“ŞEY”LER ARASINDA
Bir şey söylemek istedik, boğazımızda tıkandı kaldı… Tüh, dilimin ucuna kadar geldi de söyleyemedim… Nedense sözleriyle bana tercüman oldu, ona aynen (!) katılıyorum… Ya o sözcük neydi, tam söyleyecektim... Gerçek
söylüyorum sahi… Nasıl söylenir “!...” şeyyy….
“Şey”ler sağımızı,solumuzu, önümüzü, arkamızı, içimizi, dışımızı kısaca her yanımızı işgal altına aldı. Devamlı hücum ediyor. Ağzımızdan çıkan her kavramı “şey”leştirdik: “Şey” i şettirme (?) hevesindeki ifadelerimiz doludizgin gidiyor. Sözcük avcılığımız hazine avcılarının işine döndü. Köşeyi dönme hevesiyle sanki zamanı dolu dolu yaşıyormuşuz da hiç vaktimiz kalmamış gibi tek sözcüklü ya da tek yüklemli cümleler kurmaya başladık. Dünyaya bakış açımız mı sığlaştı? Yaşadıklarımızın ne kadarını kendimize mal edebiliyoruz? Bunların cevabı büyükçe bir soru işareti ile bekliyor bizi.
Bir zamanlar okumakla çoğu “şey”in hallolacağına inanırdık. Çocuklarımıza “dersini iyi çalış, aylaklık etme” cinsinden yaklaşımlarla onlar için yaşamın okuldan, derslerden, kitaplardan, notlardan ibaret olduğunu göstermeye çalışırdık. Bu, bizleri kolaycılığa itiyordu.
“Kitap diye sadece ders kitaplarını bil. Kitapların ve defterlerin her gün düzenli bir şekilde sana refakat etsinler. Uyumlu ve uslu bir öğrenci ol, kurallara uy. Ders başarılarını yazılı öncesi gecelere endeksle. Ve “mezun olma” başarısına ulaş. “Şey”ler arasında beş seçenekle sınırlanmış düz boyutlu bir aptal kutusundan sana dikte edilenlerle yetinmeyi bil!..”
Bütün bunlar son derece basite indirgenmiş bir senaryonun yansımalarıydı. Hayatın bize yüklediği bu rolü hiç sorgulamadan oynamak kolaycılığın bir başka yüzüydü. Çünkü “şey”ler başrolde, bizler ise figürandık. Bütün suçlar “şey”lerin, bütün başarılar ise “biz”lerindi. Böylece hiç büyümeden ufacık göçüp gitmek daha mutlu kılıyordu bizleri..
Bir de yaşamın karşı kıyısında bize ait olanlar vardı. Ona ulaşmak zordu, mücadele gerektiriyordu. Burada senaryoyu bizzat biz yazıyorduk. “Şey”lere figüranlık veriyor, başrole ise biz soyunuyorduk. Elde ettiklerimiz ise " Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde saklıydı.
“Şey”in anahtarı okumakta saklı,yazmakta saklı… Her şeyden önemlisi dinlemekte saklı. Bir reklam sloganı, kültürel yaşantımızın gerçekçi profilini ne güzel gözler önüne sermekte : “Ağzı olan konuşuyor!” Gerçekten de durmadan konuşuyoruz. Konuşmalarımız belli sözcükler etrafında dönüp duruyor. Başrolde de “şey” var. Bize ait olmayanı, duymadığımızı, görmediğimizi aktarmak ve onu sahiplenmek çok hoşumuza gidiyor. Peki, sadece kendimize ait olanı ortaya koymak neden bu kadar zor? “-miş”li geçmiş zamanın çekiciliği nerede? Sadece masallara ait olması mı?
Elbetteki elde edeceğimiz yanıtlar imkansızı yansıtmayacak. Çünkü görmemekte, duymamakta direnen bizleriz. Bu dünyada bize ait olanı bütün zerremizle yudum yudum tatmak, acısıyla tatlısıyla bunu sindirmek hiç de kolay değil.
Belki belli bir süre sıkıntı çekebiliriz ama; “bir fırın ekmek” yemeden de “şey”leri rahatlıkla kendimize mal edebiliriz. Dinlemeyi bilmek ve dinlediklerini “ben”ine dinletmek bunun ilk adımıdır. Böylece dinlerken algıladıklarımızı farklı bakış açılarından düşünmeyi de öğrenmiş oluruz. Kitap okumak bunun en kolay yoludur. Kitap okurken kendimizle baş başa kalırız. İç sesimizi dinleriz. Değer ölçütlerimiz doğrultusunda düşünme imkanı buluruz. En azından bir kitabı okuma zamanının kazandıracağı sabra sahip oluruz. Gerçek başarılara da sabrederek ulaşmıyor muyuz?
Kendimi bu açıdan çok talihli hissediyorum. Bir kere mesleğim tamamen insan merkezli. Öğrencilerimle geçirdiğim zaman içerisinde elde ettiğim deneyimler benim için çok değerli. Aktardıklarımın yanında o kadar çok “şey” öğreniyorum ki onlardan. O zaman “şey”lere : “ İyi ki yaşamımın önemli bir parçasısınız.” diyorum. Çünkü öğrencilerimin gerek yazılı gerek sözlü olarak aktardıkları birer hazine değerinde. Genç dimağların ortaya koydukları “şey”ler heyecan yüklü. Dünyayı fethetme arzusuyla dolu…
Gençler, gözümüzün önünde olduğu halde göremediğimiz küçücük ayrıntıları hemen fark ediyorlar. Değişime ve yeniliklere süratle uyum gösteriyorlar. Bizim tek eksiğimiz ise onların hızına yetişememekte. Kabul edelim ki epey ağır kalıyoruz. Bunu itiraf etmek birçoğumuza zor gelse de bir o kadar da keyif verici….
Dizlerimizin üzerinde çok “şey” kaldırıyoruz. Yüreklerimizde çoğu “şey”i
saklıyoruz. Bize ait her “şey” bir “şey”in arkasında gizlenmekte. Zor olan büyük bir cesaretle onu ortaya çıkarmakta. Kendimize güven duygumuzu kazandığımız zaman çoğu “şey” bize ait olacak. Ve hayatımız “şey”ler arasında rüzgarın önünde kuru bir yaprak gibi savrulup gitmeyecek. Kendimize ait “şey”i bulup çıkararak zoru başarmış olacağız.
"bir şeyler bulsak kendi hikayemize dair
şeyler arasında saklansa bütün gizemler
yarım kalmış cümleler şeylerle tamamlansa
mazeretimiz olan şeyler masum bırakılmasa
ya da mor lalenin boynu bükük levhasında
şeyler süzülse ebru tahtasında rengarenk
bir şey bahane olsa sana mısralar yazmak için
şeyler mahcubiyetimizi örtse, yüzümüz ardan hep kızarsa
Tarık Buğra’nın şeyleri gibi hikayeler yazılsa ardı ardına
ya da bir şeyin peşinden koşsak kendi hikayemizi yazmak için
bazı şeyler var ki öznesi yüklemi hep bir şeylerle mutlu etse
ve bir şeyler ağlatsa bizi arındırsa tüm kirlerimizden "
İsmail ZORBA
FACEBOOK YORUMLAR