Erkan AKBALIK

Erkan AKBALIK

[email protected]

MANİSA’DA BAĞ YAŞANTISI -2-

07 Haziran 2018 - 23:39

MANİSA’DA BAĞ YAŞANTISI -2-

“Bir Zamanlar Bağ Bozulurken”

 

            Geçen hafta sizler ile Manisa’nın yetiştirdiği değerlerden olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun (D.1900- Ö. 22 Ekim 1978) 1921 yılında DERGÂH mecmuasında yayınlanan ve Manisa’nın işgal öncesi dönemindeki bağ ve ona bağlı olarak şehir yaşantısını anlattığı yazısını paylaşmıştık.

            Üzüm ve tabii olarak bağcılık Manisa ile özdeşleşmiştir. İl dışında Manisa sohbeti açıldığında ilk akla gelen ve atıfta bulunan ürün üzümdür. Bir şehir ile bu kadar iç içe giren bir ürün hali ile o şehrinde yaşantısının bir parçası haline gelir. Yakın zamana kadar, Manisa henüz bu kadar büyümemiş ve bu derece göç almamış iken bağ yaşantısı, günlük yaşantının vazgeçilmez bir öğesi olmuştur. Öyle ki, bir bağa sahip olmasanız bile muhakkak komşu ya da akrabalarınızdan birilerinde vardır. Ve muhtelif zamanlarda -ki özellikle üzüm kesim zamanı- yardım için muhakkak herkesin bu bağlara yolu düşmüştür.

            Bağlarda geçen zaman dilimi, o zamanı yaşayanlar açısından unutulmaz hatıralar içermektedir. Bu hatıralarda gömülü güzellikler de maalesef yaşayan ve anlatanlarını yitirdikçe, kaybolmakta zamanımıza aynı heyecanla erişememektedir.

            Bir şehirdeki tarihi eserler nasıl ki şehrin belleğini ayakta tutup geçmişi ile bağlantı kuran köprüler ise şehrin sosyal hayatı, örf ve ananeleri de o köprünün ayakları hükmündedir ve yaşatılmalıdır.

            Geçen hafta 1921 öncesi bağ yaşantısından kesitler sunmuştuk. Bu hafta ise çok daha yakın zamanımızdan hatta birçok hemşehrimizin kendisini de içinde bulacağı hatıraları paylaşacağız. Bu hatıraları “MANİSA BİZİMDİR” kitabında, tatlı bir üslup ile kaleme alan, şehrimizin değerli büyüklerinden TEZCAN KARADANIŞMAN Beyefendinin müsaadeleri ile sizlere sunacağız. Bu hatıraların okunması ve özellikle okutulması çok mühimdir. Keyifli okumalar.

 

            “Çocukluk arkadaşım Eczacı Mesut Adalılar ile karşılaştığımızda başladı şikâyete: “yahu ne talihsiz nesilmişiz, sırtımıza gömlek, ayağımıza pabuç, kıçımıza don bulamadan, yarı aç yarı tok yaşayıp geçti çocukluğumuz. Bak şu günümüzdeki çocuklara, gençlere. Yedikleri önlerinde, yemedikleri artlarında. Bilgisayarlar, telefonlar, arabalar, türlü çeşitli yiyecekler var, vur patlasın çal oynasın yaşıyorlar, vah benim çocukluğuma.”

            Ben de şöyle cevapladım onu: “Sen öyle san. Bana sorarsan dünya kurulalı beri en bahtlı nesil hangisi diye sorulsa, bizim neslimiz derim. Neden mi? onlar yaz gelince bağlara gittiler mi? tozlu yollarda yalın ayak koştular mı? Şamrelden kesilmiş lastikle sapan yapıp kuş vurdular mı? Çamurdan yaptıkları hummalarla meşe oynadılar mı? Topaç çevirdiler mi? Kendilerinin yaptığı uçurtmaları uçurdular mı? Annelerinin kocaman bir dilim ekmeğe sürdüğü salçayı sokakta oynarken yediler mi? Burunlarından akan sümükleri yaladılar mı? Ama biz bunların hepsini yaptık. Şimdi onlar gibi bilgisayarı da biliyoruz, uçağa da biniyoruz, her türlü model imkânından da faydalanıyoruz. Bugünkü çocuklar mı şanslı, biz mi şanslıyız, söyle bakalım!”

            Hiç unutmam sabahın olmasını beklediğim uykusuz gecelerimi.

            Çünkü sabah olunca Sabri Ağabey, gelecek at arabasına yükleyeceği denklerin üzerine beni bindirip Muradiye şosesinden geçerek Kanlıçınar’daki bağımıza ulaştıracak. Uzun bir yaz tatili başlamış olacak.

            Manisa' da ekmeğini tarımdan çıkaranların dışında, esnaf, memur gibi tarımla ilgisi olamayanların da özellikle şehre yakın yerlerde edindikleri çok küçük bağları olurdu. Onlar yaptıkları bağ damlarına veya kurdukları çardaklarına göçerler, hem yaz tatili yaparlar,  hem de az çok demeden üzümlerini hasat ederler, özellikle de kışlık erzaklarını hazırlarlardı.

            Çünkü o senelerde, ne şehirlerin her yerini saran marketler, rafları dolduran çeşit çeşit yiyecekler vardı.

            Sabri Ağabey’in sürdüğü araba Kanlıçınar'dan bizim bağın yoluna dönünce içimi bir heyecan kaplar, beraber oyunlar oynayacağımız arkadaşlarımın gelip gelmediğini anlamaya çalışırdım. Yolun üzerindeki ilk kulenin, renginden dolayı pembe kule diye anılan kulenin sahibi Fadimanım Teyze bizi karşılar, gelini Emine Aba ve kızları Şükran kendilerince sevinç gösterisinde bulunurlardı.

            Fadimanım Teyze dedim de anlatacaklarımı onun üzerinden sürdürmeliyim biraz da. Çünkü bir köyü andıran Çukurtımar komşuluğu, Fadimanım Teyze’nin herhangi bir kurala oturmamış, kendiliğinden oluşmuş doğal liderliğiyle sürdürülürdü. Herhangi bir müşkül olan, bilip beceremediği bir işi olan, ona gelir ondan nasihat veya tarif alarak sorunlarını hallederlerdi.

            Annemin babaannemle zaman zaman yaşadığı gelin kaynana çekişmesini de Fadimanım teyze çözerdi. Annem ona şikâyete gittiğinde, o anneme “Vah gızım haline” diyerek onu fıştaklamaz, tersine anneme döner, “Gızım gabahat mı ararsın? İyi de de var, çarkta da var,  yünü eğiren gahpede de var? Sen bunlara aldırma, yalnız sen mi, herkesin bir derdi var. Bak senin başında gocan vaa, ocağını eş, sabır et, sabrın sonu selamet olur” der ve annemi yumuşatır, yüksek moralli olarak gönderirdi.

            Komşularımızdan kimler bağa göçmüş, kimler henüz gelmemiş araştırılır, bizim kulemizin yanında yol kenarına kazılmış su kuyusundan çıkrıkla çekilen sular tencerelerle, testilerle, kovalarla yaşadığımız damlara taşınırdı. Komşu teyzeler, kuyuya gelişlerinde birbirlerine hoş geldin serenomisi yaparlar, bir süre söyleşip gülüştükten sonra sularını yüklenip damlarına dönerlerdi.

            Önceden temizlenmiş kulemize at arabaları ile getiren eşyalar boşaltılıp arabalar gidince, anacığım yerleşme telaşına kapılırdı. Bende bu arada damdan kaçar, Kanlıçınar’a ulaşırdım. Çınar'ın çevresinde, kuyudan faydalanmak için bekleyen Muhacirler, Dağlılar, Giritli Ali Dayılar, Giritli’nin Fatmanımlar, Camiarkalılar, Hacı Eminler, Tevfik Efendiler, Rasim Ağalar, bu su kuyularından faydalanarak su ihtiyaçlarını karşılarlardı.

            Bu kuyuların yol üzerinde olması sebebiyle at arabaları ile yolculuk yapanlar,  atlarını sulamak için durunca, Çınar'ın altı adeta bayram yerine dönerdi.

            Dağlıların Hacı İsmail Amca, sabah erkenden Çınarın altına oturur, hasattan dönenleri seyrederdi. At arabalarıyla hasattan dönenler, atlarını sulamak için Çınar altında mola verdiklerinde, Hacı İsmail Amca, “ulen Ali, arabada ne vaaa?” diye sorardı.  Arabacı da ne varsa söylerdi. “Tomata vaa, badılcan vaa, biber vaa” diye sayardı. Hacı İsmail Amca, “ver bakem onlardan biraz, Çınar hakkı belleyem” diyerek arabadaki mahsulâttan yeteri kadar oşurlardı.

            İkinci, üçüncü, dördüncü arabadan da toplanan mahsulleri, kavun, karpuz, salatalık, armut gibi meyveleri ayırır, paylaştırır bana uzatır, “şu badılcanlarla tomataları Fadimanım Teyzenlere götürüver bakem” derdi. Çınar altındaki çocuklara mahsulleri paylaştırır,  sırayla “Tevfik Al şu börülceyle armudu Giritli Fatmanımlara götür, Halil al şu karpuzla kavunu Camiarkalılara veriver” diye sırasıyla muhtaç olanlara gönderirdi.  Bir miktarını da kendi evine götürürdü.

            Hacı İsmail Amcanın bir de hanımı vardı ki dünyalar tatlısı, çocukla çocuk,  büyükle büyük olan, şen şakrak bir kadın Rabia Aba. Kahkayı basınca, sesi bütün tımardan duyulurdu.

            Yolun içi Sukutilerin Fadimanımlar, Tenekeci Ramazanlar, Kerim Ali’ler,  Dilsizler,  Rayet Hanımlar, Davut Kalfa’lar, Hıfzı’nın Zehranımlar, Bakkal Enver’ler, Bakkal Bacak Hilmi’ler, Nuri Çavuş’lar, Hıfzı’nın Bahriyanımlar, Asiye Aba’lar, Hasan Dayı’lardan oluşan konu komşuyla dolardı. Gündüzleri işinde kaydında olan tüm komşular, akşamları birbirlerine duydukları yakınlık ölçüsüne toplaşırlar, türküler, dümbelekler eşliğinde oyunlar oynarlar mutluluğun tadına varırlardı.

            Biz daha çok Fadimanımlarla birlikte olurduk.

            Babam Keşfi Bey,  Kanlıçınar'da Muradiye otobüsünden inince onların evi önünden geçerken Fadime hanımlarla ayaküstü sohbet eder, sonra elindeki yükleri benimle paylaşır beraberce evimize gelirdik. Eve vardığımızda babam anneme “Yahu Fadimanım yemeği bizde yiyelim diyor, Allah ne verdiyse biz de götürelim, katışalım” derdi. O akşam yemeği Fadimanımın kurduğu sofrada yer, yemekten sonra da koyu bir sohbet başlardı. Bir ara Fadimanım babama dönüp, “eeee Keşfi, Kaçaroz ne dediydi bee?” diyerek malum konuyu kaçıncı kez açardı. Babam da önce bir kahkaha atar sonra, eliyle yakından geçen yolu gösterip başlardı anlatmaya:

            İşte şurada oynarken Rum komşumuz Kaçaroz, bana “Oğlum anana söyle biz yarın üzüm kescez, bizim amele ve takımlarla bizden sonra sizinkini de kesip serivereem. Ben yıldıza baktım, havanın ardı ratıp, ondan için acele edem” dedi. Bende anama söyledim, bizim üzüm de Kaçaroz Amca’nın yardımı ile kesilip serildi. Rayet Hanım'ın babası Hallaç Osman Ağa, onların damın önünden geçerken bana laf atarak, “Ulen gâvurun sözüne gandınız, eğşi goruk üzümü serdiniz, bene bak, üzümü ballandırıyom, o zaman üzüm bereketli olur” deyiverdi. Ben de “Ben bilmem Osman Amca” dedim yürüdüm. Nitekim Hallaç Osman Ağa üzümünü iyice erdirdi, ballandırdı ve serdi. İki gün sonra bir yağmur. Eh Osman Ağa üzümü çevirdi, su verdi. İki gün sonra bir yağmur daha, ardın bir daha, bir daha. Üzüm çıktı serginin üstüne, çürümüş üzümleri çiğnedi çiğnedi çiğnedi. Sonra serginin orta yerinde durdu elini semaya kaldırarak, “Bundan sonra senin namazını da Kaçaroz kılsın, orucunu  da Kaçaroz tutsun, bundan sonra ona kulum de,  bana demeyi vee gari” bu lafları duyan Sukuti Dede Kaçaroz Amca’ya dönüp; “Kaçaroz, bizim Osman neye benzedi şimdi” deyince, Kaçaroz cevabı yapıştırdı: “Kime benzeyecek, bize benzedi, bize.”

            İşte bunun gibi analarımız, babalarımız, komşularımız yaşadıkları hatıraları birbirlerine anlatırlar, biz de oyundan arta kalan zamanda onları dinlerdik.

            O yıllar Ramazan ayı bağbozumu mevsimine denk gelirdi.

            Günün en sıcak saatlerinde üzüm serme işi yapanlar, akşamları babam Keşfi Hoca’nın Fadimanımların kulesinde kıldırdığı teravih namazına katılırlardı. Düylekköy’den,  Karaçay’dan,  Kırıkoğlu Tımarın’dan ve komşulardan hatırı sayılır sayıda cemaat oluşurdu. Bekçi Yusuf'un oğlu Sarı Süleyman kulenin lamarinadan yapılmış terasına çıkar yanık sesiyle ezan okur, sesi gecenin sessizliğinde yankılanırdı.

             Teravih sonrası sohbet koyulaşır, latifeli, cinaslı, kinayeli ifadelerle herkes birbirine takılır, bir söz yarışı başlardı.

            Yakınımızdan geçen demiryolundan akşamları Bandırma treni geçer, trenin sesini duyduğumuzda kulenin üst katına çıkarak geçişi seyrederdik.

            Hatta ben namaz sırasında trenin sesini duyunca namazı bırakır geçişi seyreder, sonra yine dönüp namaza katılırdım. Çocukluk işte!

            Üzümlerin artık olgunlaşmaya başlayıp da herkesi bir hasat telaşının sardığı zamanlar da gelirdi. Önce taşsız mil toprağı tedarik edilir,  samanla karıştırılır, elde edilen çamurla sergi sıvanır, ardından üzümler kesilip serilirdi. Genellikle kesiciler yakın komşulardan oluşur, gülüşüp eğlenilerek hasat tamamlanırdı.

            Üzüm kururken bir yandan salça sıkılır, üzümlerin kalitesizlerinden edilen çıkıntılar bir yerde biriktirilir, bunlardan pekmez kaynatılırdı. Ayrıca bulgur, nişasta, makarna, yufka yapılırdı.

            Bazı yıllar üzüm sergilerken hava bozar, yağmur tehlikesi belirir, üzümü kurumuş olanların ürünleri imeceyle toplanıp ıslanmaktan kurtarılırdı.

            Bu arada biz çocuklar Kanlıçınar’da toplanır, şose yolun üzerinde demir tekerlekli arabaların ezerek pudra haline getirdiği tozun toprağın içinde ayaklarımızı yere vurup çufçufçuf diye trencilik oynardık.

            Biraz daha büyüdüğümüz yıllarda şamrelden kesilen gıcır adı verdiğimiz lastikler ve ayıt ağacından kestiğimiz çatal ile sapan yapar kuş vurmaya giderdik. Vurduğumuz kuşları çınarın altında yolar, temizler, yaktığımız ateşte pişirir yerdik.

            Akşama doğru eve dönünce o tozlu topraklı halimi gören annem, öfkenin verdiği hışımla beni alır döve döve kuyubaşına götürür, soyup buz gibi soğuk suyla tepe tırnak bir güzel, ağlata ağlata yıkardı. Bu halimizi gören babaannem de, “ayoool, üşütcen çocuğuuu” der, anneme çekişirdir.

            Güz yağmurları başlayıp da at arabalarıyla Manisa'ya döneceğimiz günler gelip çatınca, gelecek yılın bağbozumunun hayalini kurmaya başlardık bile…”  

Reklam