verelim. O bizi derlesin, toparlasın, kendimize getirsin. “Bil ki ebedi varsın” diye seslenir Yunus Emre, insana. Ve şöyle devam eder:
“Ben gelmedim da’vi için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim”
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim”
O zaman bize düşen de her türlü olumsuzluğu önümüze alıp sorgulamak, değerlendirmek ve üzerinde hal çarelerini bulmak için mücadele etmektir. Görmektir, duymaktır, dokunmaktır. İnsana dokunmaktır. Adı gönül olan güzeli gittiği gurbetten getirmenin çarelerini bulmaktır. O zaman yine şehrimin sokaklarında zaman içinde zaman yürüyüşlerimizde bugünün yanına geçmişi ve de geleceği katabilir, eşiklerden geçebiliriz.
FACEBOOK YORUMLAR