“Aytsam tilim tüyedi / Aytmasam dilim
Söylesem dilim yanar / Söylemesem gönlüm”
SÖYLESEM DİLİM YANAR, SÖYLEMESEM….
Söylesem dilim yanar / Söylemesem gönlüm”
SÖYLESEM DİLİM YANAR, SÖYLEMESEM….
Ne kadar da güzel gülüyordu. Gözleri gülüyordu aslında, yüzü ona eşlik ediyordu. Katıksız, saf, dupduru bir gülüş. Papatyalar gibi aklayan, güneş gibi ısıtan, nur olup gönüllerimizi şavkıtan bir gülüş. Gülüşün çok ötesinde serinleten, ferahlatan bir ruh iklimindeydi. Dünyaya dair vergisi de yoktu. Her şeyden azadeydi. İsminin önündeki “deli” sıfatı onu çok önceden “veliler” katına taşımıştı.
Her şeye gülerdi. Ama biz insanlara mahsus kahkahalar, çığlıklar yahut iğnesi içe batırılmış müstehzi bir gülüş de değil sadece bir gülüş. Her gülüşünde gözlerinin kenarında sabah çiğleri olurdu. Sabah çiğleri çiçekleri, doğayı nasıl tazelerse o da her gülüşünde tazeleniyordu. Onu fotoğraflamak ya da resmetmek imkan dahilinde değildi; onunla sadece aynı mekanı, aynı zamanı paylaşmak, teneffüs etmek yeterli olabilirdi sadece.
“Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?” sorusu bana sorulsa cevabım; “Bir kere O’nun gözlerine bakmanız yeterli” olacaktır. Evet, bir kere onun gözlerine bakmak yeterlidir. Her cümlesine “Evvel şükür, ahir şükür!” diye başlardı. Düne, bugüne, yarına her daim şükür içerisinde olan gözlerinde teslimiyetin verdiği bir huzur okunurdu.
Dünyaya dair bütün gereksizlikleri kendisine dert edinmiş bir insan için taşıdığı yük ne kadar ağırdır aslında. O’nun bu dünyaya dair taşıdığı hiçbir yük de yoktu. Herhangi bir sorun hasıl olsa, güler geçer “Dünya işi, dünya işi!” derdi. “Evvel şükür, ahir şükür!” ve “dünya işi”. Bütün çözülemeyen problemleri üst üste yığ, kitap denklerinden binalar yap; bütün soruların çözümü bu sırlanmış cümlelerde idi aslında.
Çok da merak ediyordum hikâyesini. Çevresindeki herkes, büyükleri, akranları anlaşmışcasına ona dair bir hikâyenin açılımı ortaya çıkacak olsa sözü her daim kapatırlar veya başka bir mecraya kaydırırlardı. Rahmetli ninem bile bir keresinde; “Ne çilekeştir bir bilseniz. Onun çektikleri dağlara vursa dağlar tuz buz olurdu. Allahlıktır o, Allahlık!.” derdi. Nasıl çileler çekti, hangi acıları yaşadı bilmiyorum, bilemiyorum, bilemeyeceğim de bundan sonra ama; O’nu her hatırladığımda ve yüzü gözümün önüne geldiğinde bir başka söz kanatlanır dudaklarımda:
“Her kim fukara kalbine dokuna
Dokuna sinesi Allah okuna!”
Gözleriyle sükut eder, gözleriyle hâl lisanınca söyler, özünden ayrılmadan kısa kısa konuşurdu. Aynı zamanda iyi bir dinleyiciydi. Sözün bittiği an bir “Eyvallah!” şükür üzere kurduğu cümleleri sıralar, ellerini kalbinin üzerine götürür, karşısındakini selamlardı. Aheste aheste küçük ritimler eşliğinde adeta kuş olur seke seke giderdi. Bir kuş kanadı hafifliğinde yanınızda belirir, gölgesini yere düşürmeden; ağırlık vermeden yanınızdan ayrılırdı. Yıllar sonra Kutadgu Bilig’de okuduğum mısralar onu yâd etmeme vesile olmuştu :
“Aklın süsü dildir,
Dilin süsü söz;
İnsanın süsü yüzdür,
Yüzün süsü göz”
Onu bir hikâyeme taşıdım, yarım kalmış bir hikâyeme. Onun hikâyesi çoktan tamamlanmış, bizlerin hikâyesi tamamlanmadığı için O’nun hikâyesi bizim sözümüzde yarım kalmıştı. Tamamlanması için de hâllenmek lâzımdı. Hâllenmeye talip olmak, onunla helâlleşmek gerekirdi. İnsanları bir kenara koyun tüm canlılarla konuşurdu, hâlleşirdi. Hatta helâlleşirdi.
Onu bir köşede bir kuşun kanadını öperken, bir kediyi okşarken, bir köpeği karşına almış hâlleşirken görürdünüz. Hele çocuklar yüzünü tebessümden gülücüklere boğduran, çiçekler açtıran biricik sevinç kaynağıydı onun için. Çocukların lisanını çok iyi bilir, her biri ne isterse hiç yüksünmeden, yorulmadan isteklerini yerine getirmek için koşuşturur dururdu. Cebinden cevizi, bademi, şekeri hiç eksik olmazdı.
İnsan diyorduk ya, insan bu işte!.. İnsan, bu!.. Hayatın her zerresinde veren, paylaşan, tamamlanan. Para, mevkii asalet, bilgi hepsi bir yana insanı gerçek anlamda güçlü kılan ruhundan yüreğine akan, mayalanan insanda tamamlayan sevgidir.
İnsan olmak sevgi ile kuşanmak, kanatlanmak ve de uçmaktır. İnsana ait hasletlerle ve de insana ait hasretlerle. İnsan günümüzde gurbettedir. Çektiği sıla yükü ağırdır.
İnsan, işte bu!, dediğimiz insana ve o insandaki güzelliklere hasrettir. Eğer bir yerlerde bulursanız o insanı, sıkıca sarılın. Peşini bırakmayın. O, sizi gurbetten kurtaracak, hasret kaldığınız insana götürecektir.
İsmail ZORBA
([email protected])
([email protected])
FACEBOOK YORUMLAR