Türkü Söyler Gönlümüz
İlk gençlik yılları 90’lara rastlayan herkes gibi ben de özel televizyonlarla dünyamıza hükmetmeye çalışan popiler kültürün etkisinde büyüdüm. Bir şeylere özenmemiz isteniyordu. Evet, özenmeliydik! Modernizm(!) adı altında Batı kültürünün dayatmasıydı bu.
Avrupa tarzı kıyafetler içindeki genç kız ve erkeklerin, hiç biri bize benzemeyen şekil ve tarzlar eşliğinde, televizyon ekranları vasıtasıyla dayattığı bu kültürün etkinde kalmamak imkansıza yakın derecede güçtü.
Özel televizyonların sayısı bir elin parmaklarını geçmiş, radyolar yerelden genele yüzlerce olmuştu. Ve bir kaçı istisna, hepsinde bizim olmayan şarkılar, bizim olmayan kültür, bize ait olmayan bir hayat özendiriliyordu.
Onlarca televizyon, yüzlerce radyo ile müzik adına küçük dünyama yapılan bu kuşatmaya direnen yegane cihaz, babamın eski radyosuydu. Biz daha uyanmadan kalkan ve anamın hazırladığı kahvaltı sofrasına bizim uyanıp teşriflerimizi(!) bekleyen babamın açtığı radyo…
Frekansını değiştirmeyi hiç birimizin akıl! edemediği yada o güzel türküleri değiştirmeye kıyamadığı radyo…
Sabah uyku mahmurluğu ile oturduğunuz kahvaltı sofrasında rahmetli Nida Tüfekçi’nin o billur sesinden türküler dinleyerek güne başlardık.
Türkü eşliğinde kahvaltı edenler için her gün defalarca yayınlanan ruhsuz cümlelerin kirli gürültüsü ile dile pelesenk edilen, batıyı taklitten ibaret melodi! elbette hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Biz, Neşet ERTAŞ yurt dışından dönüp 2.baharını yaşamazdan evvel yani bizim kuşak Ona dair fikir sahibi bile değilken, gönlü dağlar kadar geniş olan babamın “Gönül Dağı”nda kendini bulduğunu görerek sevmiştik Bozkırın Tezenesini...
Aşık Mahsuni’nin dilinden “İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım” ı ruhumuzun derinliklerinde hisseder, Davut Sulari’nin siyah perçeminde nefes alır, Mükerrem Kemertaş’tan “huma kuşu”nu dinlerken kendimizden geçerdik.
1993’de henüz 22 yaşındayken vahşete kurban giden Hasret Gültekin;
“Çeke Çeke Ben Bu Dertten Ölürüm
Seversen Ali'yi Değme Yarama” deyişini söylerken, elinde bağlamının dile geldiğini duyardık ve anlardık ki Madımak’ta yakılan Türkülerimizmiş...
Türküleri dinlemekten öte yaşar gibi büyüdük biz.
Ne güzel söyler Aşık Veysel;
“Dünya dolsa şarkıyılan
Türküz türkü çağırırız
Yola gitmek korkuyulan
Türküz türkü çağırırız”
İlk görev yerim, Ahlat’ın Burcukaya Köyünde, güneş ufkumuzu erken saatlerde terk edip de, “Bir ay doğar ilk akşamdan geceden” diye seslenirken Mustafa Özarslan radyodan, küçücük lojman odasında türküleri yoldaş kılardık kendimize. Uzun ve soğuk kış gecelerinde, Musa Eroğlu feleğin çakmağını üstümüze çakar, yüreğimizi yakardı. Gurbetin en şiddetli olduğu zamanlarda, bir kaç dost yürek ve türkülerdi yarenimiz. Sinan Ağabey bağlamaya değdirdikçe mızrabı, gönül tellerimiz dile gelir, bazen gözyaşı dökerdik gurbetin derin hüznünde, hasret kokan türküleri söylerken; bazen umudumuzu bileylerdik.
Günün ağırlığı ile uzandığımızda yatağa, gözümüze uyku çökse de kapatmazdık türkü çalan radyomuzu, kapatmazdık ki türküler eşliğinde uyanalım diye.
Memleketime tayin olduğumda türkülerimde de gelmişti benimle. Haftasonları nefes almak için ziyaret ettiğim Mustafa Dayım, Ereğli'deki atölyesinde el emeğini sanata dönüştürürken türkülerden ilham alıyordu. Köy hasreti ile yaptığımız sohbetlerde, Ali Ekber Çiçek "Ağlama Gözlerim Mevla Kerimdir" diye içli içli seslenirken, yaralarımıza merhem ediyorduk türküleri.
Dedim ya, türküleri dinlemekten öte yaşar gibiyiz biz. Türksüz ve Türküsüz yaşayamıyoruz.
Türküler, Anadolu gibi vefalı, çilekeş… Sıcak ve içten Türküler...
"Nerede bir türkü duyarsan korkma otur dinle; çünkü kötü insanların türküsü olmaz”
Hüseyin HATIL