ASLAN HOCA'NIN ŞİFRESİ
Yaz aylarında gündüz saatlerinde kuru ve yakıcı bir sıcak havası olan şehrin neredeyse üçte biri fabrikalarda çalışıyordu.
Bu şehir Cumhuriyet ile kurulmuş 1929 yılında bucak, 1949 yılında ilçe olmuş, iç Anadolu'nun ortasında köy ile kent arasında kalmış bir yaşama sahipti.
Genellikle köylerden ve dışarı şehirlerden göç almış şehrin, fabrikalarda çalışarak yeni bir hayata alışmaya çalışan insanları nüfus yoğunluğunu oluşturmaktaydı.
20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren çoğalan bu insanların çocukları ne köylü ne kentli olabildiler. Çünkü toprağı, tabiatı tanımadılar, tarımla tanışmadılar, aynı zamanda modern bir şehrin yaşantısından da uzak bir kültürün içinde doğup büyüdüler. Araf’ta bir insan topluluğu…
İşçilerin mesai bitimlerinde fabrikalarda boruların çaldığı, Servis trenlerinden inen işçilerin karınca gibi şehrin her yerine dağıldığı, esnafın telaşlı halini, işçi çıktı diyerek evlerine koşan kadın ve çocukları, geceye doğru sessizliğe bürünen ve evlerinde kuruyemiş ve meyve yiyerek radyo ve nadiren evlerde bulunan siyah beyaz televizyonlarını izleyerek zaman geçiren insanların yaşadığı bir şehir hayatını gözlemlerdik.
İnsanlar genellikle okumazlardı, çocuklarını okula gönderirlerdi, kız çocuklarının ise ilkokulu bitirmeleri yeterliydi. Geldikleri şehirleri yâd ederler, anılarını ve atalarını anlatır onlarla övünürlerdi. Ancak yeni yaşamları onlara yeni şeyleri öğretmeye başlamıştı. Artık işçi sınıfını, sendikayı, grevi, vardiyayı kelime dağarcıklarına katmışlardı.
Aslan hoca ile camiden çıktık eve doğru yürüyoruz…
Bana doğru dönerek buyurgan ve emir kipi ile Hüseyin "Oku" dedi…
"Hı" dedim ve duraksadığım anda tekrar "Oku" dedi.
Yaz tatilinde gittiğim camide alfabeyi bitirip Kuranı-Kerimi okumaya herkesten önce başlamıştım hatta bakara suresinin ikinci sayfasındaydım Aslan Hoca "Oku" diyerek ne söylemeye çalışıyordu acaba…
Anlayamama sıkıntısı ile bir süre sessizliği tercih ettim. Sonra dayanamayarak hocam evde mi okuyum, Bakaraya devamımı edeyim dedim.
Aslan Hoca; yok Hüseyin bundan sonraki hayatında okuyabilecek öğrenebilecek ne varsa oku çünkü okumak, öğrenmek bilgi edinmek ve düşünmek Allah'ın insana verdiği en büyük nimettir. Bu nimetten ne kadar faydalanırsan o kadar feraha kavuşursun.
On yaşın içindeydim. İlkokul ikinci sınıfı bitirdim üçüncü sınıfa başlayacaktım. Okumayı bana kimse böyle anlatmamıştı. Okumak deyince okula gitmek, meslek edinmek ve para kazanmak algısı vardı. Okuldaki ders kitaplarını okumak, Kuranı kerimi okumak, bir de dedemim akşam iş çıkışında getirdiği Tercüman gazetesini okumak demekti benim için.
Aslan Hoca, Rasattepe camisinin imamıydı. Yaz aylarında mahallenin çocukları ile beraber camiye derse, hem de namazlara giderdik. Çocuktum ve orada cami önünde oturan genellikle orta yaş üzeri insanları çok şey bildiklerini düşünerek dinlerdim. Ancak onların hem de cami önünde başkalarını çekiştirmelerini, Aslan Hoca hakkında atıp tutmalarını garipserdim. Çünkü Aslan Hoca vaazlarında Kuranı Kerim’in Türkçe çevirisini yapıyor başkalarında kusur aramayın kendi kusurlarınızı düzeltin diyordu.
Aslan Hoca ile sonraki günlerde cami çıkışında evinin yolu üstünde bulunan evime kadar yürüyüşlerimiz devam etti. Sanki ben onu en iyi anlayan ve en yakın arkadaşıydım. Bu yürüyüşlerde cami cemaatini değil, bilgiyi önemsemem gerektiğini, en yararlı bilginin elde edilen bilgi olduğunu, öğrenmenin ve bilmenin maddi kazançtan çok çok fazla şeyler kazandıracağını öğrenmiş oldum. Kısaca hayatın şifresini almaya başlamıştım.
Bana; Okumanın Allah'ın ilk emri, bilginin ise insanlığın geleceğinin şifresi ve reçetesi olduğunu ilk söyleyen ve öğreten Aslan Hoca'yı hiç unutmadım, her zaman hatırladım.
03 Mart 1924 yılında yapılan devrimle laik eğitime geçmiş Türkiye'de 1974 yılında yurdun İç Anadolu bölgesinde bir şehrin kenar mahallesinde skolâstik anlayışın izlerini taşıyan insanların arasında bir çocukken bir aydın, bir sorgulayan, bir düşünür çıkmıştı karşıma.
1974 yılı Kıbrıs barış harekâtı yapılmıştı. Karaoğlan Ecevit siyah beyaz televizyonda "Ayşe tatile çıktı" demişti. Evlerin camları kalın perde ve battaniyelerle kapatılır, ışıklar söndürülürdü.
Bu şehir askeri stratejik konumda, ordunun silah ve mühimmatı için çok önem arz ediyordu. İnsanlar böyle bir şehirde yaşamanın gururunu yaşadıkları ve bununla övündükleri gibi gizli gizli de korkmaktaydılar ancak bunu belli etmemeye çalışırlardı. Herkesin dilinde ailesi Ereğli'den Kıbrıs'a göç ettiği söylenen Makarios' un zulümleri, ordumuzun beşparmak dağlarındaki kahramanlıkları vardı.
O yıllardan sonra ne bulursam okumaya başladım. İlk zamanlar İslam İlmihalleri, tefsirler ilgimi çekmişti. Sonraları Kemalettin Tuğcu, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin hikâye ve romanları hayatımı renklendirmeye başladı.
Yıl 1978, ilçenin merkezinde Hürriyet Ortaokulu’nda ikinci sınıftayım. Sınıfımda ilçenin varlıklı ailelerinden birisinin çocuğuyla arkadaş olmuştum, okumayı seviyoruz ve anlaşabildiğimiz ortak birçok noktada buluşuyorduk.
O yıllarda arkadaşlarımızı evlerimize çağırır, annelerimizin yaptığı hamur işlerini yiyerek ve çay içerek ders çalışırdık. Öğrenciler için bu sosyalleşme dönemin trendiydi ve bu ders çalışmalar zamanla daha çok arkadaşla, aileleri de evden uzaklaştırarak, okul dışında zaman geçirilen bir eğlence halini almıştı.
İşte bu yoksunluk halinde sosyalleşme çabası içinde bulunurken okulun sömestre tatiline yakın olduğu bir gün, ortak noktalarımız olan yukarıda bahsettiğim arkadaşımın evine gittim.
Evleri özenle döşenmiş, bir dediği iki edilmeyen, para harcarken düşünmeyen, annesini üzerine titrediği evlerinin en küçük bireyi olan arkadaşımın kendine ait odasını görünce hafiften de olsa kıskanmış, ancak, abisinin o devasa kitaplığını ve kitaplarını görünce kıskançlığım hayranlığa dönmüştü.
Bir evde hiç bu kadar kitabı bir arada görmemiştim. Belki iki bin veya üzeri kitap vardı. Yabancı yazarların kitaplarını, dünya klasiklerini, Patrick Kinross'un Atatürk, Franz Kafka'nın dava, Nihal Atsız'ın Deli Kurt, Ekrem Akurgal'ın Anadolu uygarlıkları gibi kitapları ile özellikle tarih kitapları ilgimi çekmişti.
Kitap koklama hastalığına yakalanmak üzereyken arkadaşımın sesiyle irkildim. “İstediğin kitabı geri getirmek şartıyla alıp okuyabilirsin” diyordu. Ağabeyin dedim. "yok, o sevinir okumana” dedi.
Böylece ilk kitabım yabancı bir klasik olan yazar Balzac'ın Vadideki Zambak romanı ile başladığım okumaya, 1983 yılında liseyi bitirene kadar devam ettim. Orası artık benim kütüphanemdi. Açlığım hiç bitmiyor hep okumak istiyordum ve beş sene boyunca özellikle tarih kitapları ağırlıklı olmak üzere yarısından çoğunu okumuştum.
1983 yılının kurak bir yazında bu şehirden ayrıldım. Yeni bir okul ve devamında mezuniyet ve iş hayatımla beraber mücadele başlamıştı. Meslek hayatım yoğun meşakkatli geçti ama benim kitap okuma açlığım veya hastalığım geçmedi. Her fırsatta okumak en güzel uğraşım oldu.
"Bilgi dipsiz bir kuyu, öğrendiklerimiz okyanusta bir damla su olursa bilinçli birey olmanın farkındalığını yaşayacağız"
"Bir insan bir konuda ne zaman yeteri kadar biliyorum, öğrendim hükmüne varırsa, işte o zaman, o insanın, o konuda hiçbir şey öğrenemediği gerçeği ortaya çıkar"
Bugün emekliyim, yıl 2020 aynı hastalığım devam ediyor.
Aslan hoca, şifreni çözmeye devam ediyorum. Bugün neredesin, ne yapıyorsun bilmiyorum ama sana şükran ve minnet borçluyum.
Bu şehir Cumhuriyet ile kurulmuş 1929 yılında bucak, 1949 yılında ilçe olmuş, iç Anadolu'nun ortasında köy ile kent arasında kalmış bir yaşama sahipti.
Genellikle köylerden ve dışarı şehirlerden göç almış şehrin, fabrikalarda çalışarak yeni bir hayata alışmaya çalışan insanları nüfus yoğunluğunu oluşturmaktaydı.
20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren çoğalan bu insanların çocukları ne köylü ne kentli olabildiler. Çünkü toprağı, tabiatı tanımadılar, tarımla tanışmadılar, aynı zamanda modern bir şehrin yaşantısından da uzak bir kültürün içinde doğup büyüdüler. Araf’ta bir insan topluluğu…
İşçilerin mesai bitimlerinde fabrikalarda boruların çaldığı, Servis trenlerinden inen işçilerin karınca gibi şehrin her yerine dağıldığı, esnafın telaşlı halini, işçi çıktı diyerek evlerine koşan kadın ve çocukları, geceye doğru sessizliğe bürünen ve evlerinde kuruyemiş ve meyve yiyerek radyo ve nadiren evlerde bulunan siyah beyaz televizyonlarını izleyerek zaman geçiren insanların yaşadığı bir şehir hayatını gözlemlerdik.
İnsanlar genellikle okumazlardı, çocuklarını okula gönderirlerdi, kız çocuklarının ise ilkokulu bitirmeleri yeterliydi. Geldikleri şehirleri yâd ederler, anılarını ve atalarını anlatır onlarla övünürlerdi. Ancak yeni yaşamları onlara yeni şeyleri öğretmeye başlamıştı. Artık işçi sınıfını, sendikayı, grevi, vardiyayı kelime dağarcıklarına katmışlardı.
Aslan hoca ile camiden çıktık eve doğru yürüyoruz…
Bana doğru dönerek buyurgan ve emir kipi ile Hüseyin "Oku" dedi…
"Hı" dedim ve duraksadığım anda tekrar "Oku" dedi.
Yaz tatilinde gittiğim camide alfabeyi bitirip Kuranı-Kerimi okumaya herkesten önce başlamıştım hatta bakara suresinin ikinci sayfasındaydım Aslan Hoca "Oku" diyerek ne söylemeye çalışıyordu acaba…
Anlayamama sıkıntısı ile bir süre sessizliği tercih ettim. Sonra dayanamayarak hocam evde mi okuyum, Bakaraya devamımı edeyim dedim.
Aslan Hoca; yok Hüseyin bundan sonraki hayatında okuyabilecek öğrenebilecek ne varsa oku çünkü okumak, öğrenmek bilgi edinmek ve düşünmek Allah'ın insana verdiği en büyük nimettir. Bu nimetten ne kadar faydalanırsan o kadar feraha kavuşursun.
On yaşın içindeydim. İlkokul ikinci sınıfı bitirdim üçüncü sınıfa başlayacaktım. Okumayı bana kimse böyle anlatmamıştı. Okumak deyince okula gitmek, meslek edinmek ve para kazanmak algısı vardı. Okuldaki ders kitaplarını okumak, Kuranı kerimi okumak, bir de dedemim akşam iş çıkışında getirdiği Tercüman gazetesini okumak demekti benim için.
Aslan Hoca, Rasattepe camisinin imamıydı. Yaz aylarında mahallenin çocukları ile beraber camiye derse, hem de namazlara giderdik. Çocuktum ve orada cami önünde oturan genellikle orta yaş üzeri insanları çok şey bildiklerini düşünerek dinlerdim. Ancak onların hem de cami önünde başkalarını çekiştirmelerini, Aslan Hoca hakkında atıp tutmalarını garipserdim. Çünkü Aslan Hoca vaazlarında Kuranı Kerim’in Türkçe çevirisini yapıyor başkalarında kusur aramayın kendi kusurlarınızı düzeltin diyordu.
Aslan Hoca ile sonraki günlerde cami çıkışında evinin yolu üstünde bulunan evime kadar yürüyüşlerimiz devam etti. Sanki ben onu en iyi anlayan ve en yakın arkadaşıydım. Bu yürüyüşlerde cami cemaatini değil, bilgiyi önemsemem gerektiğini, en yararlı bilginin elde edilen bilgi olduğunu, öğrenmenin ve bilmenin maddi kazançtan çok çok fazla şeyler kazandıracağını öğrenmiş oldum. Kısaca hayatın şifresini almaya başlamıştım.
Bana; Okumanın Allah'ın ilk emri, bilginin ise insanlığın geleceğinin şifresi ve reçetesi olduğunu ilk söyleyen ve öğreten Aslan Hoca'yı hiç unutmadım, her zaman hatırladım.
03 Mart 1924 yılında yapılan devrimle laik eğitime geçmiş Türkiye'de 1974 yılında yurdun İç Anadolu bölgesinde bir şehrin kenar mahallesinde skolâstik anlayışın izlerini taşıyan insanların arasında bir çocukken bir aydın, bir sorgulayan, bir düşünür çıkmıştı karşıma.
1974 yılı Kıbrıs barış harekâtı yapılmıştı. Karaoğlan Ecevit siyah beyaz televizyonda "Ayşe tatile çıktı" demişti. Evlerin camları kalın perde ve battaniyelerle kapatılır, ışıklar söndürülürdü.
Bu şehir askeri stratejik konumda, ordunun silah ve mühimmatı için çok önem arz ediyordu. İnsanlar böyle bir şehirde yaşamanın gururunu yaşadıkları ve bununla övündükleri gibi gizli gizli de korkmaktaydılar ancak bunu belli etmemeye çalışırlardı. Herkesin dilinde ailesi Ereğli'den Kıbrıs'a göç ettiği söylenen Makarios' un zulümleri, ordumuzun beşparmak dağlarındaki kahramanlıkları vardı.
O yıllardan sonra ne bulursam okumaya başladım. İlk zamanlar İslam İlmihalleri, tefsirler ilgimi çekmişti. Sonraları Kemalettin Tuğcu, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin hikâye ve romanları hayatımı renklendirmeye başladı.
Yıl 1978, ilçenin merkezinde Hürriyet Ortaokulu’nda ikinci sınıftayım. Sınıfımda ilçenin varlıklı ailelerinden birisinin çocuğuyla arkadaş olmuştum, okumayı seviyoruz ve anlaşabildiğimiz ortak birçok noktada buluşuyorduk.
O yıllarda arkadaşlarımızı evlerimize çağırır, annelerimizin yaptığı hamur işlerini yiyerek ve çay içerek ders çalışırdık. Öğrenciler için bu sosyalleşme dönemin trendiydi ve bu ders çalışmalar zamanla daha çok arkadaşla, aileleri de evden uzaklaştırarak, okul dışında zaman geçirilen bir eğlence halini almıştı.
İşte bu yoksunluk halinde sosyalleşme çabası içinde bulunurken okulun sömestre tatiline yakın olduğu bir gün, ortak noktalarımız olan yukarıda bahsettiğim arkadaşımın evine gittim.
Evleri özenle döşenmiş, bir dediği iki edilmeyen, para harcarken düşünmeyen, annesini üzerine titrediği evlerinin en küçük bireyi olan arkadaşımın kendine ait odasını görünce hafiften de olsa kıskanmış, ancak, abisinin o devasa kitaplığını ve kitaplarını görünce kıskançlığım hayranlığa dönmüştü.
Bir evde hiç bu kadar kitabı bir arada görmemiştim. Belki iki bin veya üzeri kitap vardı. Yabancı yazarların kitaplarını, dünya klasiklerini, Patrick Kinross'un Atatürk, Franz Kafka'nın dava, Nihal Atsız'ın Deli Kurt, Ekrem Akurgal'ın Anadolu uygarlıkları gibi kitapları ile özellikle tarih kitapları ilgimi çekmişti.
Kitap koklama hastalığına yakalanmak üzereyken arkadaşımın sesiyle irkildim. “İstediğin kitabı geri getirmek şartıyla alıp okuyabilirsin” diyordu. Ağabeyin dedim. "yok, o sevinir okumana” dedi.
Böylece ilk kitabım yabancı bir klasik olan yazar Balzac'ın Vadideki Zambak romanı ile başladığım okumaya, 1983 yılında liseyi bitirene kadar devam ettim. Orası artık benim kütüphanemdi. Açlığım hiç bitmiyor hep okumak istiyordum ve beş sene boyunca özellikle tarih kitapları ağırlıklı olmak üzere yarısından çoğunu okumuştum.
1983 yılının kurak bir yazında bu şehirden ayrıldım. Yeni bir okul ve devamında mezuniyet ve iş hayatımla beraber mücadele başlamıştı. Meslek hayatım yoğun meşakkatli geçti ama benim kitap okuma açlığım veya hastalığım geçmedi. Her fırsatta okumak en güzel uğraşım oldu.
"Bilgi dipsiz bir kuyu, öğrendiklerimiz okyanusta bir damla su olursa bilinçli birey olmanın farkındalığını yaşayacağız"
"Bir insan bir konuda ne zaman yeteri kadar biliyorum, öğrendim hükmüne varırsa, işte o zaman, o insanın, o konuda hiçbir şey öğrenemediği gerçeği ortaya çıkar"
Bugün emekliyim, yıl 2020 aynı hastalığım devam ediyor.
Aslan hoca, şifreni çözmeye devam ediyorum. Bugün neredesin, ne yapıyorsun bilmiyorum ama sana şükran ve minnet borçluyum.
Hüseyin ALPASLAN
Tarihçi-Yazar
Tarihçi-Yazar
FACEBOOK YORUMLAR